
FOYLES, SUNDAY TIMES, TELEGRAPH, NEW YORKER, BBC HISTORY ve WATERSTONES’ta YILIN KİTABI
Dünya’nın geçmişi, yalnızca bir zaman çizgisi değil, yaşamın ilk kıvılcımından kadim ormanların gölgelerine, yok olmuş çağların yankılarından memelilerin şafağına uzanan, içine adım atabileceğimiz bir evren. Her bir adımda kayıp bir dünyanın nefesini duyduğumuz, doğanın kırılgan ve büyüleyici ısrarcılığına dokunduğumuz bir evren.
Ünlü paleobiyolog Thomas Halliday işte bu evrende, gezegenimizin çoğu zaman tahayyül bile etmediğimiz eski zamanlarında, Buz Devri Alaska’sından ilk mikrobik yaşamın doğduğu Ediyakaran’a uzanan bir yolculuğa çıkarıyor bizi. İnsanlığın doğum yerine uğruyor, Dünya’da şu âna kadar var olmuş en yüksek çağlayanın sesini dinliyor, 66 milyon yıl önce o meşum asteroidin Yucatan Yarımadası’na düşüşü sonrası yaşamın tekrar doğuşuna ve memeliler çağının şafağına tanık oluyoruz. Halliday ekosistemlerin nasıl oluşup çökebildiğini, türlerin nasıl tükendiğini ve canlıların birbirleriyle kurdukları hayati işbirliklerini gözler önüne seriyor.
The Baillie Gifford Ödülü adayı Öteki Diyarlar yaşamın ısrarcılığı ve ebedi görünenlerin kırılganlığı üzerine çok özel bir kitap.
“Yaşamın tarihine ve belki de geleceğine bakışınızı değiştirecek.” –ELIZABETH KOLBERT
“Dünya üzerindeki yaşamın tarihine dair şimdiye dek okuduğum en iyi kitap.” –TOM HOLLAND
“Derin zamanı yakalamak –hatta hayal etmek bile– çok zordur ama Thomas Halliday bunu başarmış. Bu büyüleyici kitap zaman yolculuğuna en yakın şey.” –BILL MCKIBBEN
İÇİNDEKİLER
Haritaların Listesi vi
Çağlar Tablosu vii
Çevirmenin Notu ix
Giriş: Milyonlarca Yıllık Ev xi
1. Çözülme Kuzey Ovası, Alaska, ABD – Pleyistosen 1
2. Kökenler Kanapoi, Kenya – Pliyosen 21
3. Tufan Gargano, İtalya – Miyosen 39
4. Yurt Tinguiririca, Şili – Oligosen 56
5. Döngüler Seymour Adası, Antarktika – Eosen 76
6. Yeniden Doğuş Hell Creek, Montana, ABD – Paleosen 94
7. Sinyaller Yişian (Yixian), Liaoning, Çin – Kretase 114
8. Temel Svabya, Almanya – Jura 133
9. İhtimaller Madıgen, Kırgızistan – Triyas 152
10. Mevsimler Moradi, Nijer – Permiyen 169
11. Yakıt Mazon Creek, Illinois, ABD – Karbonifer 184
12. İşbirliği Rhynie, İskoçya, Birleşik Krallık – Devoniyen 200
13. Derinler Yaman-Kası, Rusya – Siluriyen 218
14. Dönüşüm Soom, Güney Afrika – Ordovisiyen 234
15. Tüketiciler Çencan (Chengjiang), Yünnan, Çin – Kambriyen 251
16. Türeyiş Ediyakara (Ediacara) Tepeleri, Avustralya – Ediyakaran 269
Sonsöz: Ümit Adında Bir Kasaba 285
Son Notlar 304
Teşekkür 346
Dizin 351
Giriş
Milyonlarca Yıllık Ev
“Kimse geçmişin öldüğünü söylemesin.
Geçmiş hep çevremizde ve içimizde”
– Oodgeroo Noonuccal, The Past [Geçmiş]
“Hangi fırtına beni çağlar öncesinin bu derin okyanusuna
sürüklüyor, bilemiyorum”
– Ole Worm
Pencereden dışarı baktığımda tarlaların, evlerin ve parkların ötesinde, asırlardır Dünyanın Ucu [İng. World’s End] olarak bilinen yere gözüm ilişiyor. Geçmişte Londra’ya uzak olduğu için bu ismi almışsa da Londra artık o kadar büyüdü ki burayı da içine aldı. Ama pek de uzak olmayan bir geçmişte burası gerçekten dünyanın ucuydu. Bir zamanlar Thames’le birleşen nehirlerin bıraktığı çakıllı toprak, en son buzul çağında buraya yerleşti. Buzullar ilerledikçe güzergâhı değiştiği için Thames, artık eski dönemlere nazaran en az 160 kilometre daha güneyden denize dökülüyor. Buzun ağırlığıyla kilin ezilip büzüldüğü yokuşlu tepelerden baktığınızda karşınızdaki çalı çitlerinin, bahçelerin, sokak lambalarının görüntüsünü zihninizden silmek ve başka bir diyarı, yüzlerce kilometre uzayan bir buz örtüsünün ucundaki soğuk bir dünyayı hayal etmek gayet mümkündür. Buzlu mucur zeminin altındaysa bu toprakların daha da eski sakinlerinin (timsahlar, deniz kaplumbağaları ve atların erken dönem akrabalarının) korunduğu Londra Kili [İng. London Clay] isimli kayaç tabakası yatar. Bu sakinlerin yaşadıkları çevre, mangrov palmiyesi ve papav ormanlarıyla kaplı, suları deniz çayırları ve devasa nilüfer yapraklarıyla bezeli sıcak, tropik bir cennetti.
Geçmişin dünyaları, bazen tasavvur edilemeyecek kadar uzak gelebilir. Dünya’nın jeolojik tarihi 4,5 milyar yıl öncesine dek uzanıyor. Bu gezegende yaşam yaklaşık dört milyar yıldır var ve tek hücreli organizmalardan daha büyük canlılarsa belki de 2 milyar yıldır yaşamaktalar. Paleontoloji kayıtları sayesinde ortaya çıkarılan, farklı jeolojik zaman dilimlerine ait doğa manzaraları epeyce çeşitlilik gösteriyor ve bazı zamanlarda da günümüzün dünyasından oldukça farklı görünümler sergiliyor. Jeolojik zamanın uzunluğu üstüne kafa yoran İskoç jeolog ve yazar Hugh Miller, insanlık tarihinin tamamının “geçmişe uzanan o sayısız çağlar bir kenara, daha yerkürenin dününe bile ulaşamadığını” söylemiştir. Dün, kesinlikle uzundur. Dünya tarihinin 4,5 milyar yılının tamamını tek bir güne sıkıştırıp yeniden oynatabilseydik her bir saniyede 3 milyon yıl atlamış olurduk. Ekosistemlerin süratle oluşup yok olduğunu, bu sistemlerin yaşayan parçalarını oluşturan canlı türlerinin de ortaya çıkıp soylarının tükendiğini görürdük. Kıtaların kaydığını, iklim koşullarının göz açıp kapayıncaya dek değiştiğini ve aniden cereyan eden çarpıcı olayların uzun süredir varlığını sürdüren canlı topluluklarını mahvederek yıkıcı sonuçlara neden olduğunu görürdük. Pterozorların, plesiyozorların ve uçamayan tüm dinozorların sonunu getiren kitlesel yok oluş olayı, günün bitmesine 21 saniye kala gerçekleşirdi. Yazılı insanlık tarihiyse yalnızca son saniyenin son binde ikilik bölümünde başlardı.
Sıkıştırılmış geçmişin son saniyesinin en sondaki binde birlik kısmının başında, Mısır’da, günümüzdeki El-Uksur [veya Luksor] şehri yakınlarında, Firavun II. Ramses’in gömüldüğü bir türbe tapınak kompleksi yapılmıştır. Geriye dönüp Ramesseum’un inşa edildiği zamana bakmak, derinlere uzanan jeolojik zamanın baş döndürücü uçurumuna bakmak gibidir; bununla beraber bu yapı, bilindiği üzere geçiciliğin somut bir örneğidir. Mesela Percy Bysshe Shelley’nin buradan ilham alarak yazdığı “Ozymandias” şiirinde, her şeye gücü yeten bir firavunun tumturaklı sözleriyle, şiir yazıldığında artık kumdan ibaret olan manzaranın zıtlıkları kıyaslanır.
Şiiri ilk okuduğumda ne hakkında olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu ve Ozymandias’ı bir dinozor ismi zannetmiştim. Pek sık duymadığımız bu uzun ismin doğru telaffuzunu çıkarmak da zordu. Şiirde yapılan tasvirler tahakkümden, kudretten, taştan ve krallardan bahsediyordu. Kısacası tüm yapı, çocukluğumda tarih öncesi yaşamla ilgili resimli kitaplarda okuduklarımla örtüşüyordu. “Antik diyarlardan bir gezginle tanıştım ve dedi ki: taştan, gövdesiz iki koca bacak yükseliyor çölde” dizesini okuduğumda, tarih öncesinden korkunç bir canavarın kalıntılarına alçı kalıp yapıldığını düşünmüştüm. Kuzey Amerika’nın çorak arazilerinde kemik ve kemik parçalarından ibaret kalmış, gerçek bir zorba kertenkele kraldı* belki de bu.
Parçalanan her şey kaybolmaz. “Kaidesinde şunlar yazılı: ‘Benim adım Ozymandias, kralların kralı; sen güçlü kişi, eserlerime bak ki, gör çaresizliğini!’ Bunun dışındaysa kalmamış hiçbir şey” dizeleri, zamanın kendini beğenmiş bir hükümdara üstün gelmesi şeklinde yorumlanabilir; fakat firavunun dünyası unutulmadı. Heykel, bu dünyanın var olduğunun bir kanıtıdır; kelimelerin içeriği, üslubundaki ayrıntılar, bu dünyanın içinde bulunduğu bağlama dair birer ipucu niteliğindedir. Böyle okunduğunda; “Ozymandias” bize fosilleşmiş organizmalar ve içinde yaşadıkları çevre hakkında fikir yürütmek için bir fırsat sunmuş olur. İçindeki kibri çıkardığımızda, şiirin, geçmişten günümüze kadar gelmiş kalıntılar üzerinden geçmişin hakikatine ulaşmakla ilgili olduğu da söylenebilir. Tek bir parça, tek bir kalıntı bile ıssız, yeknesak kumların ötesinde bir şeyin, vaktiyle orada yaşamış bir şeyin kanıtı olarak bir hikâye anlatabilir. Kayaların arasında bulunanların verdiği ipuçlarıyla, artık var olmayan fakat hâlâ seçilebilir olan bir dünya yeniden görülebilir.
Ramesseum tapınağı ilk başlarda “Milyonlarca Yıllık Ev” olarak çevrilebilecek bir isme sahipti ki bu sıfat, Dünya’ya da rahatlıkla verilebilir. Gezegenimizin geçmişi de toprağın altında gizlidir. Oluşumunun ve geçirdiği değişimlerin izlerini kabuğunda taşır ve o da sakinlerini fosillerin mezar taşı, maske ve ceset görevi gördüğü taştan bir türbe içinde saklar.
Bu dünyalar, bu öteki diyarlar ziyaret edilemez yerlerdir; en azından bedenen. Devasa dinozorların gezindiği çevreleri ziyaret edemez, onların toprağında yürüyemez, sularında yüzemezsiniz. Bu diyarlar ancak kayalar sayesinde, donmuş kumlar üzerindeki izler okunarak ve kaybolmuş bir Dünya hayal edilerek deneyimlenebilir. Bu kitapta Dünya’nın önceki hallerine, tarihi boyunca yaşadığı değişimlere ve yaşamın bu değişimlere uyum sağlamak için bulduğu ya da bulamadığı yollara bir gezinti yapacağız. Kitabın her bölümünde, fosil kayıtlarının rehberliğinden yararlanarak, bitki ve hayvanları gözlemlemek üzere jeolojik geçmişten bir alanı ziyaret edecek, manzaraya kendimizi kaptıracak, yok olmuş ekosistemlerden dünyamız hakkında olabildiğince çok şey öğrenmeye çalışacağız. Bu yok olmuş alanları bir gezginin, safariye çıkmış birinin gözleriyle ziyaret ederken geçmişle günümüz arasında bir köprü kurmayı amaçlıyorum. Bir manzara görünür hale getirilerek günümüze taşındığında, oradaki organizmaların –genellikle aşina olduğumuz– yaşama, rekabet etme, çiftleşme, beslenme ve ölme biçimleri hakkında bir fikir edinmek daha kolay olur.
İçinde bulunduğumuz Senozoyik zamanın başladığı, “beş büyük” kitlesel yok oluşun sonuncusunun gerçekleştiği 66 milyon yıl öncesine dek her jeolojik devre için belli bir alan seçildi. Bu kitlesel yok oluşun öncesinde ise, 500 milyon yılı aşkın bir süre önce Ediyakaran’da çok hücreli yaşamın başlangıcına dek her bir jeolojik dönem (birkaç devreden oluşur) için de bir alan seçildi. Bu alanlardan bazıları gözalıcı biyolojileri, bazıları ender görülen çevreleri, bazılarıysa geçmişte yaşamın nasıl olduğu ve ne gibi etkileşimlerin yaşandığına dair bize alışılmadık ölçüde net bilgiler sağlayacak kadar iyi korundukları için seçildi.
Yolculuklar hep evden başlar; bu yolculuğun güzergâhı da günümüzden geçmişe doğru olacak. Buzulların dünya sularının çoğunu tuttuğu, dünya genelinde deniz seviyelerinin düştüğü, nispeten yaşadığımız dünyayı andıran Pleyistosen’in buzul çağlarıyla başlayacak, sonra da zamanda gitgide geri gideceğiz. Geçmişe doğru ilerledikçe yaşam ve coğrafya daha da yabancılaşacak. Senozoyik’in jeolojik devreleri, bizi insanlığın ilk yıllarına, Dünya’nın gelmiş geçmiş en büyük şelalesine, ılıman ve orman kaplı Antarktika’ya ve en sonunda Kretase sonunda gerçekleşmiş kitlesel yok oluşa dek götürecek. Onun da ötesine geçtiğimizde Mesozoyik ve Paleozoyik’in sakinleriyle buluşacak, dinozorların hâkim olduğu ormanları, binlerce kilometre uzunluğundaki bir cam resifini ve muson yağmurlarıyla sırılsıklam olmuş bir çölü ziyaret edeceğiz. Organizmaların nasıl yepyeni ekolojilere uyum sağladığını, karaya çıkıp uçmaya başladığını ve yaşamın yeni ekosistemler yaratırken nasıl daha fazla çeşitliliğin önünü açtığını inceleyeceğiz.
Yaklaşık 550 milyon yıl önceye, içinde bulunduğumuz jeolojik üst zamandan daha önceki Proterozoyik’e kısa bir ziyarette bulunduktan sonra da kendi Dünya’mıza, günümüze geri döneceğiz. Modern dünyanın manzaraları, insan kaynaklı müdahaleler nedeniyle süratle değişiyor. Jeolojik geçmişte yaşanmış köklü çevre değişimleriyle kıyasladığımızda, yakın ve uzak gelecekte nelerin gerçekleşeceğini bekleyebiliriz?
Ne karbon oranı yüksek bir atmosferde meydana gelecek değişiklikleri görmek için gezegende kolay kolay bir deney yapabiliriz ne de küresel ekosistem çöküşünün şiddetini azaltmadığımız takdirde bunun uzun vadede ne gibi etkiler doğuracağını görecek vaktimiz var. Tahminlerimizi Dünya’nın işleyiş şekline dair doğru modellere dayandırmamız gerekiyor. İşte bu noktada Dünya’nın jeolojik tarihteki devinimleri, âdeta bir doğa laboratuvarı işlevi görür. Uzak gelecekle ilgili sorularımıza, yalnızca geçmişin Dünya’larının geleceğin Dünya’sından beklediğimiz manzaraları yansıttığı dönemlere bakarak cevap bulabiliriz. Şimdiye kadar beş büyük kitlesel yok oluş gerçekleşti, kıtasal kara parçaları ayrılıp yeniden birleşti, okyanusların ve atmosferin kimyası ve dolaşımı değişti; işte tüm bunlar Dünya’daki yaşamın jeolojik zaman ölçeklerinde nasıl bir yol çizdiğini anlamamız için bize veriler sunar.
Gezegenimiz hakkında sorular sorabiliriz. Geçmişin biyolojisi yalnızca şaşkınlıkla bakıp kalacağımız, yabancı bir diyardan, başka bir dünyadan gelen bir tuhaflık değildir. Günümüzdeki tropik yağmur ormanlarında ya da tundranın likenlerle kaplı dünyasında geçerli ekoloji ilkeleri, geçmişin ekosistemlerinde de geçerliydi. Oyuncular farklı olsa da oynanan oyun hâlâ aynı. Bir fosil tek başına ele alındığında anatomik varyasyonlara, biçim ile işleve ve gelişim sürecini yöneten genel yazılıma uygulanacak birkaç ince ayarla bir organizmanın neler yapabileceğine dair müthiş bir örnek görevi görebilir. Ama tıpkı antikçağ heykellerinin bir kültür bağlamı içinde var olması gibi hiçbir fosil de, ister hayvana ister bitkiye isterse de mantar veya mikroba ait olsun, tek başına var olmamıştır. Her biri belli bir ekosistem bünyesinde, sayısız türle çevre arasındaki bir etkileşim ağının üzerinde ve yine Dünya’nın dönüşüne, kıtaların konumuna, toprak veya sudaki minerallere ve daha önce aynı bölgede yaşamış canlıların miras bıraktığı kısıtlamalara tabi olan karmaşık bir yaşam, hava durumu ve kimya çorbası içinde yaşamıştır. Fosillerin oluştuğu ve bu fosilleri oluşturanların yaşadığı dünyaların yeniden yaratılması, paleontologların on sekizinci yüzyıldan bu yana uğraştığı bir meseledir ki bu yöndeki uğraşlar son on-yirmi yılda iyice hız kazanmış ve daha çok ayrıntı açığa çıkmaya başlamıştır.
Paleontolojideki son gelişmeler, geçmiş yaşamlar hakkında yakın zamana dek imkânsız görülen bazı ayrıntıların açığa çıkarılmasını sağladı. Fosillerin yapısını derinlemesine inceleyerek artık tüylerin, kınkanatlı kabuklarının, kertenkele pullarının renklerini yeniden oluşturabiliyor, bu hayvan ve bitkilerin geçirdiği hastalıkları öğrenebiliyoruz. Bu fosilleri canlı yaratıklarla kıyaslayarak besin ağlarıyla etkileşimlerini, ısırma kuvvetleri ile kafataslarının sağlamlığını, sosyal yapıları ile çiftleşme alışkanlıklarını ve hatta nadir durumlarda seslerini bile yeniden oluşturabiliyoruz. Fosil kayıtları artık sadece kaya üzerindeki izlerin koleksiyonundan ve taksonomik isim listelerinden ibaret değildir. Son araştırmalar hayat dolu ve gelişmiş komüniteler ortaya koymuş; birbirine kur yapan, hastalanan, parlak tüylerini ya da çiçeklerini sergileyen, öten ve vızıldayan, günümüzün dünyası ile aynı biyoloji ilkelerine tabi dünyalarda yaşayan gerçek, canlı organizmaların kalıntılarını açığa çıkarmıştır.
Belki de birçok kişinin zihnindeki paleontoloji tasavvuru bu değildir. Koleksiyon yapan, diğer ülke ve kültürleri ziyaret eden, elinde çekiçle yeryüzünün kabuğunu yarıp açmak için hazır bekleyen Victoria Dönemi beyefendisi imgesi her yere nüfuz etmiştir. Fizikçi Ernest Rutherford iddialara göre, biraz da hor görerek bilimin “ya fizikten ya da pul koleksiyonculuğundan” ibaret olduğunu söylediğinde muhakkak ki doldurulmuş hayvan yığınlarını, kanatları kusursuzca açılmış çekmeceler dolusu kelebeği ve sanayi demiriyle tutturulmuş biçimsiz iskeletleri düşünüyordu. Ne var ki günümüzde bir paleobiyolog zamanını çöl sıcağının altında olduğu kadar, bilgisayarının başında veya dairesel parçacık hızlandırıcılarından yararlanarak fosillerin içine X ışınları gönderdiği laboratuvarlarda da geçirmektedir. Şahsen benim bilimsel araştırmalarım da çoğunlukla bodrum katlarındaki müze koleksiyonları ile bilgisayar algoritmaları arasında, son kitlesel yok oluşun ardından yaşamış memeliler arasındaki ilişkileri çözümleyebilmek için ortak anatomik özellikleri değerlendirmekle geçti.
Yalnızca günümüz yaşamına bakarak yaşamın tarihi hakkında fikir edinmek çok da imkânsız değil fakat bu süreç bir romanda olup bitenleri sadece son birkaç sayfasını okuyarak anlamaya çalışmaya benzer. Öncesinde neler olduğuna dair tahminler yürütebilecek ve kitabın sonuna dek ulaşmış karakterlerin mevcut durumunu çıkarsayabilseniz de, olay örgüsünün zenginliğini, romandaki sayısız karakteri ve hikâyenin en heyecanlı kısımlarını kaçırabilirsiniz. Aslında fosiller dahil edildiğinde bile yaşam tarihinin büyük kısmı, alanın uzmanı olmayanlar için belirsiz kalmaya mahkûmdur. Dinozorlar ile Avrupa ve Kuzey Amerika’nın buzul çağı hayvanları çok kişi tarafından bilinir; alan hakkında biraz daha bilgisi olanlar da tribolitler ve ammonitler, hatta Kambriyen patlaması hakkında bir şeyler duymuştur. Ne var ki bunlar, tüm hikâyenin küçücük parçalarıdır yalnızca. İşte elinizdeki kitapla bu boşlukların bir kısmını doldurmak istiyorum.
Bu kitap, ister istemez, geçmişin şahsi bir yorumudur. Artık tarih olmuş geçmiş, gerçek “derin zaman” farklı kişiler için farklı anlamlara gelir. Trilyonlarca planktonun dibe çökmesi, üst üste sıkışması ve yükselerek Kent ve Normandiya’daki tebeşir arazileri (plankton iskeletlerinden meydana gelmiş kırsal kesimi) oluşturması için geçen zamanı düşünmek kimileri için coşku verici, baş döndürücü bir histir. Diğerleri içinse bir kaçış; günümüzde yaşadığımızdan başka yaşamları düşünmek insan kaynaklı soy tükenişlerinin endişelerinden azade olduğumuz, dodo kuşunun da bir gelecek ihtimalinden ibaret olduğu o eski zamanları hayal etmek için bir fırsattır. Bununla beraber bu kitapta göreceklerimizin hepsi gerçeklere dayanır; ya doğrudan doğruya fosil kayıtlarında görülüp güçlü bir çıkarım yapılmıştır ya da bilgilerimizin eksik olduğu yerlerde kesinkes söyleyebildiklerimizi temel alan makul açıklamalardır. Fikir birliğinin olmadığı yerlerde, öne sürülen hipotezlerden birini alıp kullandığımı da söylemem gerekir. Yine de çalıların arasından gelen bir kanat çırpıntısı, göz ucuyla görülen bir hayvan postu ya da karanlıkta bir şeylerin hareket ettiği hissi doğayı deneyimlemenin ayrılmaz bir parçasıdır. Bir miktar muğlaklık, değişmez hakikatler kadar hayranlık uyandırabilir.
Buradaki canlandırmalar, binlerce biliminsanının 200 yıla yayılan çalışmalarının ürünüdür. Onların fosil kalıntıları üzerinde yaptığı yorumlar, nihayetinde bu kitaptaki gerçeklere dayalı içeriklerin yolunu açmıştır. Kemikteki, dış iskeletteki ya da ağaç parçalarındaki şişlikler, çıkıntılar ve delikler bir paleobiyoloğa yaşamış bir organizmanın resmini çizebilmek için –o organizma bugün yaşasa da yaşamasa da– gerekli ipuçlarını verir. Soyu tükenmemiş bir tatlı su timsahının kafatasına bakmak, bir karakter analizini okumak gibidir. Kafatasındaki payandalı çıkıntı ve kemerler Gotik mimariyi akla getirse de bu yapılar burada bir katedralin çatı ağırlığı yerine kuvvetli çene kaslarına direnmektedir. Kafanın üst kısmında konumlanmış gözler ile burun delikleri alçaktan yüzdüğü, su yüzeyinde belli belirsiz görünüp nefes aldığı anlamına gelirken, suyun içini taramaya uygun uzun bir ağzın içinde uzun bir sıra halinde dizilmiş sivri ama yuvarlak biçimli dişlerse kaygan balıkları yakalamaya uygun, avı ani bir hamleyle kavrayarak sıkı sıkı tutmaya dayalı bir beslenme tarzına işaret eder. Kaynamış kırıklarla birlikte yaşamın bıraktığı tüm yaralar göz önündedir. Yaşanan hayatlar, izlerini ayrıntılı ve tekrar üretilebilir biçimlerde bırakır.
Bireylerin ötesine geçerek geçmiş ekosistemlerin niteliklerini, etkileşimleri, nişleri, besin ağlarını, mineral ve besin akışını ortaya çıkarmak artık paleobiyolojinin sıradan işlerindendir. Fosilleşmiş oyuklar ile ayak izleri, anatominin sessiz kaldığı durumlarda canlıların hareket biçimleri ve yaşam tarzları hakkında ayrıntılar sunabilir. Türler arasındaki ilişkiler, bu türlerin biyolojileri ve dağılımları için hangi faktörlerin önemli olduğunu ve evrim süreçlerinin itici gücünü bize gösterebilir. Tortul kayaçlardaki kum tanelerinin örüntüsü ve kimyası ilgili çevreye dair bilgileri barındırır; bu dik uçurum bir zamanlar bir gelgit düzlüğünde kıvrılarak ilerleyen, sürekli yatak değiştiren menderesli nehirlerin oluşturduğu bir delta mı yoksa sığ bir deniz miydi? Bu deniz, ince siltin durgun suda yavaşça zemine indiği korunaklı bir lagün mü yoksa sert dalgaların vurduğu bir yer miydi? O zamanki hava sıcaklığı neydi? Küresel deniz seviyesi neydi? Hâkim rüzgârlar hangi doğrultuda esiyordu? Tüm bu sorular, yeterli bilgiyle kolaylıkla cevaplanabilir.
Bu bilgi türlerinin hepsinin her konumda bulunması mümkün olmuyor, ama bazen parçalar öyle bir araya geliyor ki paleoekologlar, bir bölgenin iklim ve coğrafyasından o bölgede yaşamış yaratıklara dek manzaranın çok geniş kapsamlı bir resmini çizebiliyor. Geçmiş çevrelerin günümüzdeymişçesine canlılık taşıyan bu resimleri, içlerinde bugünün dünyasına nasıl yaklaşmamız gerektiğine dair de önemli dersler barındırır.
Doğanın artık kanıksadığımız birçok parçası, aslında yakın zamanlarda ortaya çıkmıştır. Günümüzde gezegenin en büyük ekosistemlerinin başlıca bileşeni buğdaygiller ancak Kretase’nin en sonunda, 70 milyon yıldan kısa bir süre önce Hindistan ile Güney Amerika ormanlarının nadir görülen parçaları olarak ortaya çıktı. Buğdaygillerin egemen olduğu ekosistemler de ancak günümüzden 40 milyon yıl önce boy gösterdi. Dinozorların gezindiği bir buğdaygiller sahası hiç olmadı, Kuzey Yarımküre’de ise buğdaygiller aslen hiç bulunmuyordu. İster modern türleri geçmişe yakıştırmamızdan isterse de soyları tükenmiş bile olsa aralarında milyonlarca yıl bulunan canlıları aynı zaman dilimine sıkıştırmamızdan kaynaklansın, geçmiş dönemlerin nasıl bir manzaraya sahip olduğuna dair önyargılarımızı bir kenara atmalıyız. En son Diplodocus ile ilk Tyrannosaurus arasında, son Tyrannosaurus ile sizin doğum tarihiniz arasındakinden daha çok zaman geçmiştir. Diplodocus gibi Jura yaratıkları, buğdaygilleri görmedikleri gibi hiç çiçek de göremediler; çiçekli bitkiler ancak orta Kretase Dönemi’nde çeşitlenmeye başladı.
Habitatların tahrip edilerek parçalanmasının getirdiği biyoçeşitlilik krizi ile iklim değişikliğinin süregiden etkilerinin birleştiği günümüzde, gitgide daha fazla organizmanın soyunun tükenmesine artık oldukça aşinayız. Sıklıkla altıncı kitlesel yok oluşu yaşadığımız dillendiriliyor. Mercan resiflerinin beyazlaştığını, Arktik buz örtülerinin eridiğini ya da Endonezya ile Amazon havzasındaki ormansızlaşmayı duymaya alıştık. Oysa yine oldukça önemli olan tarla drenajının sulak alanlara etkisi ya da tundraların ısınması konuları daha az tartışma konusu oluyor. Yaşadığımız dünyanın görümünü değişiyor. Bu değişimin ölçeğini ve sonuçlarını kavramak genellikle zordur. Tüm o hayat dolu çeşitliliğiyle Büyük Set Resifi [İng. Great Barrier Reef] kadar uçsuz bucaksız boyutlarda bir şeyin bir gün kaybolabileceği fikrine insanın inanası gelmiyor.
Yine de fosil kayıtları bu tür toptan bir değişimin mümkün olduğunu göstermekle kalmıyor, Dünya tarihi boyunca defalarca yaşandığını da gözler önüne seriyor.
Günümüzdeki resifler mercanlardan oluşsa da geçmişte deniztarağı benzeri yumuşakçalar, kabuklu brakiyopodlar [Lat. Brachiopoda] ve hatta süngerler de resif inşa ediyorlardı. Mercanların resif yapan en yaygın organizma haline gelmesi, yalnızca yumuşakça resiflerinin son kitlesel yok oluşta ölmesinin ardından gerçekleşti. Bu resif yapan deniztarakları, Geç Jura’da ortaya çıkıp yaygın sünger resiflerinin yerini almış, süngerlerse Permiyen sonu kitlesel yok oluşunda brakiyopod resifleri tamamen öldükten sonra resif yapma nişini doldurmuştu. Uzun bir dönemi ele alarak değerlendirecek olursak, kıtasal boyutlardaki mercan resifleri, artık geri getirilemeyecek o ekosistemlerin arasına girebilir ve insan kaynaklı bir kitlesel yok oluşla son bularak tamamıyla bir Senozoyik zaman olgusuna dönüşebilir. Günümüzde mercan resifleri ile tehdit altındaki diğer ekosistemlerin geleceği bir denge halinde olabilir, ancak egemen türlerin nasıl süratle gerileyip kaybolduğunu göstermeleri bakımından fosil kayıtları hem bir hatırlatma hem de bir uyarı niteliği taşıyor.
Fosiller gelecek yaşam hakkında fikir edinmek için akla ilk gelen yerler olmayabilir. Biyolojik hiyeroglifleri andıran fosil izlerinin tuhaflığı, geçmişle aramıza geçilemez bir sınır baştan çıkarıcı olsa da diğer tarafa ulaşmanın mümkün olmadığı bir mesafe koyar. Şair ve akademisyen Alice Tarbuck, “doğa, küçük kemiklerin direndiği bir taksonomidir” başlıklı şiirinde “bana Leviathan’ın izlerini verin, kıvrılıp bükülen o deniz canavarını” dizesiyle bu mesafeyi ortaya serer. “Asırlar öncesine, ihtimallerin bodrum katına inen ayak izlerini” arzulayan şair, “Kimse taksonomiden bahsetmesin” dizesiyle de canlıların sınıflandırılıp müze etiketleriyle isimlendirilmesine karşı çıkar.
Çalışma hayatının bir kısmını organizmaları şube-sınıf-takım kutularına yerleştirmekle geçirmiş araştırmacılardan biri olarak ben de sınıflandırmadan ziyade canlının kendisine yakınlık hissediyorum. İsimler hatırlatmaya ya da anlamlandırmaya yardımcı olabilir, fakat çoğu zaman bir organizmanın kendisiyle ilgili bir his uyandıramaz. Latince isimler birer işaretçiden ibarettir; biyolojideki Dewey onlu sınıflandırma sistemini oluştururlar. Aynı işlevi pekâlâ bir sayı da görebilir ki aslında sistem de bu şekilde çalışır. Her bir tür ve alt tür için dünyanın belli bir yerinde, o türden olmanın, mesela bir İtalya kızıl tilkisi olmanın, ne anlama geldiğini gösteren bir numune birey vardır. Vulpes vulpes toschii türünün tanımlayıcı bireyi ise Bonn’daki Alexander König Müzesi’nde bulunan ZMFK 66-487’dir. Bir canlının bu alt türe dahil edilebilmesi için özellikle bu Platoncu* tilkiye, 1961’de Monte Gargano’da bulunan bu yetişkin dişiye anatomi ve genetik yapı bakımından yeterince yakın olması gerekir. Bu kullanışlı bir yöntem olsa da bir şehir tilkisinin bakımsız bir bahçe çitindeki cambazlığı, etrafta gezinen yetişkinlerin belli bir amaca yönelik koşturmaları, Reynard’ın†mitolojik kurnazlığı ya da yavruların dışarıda kaygısızca uyumaları hakkında hiçbir şey anlatmaz. Üstelik bu, her gün etrafımızda gördüğümüz bir yaratık. Peki artık kaybolup gidenlerin sadece isminden ne umulabilir ki? İşte benim amacım da, isimler ile gerçekler arasındaki, sikke ile som altın arasındaki boşluğa bir köprü kurabilmek. Kadim yaşam formlarını, dünyamızın olağan ziyaretçileriymiş gibi, tir tir titreyen, vücudundan buharlar yükselen kanlı canlı, içgüdülere sahip hayvanlar olarak, çıtırdayan dallar ve düşen yapraklar olarak görmek.
Günümüzde ne zaman soyu tükenmiş bir yaratık canlıymış gibi tasvir edilse genellikle bir canavar, doymak bilmez iştahlı bir zalimmiş gibi gösterilir. Bu eğilimin geçmişi, on dokuzuncu yüzyılın başlarındaki sansasyon düşkünü jeologlara dek uzanır. Dramatik ve vahşi bir geçmişe dair tasavvurlarına destek bulmaya heves eden bazıları, otçul oldukları o günlerde bile bilinen yünlü mamutlar ile yerde yaşayan tembel hayvanları doymak bilmez etobur yaratıklar diye tanıtmışlardı. Örneğin mamut, avları olan kaplumbağaları yakalamak için göllerde pusu kuran uğursuz, güçlü bir avcı olarak tanıtılmış, yerde yaşayan uysal ve otçul tembel hayvansa “göz korkutucu bir uçurum gibi devasa, kana susamış panter gibi gaddar, inişe geçmiş kartal gibi hızlı ve gece meleği gibi korkunç” diye nitelenmişti. Günümüzde bile tarih öncesi hayvanların bilinçten yoksun, barbarca saldırganlığı, çok sayıda filmde, kitapta ve televizyon programında tasvir edilmeye devam ediyor. Ama Kretase’nin avcıları da günümüzdeki aslandan daha fazla kana susamış değildi. Evet, kesinlikle tehlikelilerdi ancak canavar değil, hayvanlardı.
Fosillerin antika eşya olarak gururla koleksiyonlarının yapılması ile soyu tükenmiş organizmaların canavarlar olarak resmedilmesinin ortak noktası, her ikisinin de bir ekolojik bağlamdan yoksun olmasıdır. Bitkilerle mantarlar genellikle ortalıkta yoktur ve omurgasızlara da şöyle bir bakılıp geçilmiştir. Oysa Dünya’nın kayaçlarındaki kayıtlar bu bağlam bilgisini bünyelerinde saklar; soyu tükenmiş bu yaratıkların yaşadıkları koşulları, onları şimdi bize son derece olağandışı gelen biçimlere sokmuş koşulları ortaya çıkarır. Bu kayıtlar mümkün olabilmiş yaşamların, kaybolmuş doğa manzaralarının bir ansiklopedisidir ve bu kitap da bu manzaraları bir kez daha hayata döndürmeyi, soyu tükenmiş organizmaların hafızalarda yer etmiş o tozlu imajından ya da tema parklarında kükrer halde tasvir edilen o sansasyonel Tyrannosaurus’lardan bir kopuşla o geçmiş zamanlardaki doğanın kendi gerçekliğini tıpkı günümüzdeymişçesine deneyimlemeyi amaçlamaktadır.
Bir zamanlar var olmuş manzaraları düşünmek, bir nevi zamanda yolculuğa çıkmak gibidir. Bu kitabı, mekân yerine zaman açısından uzak diyarlara giden bir doğa tarihçisinin seyahatnamesini okur gibi okumanızı ve son 500 milyon yılı da akıl sır ermezcesine uzun bir süreden ziyade hem masal gibi hem de tanıdık olan bir dünyalar dizisi gibi görmeye başlamanızı umuyorum.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Popüler Bilim
- Kitap AdıÖteki Diyarlar: Kayıp Dünyaya Yolculuk
- Sayfa Sayısı392
- YazarThomas Halliday
- ISBN9786051983752
- Boyutlar, Kapak15 x 23 cm, Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2025