Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Parla
Parla

Parla

Jessica Jung

Sen durma parla kimseyi kafana takma Girls’ Generation’ın eski solisti, K-pop efsanesi Jessica Jung Çılgın Zengin Asyalılar ile Dedikoducu Kız’ı buluşturup ışıltılı sahne dünyasının…

Sen durma parla kimseyi kafana takma Girls’ Generation’ın eski solisti, K-pop efsanesi Jessica Jung Çılgın Zengin Asyalılar ile Dedikoducu Kız’ı buluşturup ışıltılı sahne dünyasının arkasındaki gerçekleri, hayaller uğruna feda edilenleri ve büyük bir aşkı anlatıyor. On yedi yaşındaki Koreli Amerikalı Rachel, 6 yıl önce DB Entertainment tarafından işe alındığında kendini bir peri masalında hissetmişti. 7/24 çalış, mükemmel görün ve kimseyle sevgili olma. Kurallar da basitmiş, değil mi? Hiç de değil. Karanlık skandallar birer birer ortaya çıkarken, Rachel gerçek bir yıldız olabilecek kadar güçlü olmadığından endişelenmeye başlamıştı. Özellikle de DB’nin altın çocuğuna karşı bir şeyler hissettiğini anladığında. Pop dünyası kalbinin sesini dinleyen bir kız için çok risklidir. Aslında dünyanın seni fark etmesi ve gerçekten parlamak için belki de tek gereken budur. Sen ne dersin?

Bir

Başını kaldır, bacak bacak üzerine at. Karın içeri, omuzlar geriye. Bütün dünya en yakın arkadaşınmış gibi gülümse. Kamera yüzüme odaklanırken bu sözleri zihnimde tekrarladım. Pembe dudak parlatıcısı sürülmüş dudaklarım, “bana bütün sırlarını söylemek istemez misin” diyen bir gülümsemeyle kıvrıldı. Ama muhtemelen söylememeliydiniz. Hani iki kişinin bildiği sır değildir derler ya? Eh, benim dünyamda bu fazlasıyla doğruydu. Burada gözler her zaman üzerinizdeydi ve sırlar gerçekten ölümünüze sebep olabilirdi. Ya da en azından, parlama şansınızın ölümüne sebep olurdu.

“Kızlar, çok heyecanlı olmalısınız!” Röportaj yapan kişi yağlı, arkaya yatırılmış saçları olan beyaz tenli orta yaşlı bir adamdı. Cafcaflı pembe saten kravatı ve kırmızı gömleği böyle dikkat dağıtıcı olmasaydı yakışıklı olduğunu söyleyebilirdim. Hevesle öne doğru eğilip karşısında oturan dokuz kıza baktı. Dalgalı saçlarımız kusursuz bir şekilde omuzlarımıza dökülüyor, yüzlerimiz yıllarca ten beyazlatıcı maskeler kullanmaktan parlıyordu. Üst üste attığımız pürüzsüz bacaklarımızın bükülme açısından, pastel renkli gökkuşağı tonlarındaki ince topuklularımızın diziliş sırasına kadar her şey önceden belirlenmişti. “Bütün müzik şovlarında birinci sırayı aldınız, hem de ilk klibinizle! All-Kill’den* bir ödül uzaktasınız! Nasıl hissediyorsunuz?” “Daha heyecanlı olamazdık” diye hevesle atladı Mina, kusursuz dişlerini göstererek gülümsedi.

Ona uymak için gülümseyince yüz kaslarım ağrıdı. “Rüyalarımız gerçek oldu” diye onaylayan Eunji, bir balon şişirerek ağzındaki çilekli sakızı patlattı. “Bunu birlikte yapma şansına sahip olduğumuz için minnettarız” diye araya girdi Lizzie, gözleri kat kat sürülmüş gümüş farla parlıyordu.

Röportajcının gözleri parladı, bir sır verirmiş gibi öne doğru eğildi. “Peki hepiniz iyi mi anlaşıyorsunuz? Yani, bu grupta dokuz inanılmaz güzel kız var. Her zaman kolay olamaz.” Sumin yumuşak bir şekilde gülerek, parlak kırmızı ruj sürülmüş dudaklarını büzdü. “Hiçbir şey her zaman kolay değildir” dedi. “Ama biz bir aileyiz. Ve aile her şeyden önce gelir.” Yanında oturan Lizzie’nin koluna girdi. “Biz birbirimize aitiz.” Röportajcı elini kalbine götürdü. “Ne kadar tatlı. Peki birlikte çalışmanın en sevdiğiniz yanı nedir?” Gözlerini yavaşça grubun üzerinde gezdirip en sonunda bana döndü. “Rachel?”

Gözlerim ânında röportajcının arkasında duran kameraya kaydı. Kameranın bana odaklandığını hissedebiliyordum. Başını kaldır, bacak bacak üzerine at. Karnını içeri çek, omuzlarını geriye at. Yıllardır bu an için hazırlanıyordum. Kocaman gülümseyip, röportajcıyı en iyi arkadaşım haline getirdim. Ama zihnim tamamen boştu. Bir şey söyle, Rachel. Ne olursa. Beklediğin an işte bu. Ellerim terliyordu, sessizliğim odayı doldururken diğer kızların oturdukları yerde rahatsızca kıpırdandıklarını görebiliyordum. Kamera üzerimdeki bir spot ışığı gibi, tenimi gıdıklayıp beni yakıyordu. Boğazım kurumuştu, konuşmak neredeyse imkânsızdı. Sonunda, röportajcı iç çekip bana acıdı. “Birlikte çok şey atlattınız, yedi sene boyunca çalışıp büyük bir çıkış yaptınız! Bu tam da umduğun gibi bir deneyim miydi?” Gülümsedi, daha kolay bir soruya geçmişti.

“Evet” dedim boğuk bir sesle, gülümsemem hâlâ yüzüme yapışmıştı. Konuşmayı sürdürdü. “O halde büyük çıkışınızdan önce kız grubu adayı olarak hayatınızdan biraz bahset. Aday evinde yaşamanın en sevdiğin yanı neydi?” Terli ellerimi fark ettirmeden altımdaki deri koltuğa silerken verecek bir cevap bulmak için zihnimi zorladım. Aklıma bir fikir geldi. “Başka ne olabilir?” dedim, elimi kaldırarak beyaz ve mor çizgilerle süslenmiş manikürlü parmaklarımı sakarca kameraya doğru salladım. “Tırnaklarımı boyayan sekiz kız olması. 7/24 kuaförde yaşamak gibi!”

Tanrım. Neyim var benim? Az önce aday eğitiminin en iyi yanının sekiz kızın manikürümü yapması olduğunu mu söyledim gerçekten? Neyse ki röportajcının yüksek sesli kahkahası odada yankılandı, bedenimin rahatladığını hissettim. Pekâlâ, bunu yapabilirim. Ben de gülerek ona katıldım, diğer kızlar da çok geçmeden gülmeye başlamıştı. Röportajcı bana kaypak bir gülümseme gönderdi. Eyvah. “Rachel, baş vokalist olarak yeteneğinle ilgili birçok övgü aldın. Sence senin yeteneğin diğer kızlara da kendilerini geliştirip daha çok çalışmak için ilham veriyor mu?”

Bunun üzerine kızardım, yanaklarımdaki rengi gizlemek için ellerimle yüzümü kapattım. Başım yine uğuldamaya başlamıştı. Bu sorulara cevap vermek için binlerce defa çalışmıştım, ama ne zaman kameranın önüne geçsem donup kalıyordum. Işıklar, röportajcılar, milyonlarca insanın beni izlediğini bilmek… sanki zihnim bedenimden ayrılıyordu ve ne kadar çalışıp hazırlanırsam hazırlanayım, ikisi bir türlü birleşmiyordu. Röportajcının yüzündeki gülümsemenin gittikçe daha donuk bir hal aldığını görünce boğazıma golf topu büyüklüğünde bir yumru oturdu. Lanet. Ne kadardır cevap vermemi bekliyor? “Yani, yetenekli olduğum kesin” diye ağzımdan kaçırdım. Göz ucuyla Lizzie ve Sumin’in kaşlarını kaldırarak bakıştıklarını gördüm. Lanet. “Dur biraz, ama en yetenekli değilim tabii. Yani, şey, gruptaki herkes… bütün kızlar. Hepimiz…”

“Sanırım Rachel’ın kastettiği şey, hepimiz yaptığımız işi seviyoruz ve her gün birbirimize ilham veriyoruz” diye araya girdi Mina. “Grubun ana dansçısı olarak, babamdan güçlü çalışma etiği hakkında çok şey…”

Hoparlörlerden duyulan ders ziliyle sözü yarım kaldı. Kameralar bir anda kapandı ve röportajcı yüzündeki gülümsemeyi sildi. Acele etmeden ceketini yavaşça çıkarırken, saten gömleğinin koltuk altlarındaki büyük ter izleri ortaya çıktı. DB Eğlence şirketinin en iyi K-pop yıldızı adaylarından olan dokuzumuz, röportaj denememizin medya değerlendirmesinin sonuçlarını bekliyorduk.

“Haftaya sizden daha fazla enerji görmek istiyorum. Unutmayın, aday olmakla DB K-pop yıldızı olmak arasındaki tek fark, bunu ne kadar istediğinizdir! Eunji…” Eunji gözlerini kocaman açarak korku dolu bakışlarla ona baktı. “Daha kaç defa söyleyeceğim, röportaj denemelerinde sakız çiğnemek yok diye! Eğer bir kez daha çiğnersen seni doğruca yeni başlayanların sınıfına gönderirim.” Eunji’nin yüzü bembeyaz olmuştu, üzüntüyle başını eğdi. “Sumin! Lizzie!” İkisi de başlarını kaldırdı. “İkinizden de biraz daha kişilik görmek istiyorum! Kimse söyleyecek ilginç bir şeyleri olmadığı gerçeğini makyajla örten yıldızları görmek için bir K-pop konserine iki yüz bin won ödemez.”

Lizzie ağlayacak gibi duruyordu, Sumin’in yanakları ise dudağındaki parlak kırmızı rujun rengine dönmüştü. Röportajcı en sonunda bana doğru dönüp, bıkkın bir sesle, “Rachel, bunu daha önce de konuştuk. Sesin ve dans yeteneğin daha önce gördüğümüz kişiler arasında en iyisi, ama bu, işin yalnızca bir kısmı. Eğer bir röportaj denemesinde bile beni ikna edemiyorsan, her gece büyük kalabalıkların önünde nasıl performans sergileyeceksin? Ya da canlı seyircilerin önünde gerçek röportajlar vereceksin? Senden daha fazlasını bekliyoruz.” Başını hafifçe sallayıp ön cebinden sigarasını çıkararak prova odasından ayrıldı.

Son bir saattir oturduğum ufak tabureden neredeyse eriyerek kalktım, giydiğim ince topukluların verdiği acıyı azaltmak için sağ bacağıma masaj yaparken yüzümdeki gülümseme soldu. Bunların hepsini daha önce de duymuştum. Daha iyisini yap, Rachel. Kameranın önünde rahat davran, Rachel. K-pop yıldızları daima sevecen, zarif ve kusursuz olmalıdır, Rachel. Converse’lerimi ayağıma geçirmek için dönerken acıyla homurdandım. Mina oturduğu yerden bana bir bakış attı.

“Yine ne var?” diye iç çektim. Elini kaldırıp kusursuz bir şekilde manikürlü tırnaklarını gösterdi. “Manikürünü yapan sekiz kızın olması mı? Ciddi misin? Biz senin hizmetçilerin değiliz, Rachel.” Gözlerini devirdi. Diyene bak, diye içimden geçirdim. DB’deki diğer adaylar içerisinde birinin hizmetçisi varsa o da Mina’ydı. Kore’nin en köklü ve en güçlü zengin ailelerinden olan, C-MART ailesi olarak da bilinen Choo ailesinin en büyük kızıydı. Ülkenin her yerinde turuncu ve beyazlı C-MART mağazalarından binlercesi vardı, kimchi’den* Yakult’a, taze japchae** ve üzerinde Sanrio çakması karakterlerin olduğu, Korece ve İngilizcenin karışımı “Annen benim hamster’ım” gibi tuhaf şeyler yazan neon sarısı tişörtlere kadar her şeyi satıyordu. Yani Mina fazlasıyla zengindi ve tam bir baş belasıydı. “Senin yüzünden bu medya eğitimi derslerini alıyoruz, farkındasın değil mi?” Yanaklarım alev aldı. Bu doğruydu. Doğru olduğunu biliyordum. Ama bunu Mina’dan duymaya ihtiyacım yoktu. “En azından sorulara pijama partisindeki küçük bir kız gibi değil de bir K-pop yıldızı gibi cevap vermeyi deneyemez misin? Yoksa zavallı Amerikalı prensesimize fazla mı gelir?”

Gerildim. Amerika’da, aslında tam olarak New York’da doğduğum bir sır değildi. Ama bugün zaten sabah dersine üç dakika geç kaldığım için dans eğitmeninden azar yemiş ve röportaj denememi mahvetmiştim, bu yüzden Mina’nın tavırlarıyla uğraşacak havada değildim. “Röportajcının sana hiç kişisel bir soru sorduğu nu hatırlamıyorum, Mina. Belki de sandığın kadar ilginç biri değilsindir.”

“Ya da belki de pratik yapmaya ihtiyacım yoktur” dedi Mina. İç çektim. Bu sabah kahvaltı etmemiştim, ama Mina’yla ağız dalaşına girmek için bir, hatta iki öğün yemek yemem gerekirdi. Topuklu ayakkabılarımı eski beyaz deri çantama koyarak arkamı döndüm. “Ne oldu, şimdi de benimle konuşmak için fazla mı iyi oldun? Umma’n* sana hiç terbiye vermedi mi?”

“Ondan ne bekliyorsun ki?” dedi Lizzie, ufak el aynasında rimelini tazelerken. El aynasını kapatıp gözlerini indirerek bana baktı. “Tatlı küçük Prenses Rachel, annesi aday evine adım atmasına bile izin vermiyor. Belki de bu yüzden hepimizin oturup manikür yapmaktan başka işimiz olmadığını sanıyordur.” “Bay Noh’un gözdesi olmak güzel olmalı” dedi Eunji iç çekerek. “Yani, bazılarımız bu yere gelebilmek için canını dişine takıp çalıştı. Hepimiz DB’nin yöneticisinden torpilli değiliz.” “

“Kendini bazılarımız sanmıyorsun herhalde” dedi Sumin, hızla dönüp Eunji ile yüz yüze geldi. “En son ne zaman bir şeyi başarmak için ter döktüğünü gördüğümü hatırlamıyorum.” “Ter demişken, kendine biraz çeki düzen versen iyi olur, tatlım” dedi Eunji, parmağıyla havada bir daire çizip yüzünü gösterdi. “Yüzün biraz… parlak gözüküyor.”

“Öyle mi, senin de burnun biraz estetik gözüküyor” diye tersledi Sumin. “İkiniz başımı ağrıtıyorsunuz!” Lizzie, Mina’ya mızmızlık yaptı. “Sunbae, sustur şunları!” Mina gülümsedi. “Tabii, Lizzie, hayatım. Neden tekrar kameraları açmıyoruz? Hemen susarlar. Dur biraz… bu sadece Rachel’da işe yarar!” Yüzüm öfke ve utançla yanarken odadakiler kahkahalara boğuldu.

Karşılık vermem gerekirdi, ama vermedim. Asla vermezdim. Annemin tavsiyesine uyduğum için sessiz kaldığımı düşünmek hoşuma gidiyordu –hani şu, büyüklük sende kalsın, terlediğini görmelerine izin verme; Amerikan feminist zihniyetin sloganları– ama boğazıma oturan devasa yumru aksini söylüyordu. Ayakkabılarımın bağcıklarını bağlayıp ayağa kalktım. “İzninizle” dedim, kapıya yönelerek.

“Ah, iznin var” dedi Mina masumca. Gözümün ucuyla diğer kızlara işaret verdiğini gördüm. Kendi aralarında fısıldaşırken hepsinin yüzlerinde kurnaz bir gülümseme vardı.

DB Eğlence şirketinin aday eğitim kampüsü, tıpkı buradan çıkan K-pop yıldızları gibiydi: kusursuz, parlak ve tam anlamıyla göz alıcı. K-pop’un başkenti Cheongdam-dong’daki en gözde mekândı. Adaylar yazları çatı katı bahçesinde yoga ve pilates yapar, en ufak bir güneş lekesi bile almamak için şemsiye altındaki yerleri kapmak üzere yarışırdı. İçeriyi ise doğrudan Seoroksan’dan gelen pınar suyunun aktığı devasa çeşmeler, tik ağacı ve mermer kaplı lobiler süslüyordu. DB yöneticileri çeşmelerin potansiyelimizi gerçekleştirirken iç huzura ermemize yardımcı olmak için orada olduğunu söylese de, hepimiz bunun ne büyük bir yalan olduğunu biliyorduk. Burada iç huzur falan yoktu.

Özellikle de her gün yüzümüze bakan yıllık olduğu sürece. Yıllık (buradaki adayların çoğunun gerçek bir lise yıllığı olmadığı için böyle deniyordu) ana kanattaki lobide çeşmenin etrafındaki duvarların adıydı, bu duvarlara DB’nin eğitim programıyla çıkış yapmış her K-pop yıldızının çerçeveli portreleri asılmıştı. Kusursuz gülümsemeleri ve parlak saçları ile bu portreler, biz ölümlü adaylar dersten derse koşarken bize hayallerimizi hatırlatıyordu. Duvarın tam ortasında, hepimizin bir gün kendisini görmeyi umduğumuz yerde, Seul müzik listelerine birinci olarak girmiş DB solo yıldız ya da grubun isimlerinin olduğu altın bir plaket asılıydı.

Oradan geçerken durup baktım, yıllar önce ezberlediğim isimleri okurken gözlerim doldu. Pyo Yeri, Kwon YoonWoo, Lee Jiyoung… ve en yeni olarak da NEXT BOYZ. Kalbim her K-pop yıldızı adayının iyi tanıdığı stres, panik ve sıvı kaybı karışımı duyguyla sıkıştı. Felâkete dönen röportaj denememi düşündüm. O ânı hatırlayınca irkilerek adımlarımı hızlandırdım, aceleyle binanın batı tarafına dizilmiş bireysel prova odalarına doğru yürüdüm.

Koridor iyinin en iyisi yıldızların, dünya çapındaki konserlerde kullandığı çeşitli eşyalar ve sahne malzemeleriyle doluydu. Özel eşyaların yarısının üzerinde Electric Flower ve Kang Jina’nın işareti vardı. Jina, altın plaket kazanan bir efsane ve K-pop’un son birkaç yıl içerisinde gördüğü en ünlü ve en başarılı kız grubunun lideriydi. İlk sırada çıkış yapıp o yeri hiç kaptırmamışlardı. DB’ye kaydolduğum zaman o gruptaki kızlara tapardım, özellikle de Jina’ya. Artık onlara karşı daha büyük bir hayranlık besliyordum, çünkü oldukları yere gelebilmek için ne gibi zorluklara katlandıklarını biliyordum. Ama bir yanım geride bıraktıkları kızlara ne olduğunu merak ediyordu. Gruba giremeyen kızlar.

Ben zirveye çıkan mı, yoksa gölgede kalanlardan mı olacaktım? Koridorda bas müzik duyulurken odalardan birinin içine bakınca, ikinci sınıf bir adayın Blue Pearl’e ait ünlü “Don’t Give Up on Love” dansını çalıştığını gördüm. Kız, kol hareketlerini yapmayı beceremeyip oradan oraya savruluyordu. En sonunda güç bela hoparlörün yanına gidip şarkıyı baştan başlattı. Onun bu halini görünce içim acıdı. Alnından akan terden ve kıpkırmızı olmuş yanaklarından, saatlerce burada çalıştığı belliydi. Ama bu, bir aday için normal bir gündü. Koridorun sonuna gidip prova odalarının müsait olup olmadığını gösteren elektronik imza ekranına parmağımı bastırdım. Cumartesi günü için hâlâ biraz erkendi, bu yüzden akşamüstüne dek dans çalışmak için bir yer bulmayı umuyordum ama… Öf. İnanılır gibi değil. Odaların hepsi doluydu.

Ellerimi yumruk yaptım, vücut ısımın tavan yaptığını hissedebiliyordum. Lizzie haklıydı; ben bütün günlerini burada geçiren, gece saat dörde kadar prova odalarında dans edip şarkı söyleyen, aday evinde yatıp ertesi gün hepsini yeni baştan yapan diğer adaylar gibi değildim. DB’ye kaydolduğum ilk zamanlarda, annem az kalsın gelmeme izin vermiyordu. Buraya gelmem ailemizi New York’tan alıp Seul’e getirmek demekti; kız kardeşimin okulundan ve arkadaşlarından, annemin ve babamınsa işlerinden vazgeçmesi demekti. Dahası, annem K-pop’un benim için neden bu kadar önemli olduğunu anlamıyordu. Aday hayatını, üzerimdeki ağır baskıyı, yıllarca süren eğitimi, estetik ameliyat skandallarını ise hiç anlamıyordu. Üç hafta boyunca anneme fikrini değiştirmesi için yalvardıktan sonra halmoni öldü.

Ne kadar üzüldüğümü hatırlıyorum, Leah ve annemle saatlerce ağlamıştık. Halmoni hayattayken, onu ziyarete gittiğimizde her sabah beni oturtup saçlarımı örer, kulağıma eski masallar fısıldar, o huzur veren sesiyle büyüyünce çok güzel, zeki ve zengin olacağımı söylerdi. Annem dersleri kaçırmamızı istemediğinden cenazeye gelmemize izin vermedi. O Kore’den dönene dek adaylık işini bırakmaya karar vermiştim, ama Umma beni şaşırtarak benimle bir anlaşma yaptı: Seul’e taşınacaktık ama hafta içi okula gidecek, eğitimimi alacak ve üniversite için seçeneklerimi açık tutacaktım. Cuma akşamından başlayarak her hafta sonu ise eğitim alacaktım. Birkaç yıl önce bir defasında anneme Halmoni’nin ölümünden sonra neden fikrini değiştirdiğini sormuştum, ama cevap olarak sadece boş bir bakış atıp enseme vurmuştu.

DB yöneticileri öncesinde Umma’nın fikrine pek sıcak bakmamıştı, ama her nedense Bay Noh benim için kuralları esnetmeye karar verdi. Umma (onun deyimiyle) “Amerikan kadın gücü” sayesinde olduğunu düşünse de Bay Noh’un gözdesi olan şanslı birkaç kişiden olduğumu biliyordum. Ben, adı sanı bilinmeyen adayların arasından alıp, özel ilgi göstermeye karar verdiği şanslı kızlardan biriydim. Gerçi aday eğitiminde, özel ilgi sadece fazladan stres demekti. Yine de bu pek görülmüş bir durum değildi ve adım çok geçmeden “Prenses Rachel”, DB’deki en şımarık adaya çıkmıştı; Amerikan pasaportu (ve Amerikalı tavırları) olan bir Koreli olmak, diğer adaylarla arama Büyük Okyanus’tan daha uzak bir mesafe koyuyordu. Aradan yedi yıl geçse de diğer adaylardan daha uzun süredir burada olsam da lâkap üzerime yapışıp kalmıştı.

Beni ne kadar sıkı çalıştığıma göre yargılayacaklarını sanırdım. Hafta sonları DB binasında canım çıkana kadar prova yapıyordum. Hafta içleri gece sadece dört saat uyuyordum, çünkü ödevlerimi bitirdikten sonra saatlerce çalışıyordum. Her gün bir saat rahatsız edilmeden müzik odasında çalışabilmem için okuluma yalvarmıştım, körelmemek için solfej çalışırdım. Ama buradakiler beni temiz kıyafetlerim, özenle taranmış saçım ve her akşam kendi yatağıma yatabildiğim için yargılıyordu.

En kötü tarafı neydi biliyor musunuz? Haklıydılar. Her biri bu işe günde yirmi dört saatlerini, haftada yedi günlerini adıyordu. Çoğu, aday evinde yaşıyor ve kendi evlerine ayda bir gidiyordu. K-pop’la yiyip, K-pop’la uyuyup, K-pop’la kalkıyorlardı. Nereden bakarsanız bakın, bununla yarışmam mümkün değildi. Ama yapmam gereken de tam olarak buydu.

Avucumun ucunu alnıma koyarak, derin nefesler alıp sakinleşmeye çalıştım. Çıkış yapma yaşına yaklaşmam nedeniyle anneme tam zamanlı olarak eğitim görmeme izin vermesi için yalvarmıştım, ama aldığım tek cevap kararlı bir hayır olmuştu. Ergenlik yaşından çıktıktan sonra bir kız grubunda çıkış yapmanın neredeyse imkânsız olduğunu ona nasıl anlatabilirdim? Yaşımın geçmesine sadece iki yıl kaldığını nasıl açıklayacaktım? DB’nin son büyük DB Ailesi Turu’ndan hemen önce Electric Flower ile çıkış yapmasının üzerinden neredeyse yedi yıl geçmişti. DB’nin yakında yeni bir kız grubuyla çıkış yapacağı söylentileri aylardır etrafta dolanıyordu ve yedi yıl daha beklemeyi göze alamazdım. Yedi ay bile bekleyemezdim. O zamana kadar benim için çok geç olurdu. Çalıştığım her şey çıkış yapmak içindi, beni göz ardı etmelerine izin veremezdim. Umma ne derse desin.

“Rachel!” Ellerimi yüzümden çekip normal bir yüz ifadesi takınmaya çalıştım, kendimi Mina ile bir laf dalaşına daha hazırladım.

Derin bir nefes alıp gülümsedim, ama koridordan gelen sadece Akari’ydi; kalın siyah saç örgüsü arkasından dalgalanıyordu. Akari Masuda’nın ailesi Seul’e o on yaşındayken, Japon bir teknoloji dehası olan babası Osan Hava Üssü’nden iş teklifi aldığında taşınmıştı. O zamanlar Akari, Tokyo’da büyük bir J-pop şirketi olan L-star’da eğitim görmeye hazırlanıyordu, ama ailesi küçük yaşta tek başına yaşamasını istememişti. Babası DB’nin programına girmesi için bağlantılarını kullanmıştı. Belki de ikimiz de Seul’de yabancı biri olmanın ne demek olduğunu anladığımız içindi, ama tanıştığımız ilk günden beri iyi anlaşıyorduk. Etrafındaki herkesle rekabet içerisindeyken arkadaş edinmek kolay değildi, ama Akari DB’de gerçekten güvendiğim sayılı kişilerdendi. “Nerelerdeydin?” diye sordu, koluma girerken. Dört yaşından beri bale yapıyordu, bu yüzden hareketlerinde dansçı zarafeti vardı.

“Medya eğitiminde” dedim kaygısızca. Akari gözlerimin altındaki koyu torbalara ve kıpkırmızı olmuş yüzüme bakınca beni nazikçe prova odalarından uzaklaştırdı. “Eh, ben de her yerde seni aradım. Yeni gelenlerin resmi selamlama törenini kaçıracaksın diye endişelendim!” Olduğum yerde durarak homurdandım. “Ah, olmaz. Lütfen beni buna zorlama. Nefret ettiğimi biliyorsun.” “İster nefret et ister etme, ‘resmi selamlama töreni aileyi temsil eder ve DB’de, aile her şeyden önce gelir,’” diye kıkırdadı Akari, yüzünü buruşturup DB Eğlence şirketinin CEO’su (veya kendi deyimiyle birbirine sıkı sıkıya bağlı DB ailesinin başı) Bay Noh’u taklit ederek. Ha. Akari kaşlarını oynattı. “Hem, açık büfe olacağını duydum.”

Yemeği düşününce karnım guruldadı ve bütün gün hiçbir şey yemediğimi hatırladım. “Baştan söyleseydin ya” dedim, Akari’nin beni koridorda sürüklemesine izin vererek. “Bedava yemeğe asla hayır demeyeceğimi biliyorsun.”

“Kim der ki?” diye sesini duyurmak için bağırdı Akari, ana lobiye çıkarken. Lobi derslere koşturan adaylar ve gelecek hafta sonu Busan’da yapılacak olan Electric Flower konserine hazırlanan çalışanlarla kaynıyordu. Asya’daki Michelin yıldızlı tek şirket kafeteryası olan kafeteryanın önünden geçtik. Joe Jonas ve Sophie Turner gibi uluslararası yıldızlar bile sırf yemek yemek için buraya gelmişti. Kilolarımız her hafta ölçüldüğü için ne yazık ki adayların çoğu ve DB’nin temsil ettiği idoller buradan yararlanamıyordu. Sahnenin ortasında kostümlerin düğmelerinin kopmasını istemezdik, değil mi (şakaydı).

Parlak beyaz parkeleri ve tavandan sarkan endüstriyel görünümlü demir avizeleriyle, konferans salonu kampüste en sevdiğim yerlerden biriydi. Sahne, stadyum turu deneyimini daha iyi yansıtabilmek için çarpıcı biçimde salonun ortasından yükseliyordu ve etrafında lüks, kadife kaplamalı sandalyeler vardı.

İlk sıraya geçip otururken Bay Noh’un sıra halinde dizilmiş yeni adaylarla birlikte sahnede durduğunu gördüm. Sahnedeki çocuklara baktım; diğer çocukların okulun ilk gününde hissedebileceği gibi heyecanlı, kaygı dolu bir enerjiyle oldukları yerde kıpırdanıyor ve gülümsüyorlardı. Baştan aşağı Prada kıyafetiyle rüküş duran Bay Noh, her zamanki gibi gözüküyordu: Karartılmış camlı gözlüklerinin ardına sakladığı, tembellik yapan bir adayı kilometrelerce öteden görebilen delici bakışları vardı; ama babacan bir tavır takınma çabasıyla elini nazikçe yeni gelenlerin omuzlarına koymuştu.

Bay Noh geleceğin K-pop yıldızlarından oluşan bu yeni sınıfa onları bekleyen zorlukları anlatırken, gözlerim konferans salonunun kenarına dizilmiş masalarda bekleyen yemeklere takıldı. Jambon ve incirli sandviçler, gül kaplamalı halka çörekler, taze mango ve liçi ile dolu meyve tabaklarının olduğu Batı tarzı cömert bir sofraydı. DB yöneticileri ve kıdemli eğitmenlerinden oluşan küçük bir grup çoktan masanın etrafına toplanmış, tıkınıyordu. Aralarında tanıdık parlak pembe bir saç görünce el salladım, bu DB’nin baş eğitmeni Chung Yujin’di. Yujin, Myeong-dong’da bir noreabang’da “Style” şarkısını söylerken beni keşfeden kişiydi. On bir yaşındaydım ve Leah ile yaz tatilin de Seul’e Halmoni’mizi ziyarete gelmiştik. Artık on sekiz yaşındaydım ama DB’de en çok saygı duyduğum kişi hâlâ Yujin’di, o benim akıl hocam, benim unni*’mdi. Akari dışında kimse geçmişimizi ve aslında ne kadar yakın olduğumuzu bilmiyordu. Yujin K-pop adayı olarak hayatımın yeterince zor olduğunu söylerdi, Bay Noh’un bana olan özel ilgisi ve herkesten ayrı olan programım da cabası; bu yüzden herkese onun gözdesi olduğumu söyleyip işleri zorlaştırmak istemiyordu. Çaktırmadan bana el salladı. Yaşlı bir yönetici buruşuk elleriyle onu kolundan tutup çene çalmaya başlayınca onu dinlermiş gibi yaptı. Konferans salonunun öteki ucundan göz göze gelince dudaklarını oynatarak Yardım et dedi.

Kendi kendime gülümsedim, gözlerim masanın üzerinde asılı olan turuncu beyaz, büyük yazıya kaydı: CHOO MINA VE BABASINDAN, DB AİLESİNİN BİR PARÇASI OLMAKTAN GURUR DUYUYORUZ. BON APPÉTIT! Yüzümdeki gülümseme soldu. İşte bu bedava yemeğe hayır diyebilirdim. “Benim iştahım kaçtı” dedim keyifsizce. Akari baktığım yere bakınca yazıyı gördü. “Ah” dedi. Beni neşelendirmeye çalışarak güldü. “Hadi ama, Mina o kadar da kötü değil.” “Benim resmi selam törenimde ne olduğunu hatırlıyor musun?” Akari gözlerini kırıştırarak gülümsedi. “Haa, evet, o hikâyeye bayılıyorum.”

DB adayı olarak ilk günümde, törende benden yaşça büyük adayların önünde resmi selam vermem gerektiğini bilmiyordum. New York’tan yeni gelmiştim; annem ve babam Koreli olsa da resmi selam ABD’de sık yapılan bir şey değildi. Çocukken sadece yeni yılda kiliseye gittiğimizde anne babamın arkadaşlarının önünde yapardım, o da tam resmi Kore selamıydı. Sonrasında elimize tutuşturdukları yirmi dolar için buna değerdi. Törenin yalnızca diğer adaylarla tanışmak için bir karşılama töreni olduğunu sanıyordum. Yujin-unni kafamın karıştığını fark edince kulağıma eğilip kıdemli adaylara resmi selam vermem gerektiğini fısıldadı. Ben de öyle yaptım, sıra halinde dizilmiş yaşça büyük olan kızlara selam verdim. Sıra benim yaşımda olan Mina’ya geldiğindeyse sadece elimi uzattım, doğru (ve kibar!) olanın bu olduğunu sanıyordum. Mina’nın geçirdiği öfke krizinden, saçına tükürüp midesine tekme attığımı sanırdınız.

Akari kendisini hikâyeye kaptırmış, Mina’nın dünyada eşi benzeri olmayan sinir krizini taklit ediyordu. “Bu kaltak kendini ne sanıyor?” diye bağırdı gülerek. “Sırf Amerika’dan geldi diye kendini bir şey mi zannetti yani? Biraz terbiyeli ol, çaylak.” Gözlerimi devirdim, beni nasıl hemen Bay Noh’a ispiyonlayıp, bir sunbae olarak (senden daha deneyimli olan herkese böyle denirdi, bu kişi seninle aynı yaşta ya da senden daha küçük bile olsa) ona saygı göstermediğim için ceza almamı istediğini hatırlıyordum. Neyse ki Yujin buna bir son vermişti. Ama o zamandan bu yana, Mina beni mahvetmeyi kendine görev edinmişti.

“Tanrım. O öfkesi yok mu…” “Ama sen yine de resmi selam vermedin, değil mi?” diye sordu Akari. “Mina’ya selam vermem için babası zengin olan, egosu yüksek, kompleksli bir kızdan fazlası gerek” dedim. “İşte benim kızım,” dedi Akari, sırtımı sıvazlayarak. “Küçük Rachel seninle gurur duyardı.” Ona bir gülümseme gönderdim, ama içim rahat değildi. Zamanı geri alabilsem, artık doğrusunu bilmeme rağmen yine de aynısını yapar mıydım? Evet demek istiyordum, Mina’ya ağzının payını vereceğime inanmak istiyordum, ama ben bile kendime karşı dürüst olup olmadığımdan emin değildim. Bu sabah çalışma odasından koşarak çıktığımı hatırladım, diğer adaylarla çatışma yaşamaktan kaçınmak istemiştim. Yujin bana her zaman onlara aldırmamamı, eğitime odaklanmamı söylerdi, ben de içimden bu sözleri tekrarladım. Ama… on bir yaşındaki halim benimle gerçekten gurur duyar mıydı? Yoksa bir korkak olduğumu mu düşünürdü?

Akari ile sahnedeki törene katılıp, diğer kıdemli adayların arkasında sıraya girerek çaylakların resmi selam vermesini bekledik. “Kusura bakma” diye tersledi Lizzie. “Prenses ve piyonu sıranın arkasına.” Yanımızdaki kızlar şaşırarak nefeslerini tuttu. Yanımda duran Akari, hızla ona doğru döndü. “Sen kusura bakma” diye karşılık verdi. Yüzünü Lizzie’ninkine yaklaştırarak, bakışlarını öfkeyle ona yöneltti. “Biz senden daha kıdemliyiz. Hiçbir yere gitmiyoruz.”

Lizzie telaşlı bakışlarla, yüzünde kendinden emin bir gülümsemeyle bizi izleyen Mina’ya döndü. Ama hiçbir şey söyleyemedi, Akari’nin haklı olduğunu ikisi de biliyordu. “Neyse ne” diye iç çekti, yenilgiyi kabullenerek. “Sonuçta yabancısınız.” Etrafımızı saran adaylar bize bakıp kıkırdadı. Bu kadarı yeterdi. “Hadi gel, Akari” dedim; yanaklarım pembeleşmişti. “Buna değmez.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıParla
  • Sayfa Sayısı280
  • YazarJessica Jung
  • ISBN9786256932548
  • Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
  • YayıneviDex Kitap / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Narziss ve Goldmund ~ Hermann HesseNarziss ve Goldmund

    Narziss ve Goldmund

    Hermann Hesse

    Hermann Hesse’nin 1930 yılında yayımlanan romanı NARZISS VE GOLDMUND Ortaçağ’da yaşayan iki zıt karakterin sıradışı dostluğu ekseninde yaşam, ölüm, sanat, us, aşk, tutku ve...

  2. Yasak İlişki ~ Barbara Taylor Bradford Yasak İlişki

    Yasak İlişki

    Barbara Taylor Bradford

    Amerikan televizyonunun otuz üç yaşındaki ünlü muhabiri Bill Fitzgerald, görevli olarak uzun bir süre Bosna'da kaldıktan sonra, savaştan bıkmış, yorgun düşmüştür. 1995 Kasım'ının son günlerinde, eski arkadaşı, Time dergisinin savaş muhabiri Francis Xavier Peterson ile buluşmak üzere Venedik'e gider.

  3. Alaycı Kuş ~ Suzanne CollinsAlaycı Kuş

    Alaycı Kuş

    Suzanne Collins

    AÇLIK OYUNLARI’NIN NEFESİNİZİ KESECEK 3. KİTABI Bütün engellere rağmen, Katniss Everdeen Açlık Oyunları’ndan iki kez sağ çıkmıştır. Ama şimdi kanlı arenadan sağ çıkmayı başardığı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur