Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Oscar Pill; Medicus’ların Dirilişi
Oscar Pill; Medicus’ların Dirilişi

Oscar Pill; Medicus’ların Dirilişi

Eli Anderson

Nefesleri Kesecek Macera İlk Kitabıyla Başlıyor Benim adım Oscar Pill. Ben başka çocuklara benzemiyorum. Ben bir Medicusum: Her türlü canlının içinde yolculuk yapmak gibi…

Nefesleri Kesecek Macera İlk Kitabıyla Başlıyor Benim adım Oscar Pill. Ben başka çocuklara benzemiyorum. Ben bir Medicusum: Her türlü canlının içinde yolculuk yapmak gibi olağanüstü bir güce sahibim. Babam da ölmeden önce çok ünlü bir Medicusmuş. Bugün bütün insanlık yeniden tehdit altında çünkü Pathologusların prensi olan uğursuz Skarsdale hapisten kaçtı. Onun karşısına çıkacak kişi olarak da ben seçildim. Önüme çıkan bütün tehlikeleri aşarak daha önce hiç gitmediğim bir yerden bir Kupayı almam gerekiyor. Üstelik bu gizemli Evren insan vücudunun içinde yer alıyor!

Bu romanı okuduktan sonra kalp atışlarınızı bir daha aynı şekilde dinleyemeyeceksiniz. Küçük Medicus Oscar hem hastalıklara hem de can sıkıntısına karşı tam bir panzehir.

Medicuslara karşı Pathologuslar: Savaş alanı vücudumuz olan bir ölüm kalım mücadelesi. Dâhice -RTL Bağımlılık yaratacak -Télédrama

Oscar Pill kesinlikle büyüleyici! Muhteşem bir entrika Elle Nefes kesici bir gençlik destanı -24 Heures

***

Melisa, Naomi, Jade,
Sasha, Noah ve Sierına’ya;
sizi ne kadar çok sevdiğimi anlatmaya
yazacağım öyküler
ya da kitaplar hiçbir zaman yetmeyecek.

inanılmaz kaçış

Sergey Popov nöbet odasının penceresine yaklaştı ve ürperdi. Dışarıda kocaman gri kar tanecikleri dönüp duruyor, buldukları en küçük aralıklardan içeriye sızarak taşların arasında uğuldayan fırtınayla savruluyorlardı.

Sergey başını salladı. Bu inanılmazdı… Haziran ayının ortasında kar fırtınası! Gerçi Sibirya’nın en ucunda, kış bittikten sonra soğuğun ve bulutların aylarca yerli yerinde durduğu Ural Dağları’nın zirvesindeki bir tepeye tünemiş olan Kara Dağ Hapishanesi’nde bulunuyordu ancak bu mevsimde böylesine korkunç bir kar fırtınası olması? Dünya artık aklını kaçırıyordu.

Battaniyesine daha sıkı sarıldı ve bu iç karartıcı manzaraya arkasını döndü. Hem zaten hiçliğin ortasındaki bu yerde, konuşmaktan hiç de hoşlanmayan birkaç meslektaş dışında tamamen yalnız olduğu bu uğursuz kalenin içinde her şey iç karartıcıydı. Duvardaki saate baktı: on iki buçuk. Mahkûmlar öğle yemeklerini bitirmiş olduklarına göre hücrelerden boş tepsileri toplamanın zamanı gelmişti. Odadan çıkmadan önce, günde en az on kere yaptığı üzere silahını eline alıp kontrol etti. Görevi yalnızca tek bir hücreyi ve tek mahkûmu kapsıyordu. Kulağa çok az bir işmiş gibi gelebilirdi ancak bu çok büyük bir sorumluluktu ve o da bunun farkındaydı.

Bu adam Kara Dağ’daki tüm azılı katil ve haydutların arasında hem en tehlikelisi hem de en ünlüsüydü.

Kendisinden başka kimsenin bilmediği bir dizi merdivenden aşağı inerek rotasını tamamladı. Her seferinde, dünyanın bağırsaklarına doğru iniyormuş gibi hissettiği yolculuğu gerçekleştirdi. Sıcaklık azalıyor, sessizlik ağırlaşıyor ve sanki ateşin yanması için yeterli oksijen kalmamış gibi meşalesi sönüyordu. Duvarların arasında ve ayakkabılarının kırağıyla kaplı taşların üzerinde çıkardığı sesin yankılanmasından başka hiçbir şey duyulmuyordu. Sonunda birkaç kilitle sürgülenmiş, ağır metalden yapılma bir kapının önüne vardı. Kilitlerden her biri için yalnızca bir anahtar vardı ve yalnızca belirli bir sırayla açılabiliyorlardı. Sıraya uyulmadığı takdirde kilitler arka arkaya tıkanıyor, tekrar açılabilmeleri saatler alıyor ve zorlu çabalar gerektiriyordu. Bu sırayı bilen tek kişi Sergey’ydi. Bir de hizmetindeki sıradan bir çalışan olduğu ve Birlik’in bir parçası olmadığı halde Sergey’ye güvenen Büyük Üstat biliyordu elbette. Dikkatini toplayıp uyuşmuş parmaklarıyla ilk anahtarı çıkardı, ilk kilide anahtarı sokup çevirdi ve sırayla bütün kilitlerde aynı şeyi tekrarladı. Daha sonra bir demir kolu yukarı doğru kaldırarak kare şeklindeki karanlık odanın içine girdi. Karşısına, tam ortasına altın çember içinde büyük bir M harfi kazınmış ikinci bir kapı daha çıktı. Cebinden bir madalyon çıkarttı ve bunu dikkatle şeklin üzerine yerleştirdi. Panoyu kaydırarak posta kutusu büyüklüğünde bir yarık ortaya çıkardı.

Sergey büyük bir dikkatle olduğu yerde duruyordu. Hafifçe eğildi ve yarığın hemen önünde duran tepsiyi gördü.

“Yemeğini bitirdin mi?” diye sordu.

Elbette herhangi bir yanıt beklemiyordu. On üç yıl boyunca mahkûmun konuştuğunu hiç duymamıştı. Pek umurunda da değildi bu: Söylentilere göre adamın sesi kanınızı dondurabilirdi.

Sergey başlangıçta bu sessizliği tuhaf bulmuştu. Kara Dağ’ın hücrelerindeki yüzlerce tutukluya gardiyanlık etmişti ve mahkûmların neredeyse tamamı gardiyanların gelişini iki çift laf edebilmek için bir fırsat olarak görüyordu. Yalnızlıklarına kısa bir ara verebilecekleri tek şey buydu. İçlerinde en sert olanları bile dayanamamış, sonunda konuşmuştu.

O hariç.

“Tepsiyi bana doğru it,” dedi Sergey.

Yine hiçbir yanıt gelmedi.

Sergey dikkatle uzandı ve tepsiyi kendine doğru çekti. Her seferinde mahkûmun, elini yakalayabileceğinden endişeleniyordu. Bulundukları yeri koridordan ayıran birinci kapı düşünülecek olursa fazla uzağa gidemezdi. Ancak o yine de bu riski göze almak istemiyordu. Söz konusu bu adam olunca her şeyin tehlikeli olabileceğini kendisine yeteri kadar anlatmışlardı. “Özellikle de gözlerinin içine asla bakmayın. Asla!” diye emretmişti Medicus’ların Büyük Üstadı mahkûmla birlikte ulaşan mektubunda. Sergey bu emirlere ilk günden itibaren uymuştu ve kendisinin son gününe ya da korkunç tutsağının öleceği güne kadar da uymak niyetindeydi. Tepsiyi aldı, madalyonu kapıya yerleştirdi ve pano yarığı kapattı.

Tekrar birinci kapının kilitlerini açtı, dışarı çıktı ve kapıyı arkasından kilitledi.

Yukarı çıkmak ve kendisini ofisine kapamak için acele ediyordu. Ofise vardığında, yer altından kurtulma telaşı içinde her zaman yaptığı gibi tepsiyi mutfağa bırakmayı unutmuş olduğunu fark etti. Üzerine bir kat daha giysi geçirdi ve tepsiyi tekrar eline aldı.

Tepsinin içindeki tabağa bir göz attı ve şaşkınlıkla olduğu yerde kaldı. Zeytinyağlı sardalya hiç dokunulmamış bir halde tabağın ortasında duruyordu. Nereden çıkmıştı bu? Aşçıların elinde çoğunlukla fazla erzak bulunmazdı ve genelde dünyanın bir ucundaki bu kartal yuvasında kendilerine ne getirilirse onları pişirmekle yetinirlerdi. Pek fazla çeşit olmazdı: fasulye, mercimek ve çok nadir olarak ince bir et parçası. Sonuç olarak tutuklular da gardiyanlar ve personelin geri kalanı ne yiyorsa aşağı yukarı aynısını yiyorlardı.

Birden gardiyanın belleğinde bir görüntü canlandı. Geçen hafta tutsağına gelen ve içeriğini bizzat kontrol ettiği küçük kolinin içinde bir de konserve kutusu vardı. Sergey bir an duraksadı. Zeytinyağlı sardalya yemeyeli uzun zaman olmuştu. Ancak ne de olsa bu yemek dünyanın en tehlikeli adamlarından birinin hücresinden geliyordu. Bunun bir tuzak olmadığını, yemeğin zehirli olup olmadığını nereden bilebilirdi? Elbette dünyanın en ücra hapishanesinde kilit altında tutulurken zehir temin etmek kolay iş değildi ancak bu adamdan her şey beklenebilirdi.

Sergey sardalyanın kafasını kopardı ve masanın üzerinde, hemen yanı başında durmakta olan kocaman siyah tüy yumağı Torquemada’ya doğru döndü. Torquemada dünyanın en tembel kedisiydi, zamanının çok büyük bir kısmını beslenmeyi bekleyerek geçiriyordu. Ancak bu hapishanede yemek dışında ne yapılacak ne de yiyecek pek bir şey olmadığı da bir gerçekti. Fareler bile Kara Dağ’dan ve korkunç sakinlerinden kaçardı. Torquemada bir gözünü açtı ve gardiyanın parmakları arasında duran balık kafasını fark etti. Öteki gözünü de açarak halinden memnun bir biçimde miyavlamaya başladı. Balık parçasını bir sıçrayışta kaparak tek lokmada yuttu. Sergey birkaç saniye boyunca kedinin ne tepki vereceğini bekledi. Bir dakika, iki dakika… Torquemada’nm sağlığı hâlâ yerinde gibi görünüyordu. Yine odanın bir köşesine büzülmüş, bir gözü yarı açık bir biçimde tekrar yemeye başlamak için ötekini de açmaya her an hazır gibi bekliyordu.

Gardiyan daha fazla beklemedi. Tam sardalyanın üzerine atılmaya hazırlanıyordu ki parlak bir ışık belirdi ve gözlerini kamaştırarak geriye doğru çekilmesine neden oldu. Bembeyaz ışığın içinde tam gözlerinin karşısında iki nokta daha yoğun bir biçimde parladı ve sonra her şey tekrar normale döndü.

Hayretle çevresine bakman Sergey biraz önce neler olduğunu hiç anlamamıştı ama yine de kuşkuyla silahını eline aldı. Hiçbir şey değişmemiş, herhangi bir gürültü odanın sessizliğini bozmamıştı. Yalnızca Torquemada tüyleri diken diken olmuş bir halde odanın bir köşesine sinmişti. Sergey ona yaklaşmak istedi ancak kedi öyle bir tısladı ki olduğu yerde kalmayı tercih etti. Dışarı çıkıp koridora bir göz attıktan sonra şaşkınlık içinde tekrar masanın başına döndü. Ne olmuştu böyle? Hiçbir fikri yoktu. Bir çeşit hastalık mı geçirmişti? Karnı açtı. Hem de çok açtı. Öğle yemeğinde yediği türlü bu soğuk hava için fazla hafifti. Evet, olan şey buydu herhalde. Bir tür hastalık geçirmişti.

Bir baş dönmesi ve baş ağrısıyla oturmak zorunda kaldı ancak oturur oturmaz her ikisinin de geçtiğini fark etti. İşte o zaman biraz önce ne yapmaya hazırlandığını hatırladı. Sardalyayı yeryüzünün en lezzetli, en güzel yemeğiymişçesine büyük bir iştahla yedi. Ancak bir yandan da tuhaf bir biçimde yalnız olmadığı hissini üzerinden atamıyordu.

Yemeği bitirince tabağın içinde bir damla bile zehir bulunmadığını fark ederek büyük bir rahatlık hissetti. Çünkü vücudunda bu güzel öğle yemeğinin verdiği keyiften başka hiçbir değişiklik olmamıştı. Başını salladı. Artık boşalmış olan tepsiyi mutfağa götürdü ve ayda yalnızca bir defa geldikleri için iyice eskimiş olan dergilerini okumak üzere odasına geri döndü.

Öğleden sonra dörtte ayağı kalktı ve gerindi. Öteki gardiyanlar sekiz saatte bir nöbet değiştirdiği halde kendisi tutsağını neredeyse günde yirmi dört saat gözetlemek zorundaydı. Sonra kendini kürk mantosunu üzerine geçirirken buldu. Dışarıda hava durulmamış olmasına rağmen artık üşümüyordu. Soğuktan nefret ettiği ve bu koşullar altında dışarı çıkmayı hiçbir zaman düşünmemiş olduğu halde içinde bacaklarını açıp normalde yalnızca yazın yaptığı bir şeyi yapmaya, yani bütün kaleyi yürüyerek dolaşmaya karşı konulmaz bir gereksinim duyuyordu. Normalde bu iş en az bir saatini alırdı, çünkü kayalıkların ortasındaki bazı geçitlerden geçmek oldukça güç olurdu. Ancak yine de yürümek onu canlandırır ve gece nöbetini tutabilmesi için güç kazandırırdı. Oysa bugün büyük ihtimalle Eskimolar gibi kırağıyla kaplanmış olarak dönecekti.

Bu tuhaf kararı almasına neyin sebep olduğunu bilmeden eline bir meşale alıp yakarak odasından çıktı. Her bir koridorda ve merdivende nöbet tutmakta olan arkadaşlarını selamlayarak uzaktan kumandayla yönlendirilen bir robot gibi hapishanenin tek çıkış kapısında nöbet tutan gece bekçilerinin karşısına geçti ve onlar da arka arkaya üç kapıyı onun için açtılar.

Dışarıda rüzgâr biraz durulmuş, kar ise bozkırı boydan boya kaplamaya başlamıştı. Hâlâ gözlerine inanamıyordu. Baharın bitmek üzere olduğu günlerde böyle bir manzara! Soğuktan uyuşmuş gibiydi ama alışık olmadığı bir gücün sanki kafasının içinde onu yönlendiren cılız bir ses gibi kendisini harekete geçirmekte olduğunu hissediyordu. Bu karşı konulmaz isteğe direnmek yerine dikkatle gezintisine devam etti. Billurlaşmış kaygan tabakaya uygun ayakkabılar giymeyi akıl etmemişti. Açık hava ona iyi geliyordu.

Yuvarlak yola girdi. Siyah, devasa duvarların dibinde çok geçmeden meslektaşlarının görüş alanından çıkıp uzaklaştı.

İşte tam o anda kafasının içinde, sağ gözünün arkasında küçük bir klik sesi duydu.

Sol kolu düştü, sol bacağı hissizleşti ve tıpkı bir bez bebek gibi karın beyaz örtüsünün üzerine yığılıp kaldı. Kendisine ne olduğunu hiç anlamıyordu. Aynı anda gözlerinin önünde parlak bir ışık çaktı. Hayretle başını kaldırdı.

“Bu da… Bu da ne?”

Yanağının üzerine siyah bir çizme kondu. Önce yavaşça, daha sonra şiddetle yüzünü ezmeye başladı. Gardiyanın gözü havada dört döndükten sonra nihayet üzerinde dikilmekte olan siyahlar giymiş adamı bulabildi. Yüzü sanki bir sis tarafından gizleniyor gibiydi. Dekorun beyazlığının arasında kırmızı bir yaka tek renk olarak kendini belli ediyordu.

Hissettiği acıya ve vücudunun yarısının felç olmasına karşın Sergey kendini sanki bir hayaletin etkisi altından kurtul-muşçasma rahatlamış hissediyordu. Konserve kutusunu kolinin içinde bırakarak ölümcül bir hata yapmış olduğunu nihayet fark etti. Boynunu büktü ve şu sözcükleri güçlükle söyleyebildi:

“Sen… sardalyanın içinde gizliydin, değil mi?”

Birden her şey anlaşılır hale gelmişti. Parlak ışık, parıldayan gözler, sonra baş dönmesi ve baş ağrısı…

Sergey yüksek sesle konuşmaya devam etmek istedi:

“Sonra da… kafamın içine girdin. Benim yerime kararlar aldın ve oradan çıktın,” dedi bir solukta.

Çevrelerindeki dağların yüceliğinde bir kahkaha yankılandı.

Gardiyanın tüyleri diken diken olmuştu ve üstelik bu havanın soğukluğuyla ilgili değildi. Vücudunda çok daha korkunç bir soğuğun yükselerek hâlâ hareketli olan öbür yarısını da ele geçirmekte olduğunu hissediyordu. Konuşmak istedi ancak sözcükler gırtlağında takılıp kaldı. Lavabonun içinde akmakta olan su gibi gargara yapmaya başlamıştı.

Adam çizmesini gardiyanın yüzünden kaldırdı. Geriye doğru birkaç adım attı, sonra da kürkünü çalmak üzere tekrar Sergey’ye yaklaştı. Kürke sarınarak tekrar yükselmekte olan rüzgâr ve karın içinde uzaklaşmaya başladığında geride bıraktığı ceset daha şimdiden ince bir beyaz örtünün altında gözden kaybolmaya başlamıştı bile.

binlerce kilometre uzakta…

iyi saklanan bir sır

Pleasantville’in en popüler semti Babylon Heights’ın okul bahçesi çocukların cıvıltılarıyla dolup taşıyordu. Daha birkaç dakika önce masmavi olan gökyüzü şimdi bulutlarla kaplanmıştı ve haziran ayında çok ender görülen şiddette bir fırtına patlak vermişti. Çocuklar kendilerini korumak için şaşkınlık içinde tentenin altına koşuşturmuşlardı.

Ayden Spencer ise boylu boyunca yere uzanmıştı. Dibi delinmiş gökyüzü onu hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Bir yaprak gibi titriyor ve avazı çıktığı kadar bağırsa bile bunun hiçbir işe yaramayacağını iyi biliyordu. Bütün bu gürültü patırtı içinde onu kimse duyamazdı.

Erkek çocuklardan biri dudaklarında acımasız bir gülümsemeyle öne atıldı. Ronan Moss’tu bu. Bu çocuk Ayden’m hep canını yakar, onu taciz ederdi. Ayrıca Ronan yaptıklarını kimseye anlatmamasını söylediğinde onun sözünü dinlemesi yararına olurdu. Diğerlerinin hepsinden daha iri yarı ve daha güçlü olan bu çocuğun fırça gibi kısacık saçları vardı ve siyahi rap şarkıcıları gibi bol kot pantolonlar ve kapüşonlu kazaklar giyerdi. Bir üst sınıfta okuyan on üç yaşındaki büyükler bile bu çocuğa kuşkuyla bakar, onu kışkırtmamaya çalışırdı. Ayden başını kaldırıp etrafını sarmış olan beş çocuğa baktı. Ronan bacaklarını açmış, ellerini beline dayamış bir biçimde onu süzmekteydi. Ayden celladının bıçak gibi keskin kara gözlerine bakmamayı tercih etti ve dudaklarının iki yanında parıldamakta olan küçük sivri dişlerini fark etti. Bu dişler yüzünden Ronan’a Köpekbalığı derlerdi. Ancak Ronan Moss sadece karnını doyurmak ya da kendini savunmak için saldırıya geçen deniz katillerinden çok daha acımasızdı aslında. Boş zamanlarında en sevdiği eğlencesi zayıf, kırılgan ya da çekingen çocuklara sataşarak onlara acı çektirmek ve üstlerinde egemenlik kurmaktı. Ne yazık ki Ayden her üç tanımlamaya da uyuyordu.

Ailesinde tek çocuktu ve küçükken, bir kemik hastalığı yüzünden aylarca hastanede yatmak zorunda kalmıştı. Omurgasına metal çiviler, vidalar ve plakalar takıp çıkarmak için onu pek çok kez ameliyat etmişlerdi. Düştüğü takdirde omurgasını kırma tehlikesi bulunduğu için spor yapması ya da teneffüslerde diğer çocuklarla oynaması yasaktı. Çok az arkadaşı vardı, hastalık derecesinde ve neredeyse konuşmasına bile engel olacak kadar utangaçtı ve spor ya da başka herhangi bir bedensel egzersiz yapamadığı için de çok çelimsizdi.

Moss yerde yatmakta olan çocuğa elini uzattı.

“Unuttun galiba, Spencer. Bugün pazartesi!”

Ayden güçlükle yutkundu ve bütün gayretiyle kekelemeden cevap vermeye çalıştı.

“Bugün hiç param yok.”

Moss gülümsemeye devam ediyordu ama Ayden bakışlarından taşan öfkeyi fark ederek kendini korumak için başını ellerinin arasına aldı.

“Hafta sonu harçlığına ne oldu peki Spencer? Ne yaptın onunla?”

Kıpkırmızı kesilmiş olan Ayden bakışlarını kaçırdı.

“Almadım,” dedi cılız bir sesle.

“Neden almadın peki? Ailen çok mu fakir yoksa?”

Biri kız üçü erkek olan diğer dört çocuk gülmeye başladı. Moss biraz daha eğilerek Ayden’ın yakasından tuttu.

“Bu durumda para bulman gerekecek, öyle değil mi?”

Ayden cevap vermek istedi ancak Moss’un demirden eli soluğunu kesiyordu. Arka taraftan gelen güçlü bir ses onun yerine cevap verdi.

“Parası olmadığını söyledi ya, anlamadın mı?”

Moss çocuğun yakasını bıraktı ve dört arkadaşıyla birlikte arkasına döndü. Gruptan güçlü kuvvetli iki çocuğu yanma aldı ve orta boylu, mavi gözlü, kıvırcık, kızıl saçlı çocuğun karşısına dikildi.

“Sana ne oluyor havuç kafa? Artık kırmızı kafalar sıskaların yardımına mı koşuyor yani?”

Yeni gelen, Moss’tan hiç etkilenmemiş gibiydi. Elleri cebinde meyan kökü çiğneyip duruyordu. Biraz grubu görmezden gelerek önlerinden geçip Ayden’ın yanma yaklaştı.

“Ayağa kalk,” dedi, “bütün teneffüsü yerde geçirecek değilsin ya.”

“Hey Pili, sen bu işe neden karışıyorsun?” diye haykırdı Moss. “Bu mesele Spencer ile benim aramda. Uza hadi.”

Ayden kendisine yardım eli uzatan çocuğa yalvaran gözlerle baktı. Oscar denen bu çocuğun Moss’a karşı koymasını umuyordu. Doğrusu onu pek de iyi tanımıyordu. Zaten sınıftaki kimseyi iyi tanımıyordu ki. Sadece onun darmadağın kızıl saçlarını hatırlıyor ve onu hiç Moss’un yanında görmemiş olduğunu düşünüyordu.

Oscar elini uzattı. Ayden onun elini tutarak ayağa kalktı.

“Sana bunu yapmalarına izin vermemelisin,” dedi Oscar. “Asla! Yoksa peşini hiç bırakmazlar.”

Titremesini kontrol altına almayı başaramadığı için Ayden güçlükle ayakta durabiliyordu. Oscar’ın arkasından Moss ve arkadaşları yarım baş uzunlukta gözüküyorlardı.

Moss kocaman elini Oscar’ın omzuna koyarak sertçe sıktı.

“Pili ne dediğimi duymadın galiba? Bu iş seni ilgilendirmez. Onun için hemen kaybol yoksa sen de Spencer’la aynı muameleye maruz kalırsın.”

Oscar çevik bir omuz hareketiyle Moss’un elinden kurtulduğunda titremek yerine gülümsüyordu. Ayden ona hayranlıkla baktı. Belli ki bu çocuk hiç korkmuyordu.

“Neymiş bakalım o muamele?” diye sordu Oscar yumruklarını sıkarak.

Moss gülümsedi. Kendisine yeni bir kurban bulduğu için mutlu olmuş gibiydi. Özellikle de Pili gibi sert çocuğu oynamayı seven bir kurban. Böylece kimin en güçlü olduğunu göstererek Pili gibi kendisine kafa tutmaya cesaret etmeye kalkışacak küçük kabadayılara gözdağı vermiş olacaktı.

Oscar’ın yanma yaklaşarak sivilce ve yara izleriyle dolu suratını çocuğa doğru yaklaştırdı.

“Çok özel bir muamele olacak,” dedi dişlerinin arasından. “Senin gibi baba rolü oynamaya hevesli olanlar için özel olarak geliştirdim. Baban olmadığı için böyle davranıyorsun, değil mi?”

O ana kadar Oscar son derecede sakindi. Ancak babasından her söz edildiğinde olduğu gibi öfkenin yine bir dalga gibi vücudunu ayaklarından başına kadar ele geçirmekte olduğunu hissediyordu.

“Sen de kendi işine bak Moss,” dedi Oscar gergince. “Seni ilgilendirmeyen işlere burnunu sokma!”

Moss hassas bir noktaya dokunmuş olduğunu anladı.

“Baban olmasa da sana yapacağım şeyden sonra istersen koşup annenin ya da ablanın eteklerinin altına saklanabilirsin.”

Moss bunun üzerine tek bir sözcük daha söyleyemedi çünkü Oscar bütün ağırlığıyla onun üzerine atılmıştı ve iki çocuk yerde yuvarlandı.

Daha iri ve daha güçlü olan Moss başlarda üstün durumdaydı. Bir eliyle Oscar’ın bir kolunu hareketsiz hale getirip öbürüyle de boğazını sıkmıştı. Oscar bir süre soluk alamadı. Beyninin havaya uçacağını sandı. Kendini kurtarmaya çalıştıysa da Moss ondan çok daha güçlüydü. Gözlerini Moss’un çizgi haline gelmiş gözlerine diktiğinde kimse araya girmediği takdirde çocuğun onu bırakmayacağını anladı. Bakışları Ayden Spencer’ı aradı ancak dehşet içinde duvara sığınmış çocuğun onun yardımına koşmayacağı belliydi. Oscar’ın bir okul bahçesinde boğularak can vermeye hiç niyeti yoktu. Dizini kırdı ve bütün gücüyle ayağını yere vurdu. İki vücut bir kere daha yuvarlandı ancak bu sefer Oscar tarafından köşeye sıkıştırılan Moss oldu. Öfkesi Oscar’ın eneıjisini ikiye katlıyordu.

“Bakıyorum da,” diye bağırdı Oscar, “şimdi o kadar da kendinden emin gözükmüyorsun Moss. Ne diyordun az önce? Benim için özel bir muamele mi hazırlamıştın?”

Tam o anda Oscar karın boşluğunda şiddetli bir acı hissederek çocuğu bırakmak zorunda kaldı. Her zaman Moss’un yanında gezen ve ona küçük bir köpek gibi itaat eden Cole Doherty böğrüne bir tekme atmış ve şimdi de ayrık dişlerini ortaya çıkaracak şekilde sırıtıyordu. Liderine yardım etmiş olmaktan gurur duyuyor gibiydi. Durumdan yararlanan Moss ayağa kalktı ve rakibinin suratına bir yumruk indirdi. Oscar kendini çakıl taşlarına yapışmış olarak buldu.

“Yeter!”

Herkes aynı anda arkaya döndü. Kırk yaşlarında, gri takım elbiseli ve dikdörtgen gözlüklü, uzun boylu bir adam öfkeyle onları izliyordu. Bütün sesler kesildi ve tentenin üzerine düşen sağanak yağmurun sesinden başka hiçbir şey duyulmaz oldu.

“Elbette bu işin altında da yine sen varsın Moss,” dedi Penguen Öğretmen. “Ve bir de sen Pili,” diye de ekledi daha hafif bir öfkeyle, “beni fena halde hayal kırıklığına uğrattın.”

İçini çekerek ellerini arkasında birleştirdi.

“Yaz tatiline iki gün kala yine kavga edecek bir şeyler buldunuz demek. Madem öyle yarın dersten sonra ikiniz de ikişer saat cezalısınız. Başınızda da ben duracağım.”

Hâlâ titreyerek duvara yapışmış bir halde duran Ayden araya girmeye çalıştı.

“Bay Penguen, Pill’in bir suçu yok. O sadece… sadece…” Moss’un bir bakışı çocuğun susması için yeterli oldu.

“Sadece ne?” diye sordu Penguen Öğretmen öfkeyle. “Söyleyeceğin bir şey varsa söyle Spencer. Söylemeyeceksen de sınıfına dön. Teneffüs bitti.”

Ayden cevap vermedi. Yüzü kıpkırmızı bir halde binanın kapısına doğru koşmayı tercih etti. Moss ve arkadaşları da uzaklaştılar. Yalnızca çetenin tek kız üyesi olan Tilla, Oscar’m yanma gitti.

“Ronan Moss’a karşı hiçbir gücün yok,” dedi yüzünde afacan bir gülümsemeyle. “Ama şirin sayılırsın.”

Oscar başını çevirdi ve utanarak kızardı. Neyse ki çevrelerinde pek kimse kalmamıştı. Tilla sınıfın en güzel kızlarından biriydi ve her ne kadar on iki yaşındaki Oscar daha çok futbol ya da Playstation oynamakla ilgileniyor olsa da bu kızın uzun sarı saçlarını ve altın gözlerini daha önce de fark etmişti. Tilla bir kahkaha attı ve koşarak uzaklaştı. Oscar da sınıfına dönmeye hazırlanıyordu ki Penguen Öğretmen’in sesi onu durdurdu.

“Pili!”

Oscar gözlerini devirdi ve geri döndü. Öğretmenin çekeceği nutku ezbere biliyordu zaten.

Bay Penguen şimdi çok daha yumuşak bir sesle konuşuyordu.

“Oscar tekrar söylüyorum: Beni düş kırıklığına uğrattın. Geçen hafta yaptığımız konuşmadan sonra daha mantıklı davranacağını sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki boşa nefes tüketmişim.”

Oscar cevap vermenin bir işe yaramayacağını biliyordu. Öğretmeni Bay Penguen nazik ancak katıydı. Üstelik de en az kendisi kadar inatçıydı. Her şeye karşın yine de kendini savunmak istedi.

“Efendim, hepsi Moss’un suçuydu. Hepsi birlik olup Spencer’ın etrafını sarmışlardı ve…”

“Ve sen de gidip her zamanki gibi burnunu soktun,” diye sözünü kesti öğretmen gözlüğünü burnunun üzerinde düzelterek. Oscar bu hareketin ne anlama geldiğini biliyordu. Öğretmeni ne kadar öfkeliyse gözlüğüyle o kadar çok oynardı. Bu yüzden şimdilik susması daha iyi olacaktı, ancak Moss’la hesabı henüz kapanmış değildi.

“Kimse senden adalet dağıtmanı beklemiyor. Ayrıca ben Moss’u senden daha iyi tanıyorum, oysa sen uslu duracağına dair bana söz vermiştin ama görüyorum ki sözünü tutmuyorsun,” dedi Bay Penguen kupkuru bir sesle.

Oscar sustu. Şu an için yapılabilecek en iyi şey fırtınanın dinmesini beklemekti. Kendisini savunmaya bile çalışmadan aceleyle ortadan kaybolmuş olan Spencer’ı düşündü. Belki de öğretmeni haklıydı. Kimse ondan bir şey istememişti ve kimse ona teşekkür etmeyecekti. Olsun, en azından Moss’a her istediğini yapamayacağını göstermişti.

“Şu haline bir bak,” dedi öğretmeni ona bir mendil uzatarak. “Kan ve kum içinde kalmışsın.”

Oscar mendili alıp yüzünü sildi. Boynunda bir yanma hissediyordu. Ya Doherty’nin tekmesi sırasında ya da Moss’la yerlerde yuvarlanırken yaralanıp kanatmıştı. Elini yaranın üzerine koyduğunda sanki parmaklarından boynunun üzerine buzdan bir sıvı akıyormuş gibi tuhaf bir duygu hissetti. Şaşkınlıkla elini çekip dikkatle avucunu inceledi. Teninin altında hâlâ bir çeşit elektriklenme hissediyordu ancak görünürde her şey normaldi.

Penguen Öğretmen, Oscar’ın kolunu tuttu.

“Yaraya dokunma. Toz ve kum içindesin. Mikrop kapacak.”

Çocuğun başını geriye doğru itti ve üzerine doğru eğilerek yarayı inceledi. Tekrar doğrulduğunda Oscar gözlük camları arkasında öğretmenin gözlerinin yusyuvarlak olduğunu fark etti.

“Ama hiçbir şeyin yok senin. Tek bir çizik bile yok. Bu çok tuhaf! Yemin edebilirim ki daha birkaç saniye önce…”

Başını salladı.

“Demek başka bir yerin kesilmiş ve boynuna da kan oradan bulaşmış.”

Oscar tekrar boynuna götürdü. Artık acı duymuyordu ve biraz önce parmaklarının altında kesinlikle hissetmiş olduğu yara şimdi tamamen kaybolmuştu.

Penguen Öğretmen işine kaldığı yerden devam ederek Oscar’ı haşlamaya koyuldu.

“Çok iyi bir öğrenci olman sana istediğin her şeyi yapma hakkını vermez, Pili. Ama eğer aklının başına gelmesi için sana gereken, konuşmak yerine ceza almaksa işte onu da elde ettin. Hadi bakalım şimdi sınıfına!”

Günün geri kalanı öylesine yavaş geçti ki nihayet zil çaldığında Oscar sanki bütün bir haftayı okulda geçirmiş gibi hissediyordu.

Sınıfın en arkasında bir masaya tek başına oturmuş ve öğretmenin emri üzerine teneffüslerde de orada kalmıştı. Bütün bir gün boyunca Spencer onun sitemkâr bakışlarından gözlerini kaçırmıştı. Moss ve arkadaşları ise sürekli onu kışkırtıp duruyorlardı. Tilla bile sık sık dönüp ona bakıyordu. Ancak Bay Penguen’in dikkatli bakışları hepsinden daha etkiliydi. Bunun sayesinde Oscar, Moss’a saldırma isteğini bastırabilmiş ve dikkatini elinden geldiği kadarıyla öğretmenin anlattıklarına vermeye çalışmıştı. Bundan sonraki iki saat tarih dersine ayrılmıştı ve Bayan Wright’ın uyku getiren sesi bütün sınıfı derin bir uyuşukluğa sevk ettiği için kimsenin kimseyi kışkırtacak hali kalmamıştı. Zil çalar çalmaz Oscar sınıftan çıktı ve bahçeyi hızlıca geçerek okulun çıkışma yöneldi. Uzaktan Spencer’m kendini âdeta sihirli bir şekilde görünmez hale getirerek okuldan kaçışını izledi.

Yol boyunca öğrenciler başlarını çevirip ona bakıyorlardı. Görünüşe bakılırsa Moss’a kafa tutanların sayısı pek fazla değildi ve haber bütün okula kısa sürede yayılmıştı. Çok geçmeden Moss’un öfkesini üzerlerine çekmemek adına herkes onunla konuşmaya çekinecekti. Başkalarına hiç aldırış etmeden yoluna devam ederken aklında çok daha diplomatik davranmayı…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Alex Cross ~ James PattersonAlex Cross

    Alex Cross

    James Patterson

    ALEX CAROSS’UN KARŞILAŞTIĞI CANİLER ARASINDA ONDAN DAHA PSİKOPATI YOK. O, ALEX’İN KARISININ KATİLİ! Kimliği belirsiz bir katil, karısı Maria’yı gözlerinin önünde vurduğunda Alex Cross,...

  2. Uyanış ~ Kate ChopinUyanış

    Uyanış

    Kate Chopin

    Yirmi yedi yaşındaki Edna Pontellier varlıklı bir adamla evli, iki çocuk annesi, güzel bir kadındır. Ailesiyle yaz aylarını geçirmek için gittikleri tatil beldesinde kendisine...

  3. Natürmort ~ Josef WinklerNatürmort

    Natürmort

    Josef Winkler

    2008 yılında Almanca’nın en önemli edebiyat ödülü sayılan Georg Büchner Ödülü’nü kazanan Josef Winkler, Roma’da hayatın nabzının attığı yerlere götürüyor bizi. Bir yanda Vittorio...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur