“Adam son sözünü nefretle tükürür gibi söylemişti. Arkasını dönüp yürümeye başlayınca diğeri fırsatı kaçırmadı, ceketinin iç cebinde saklı duran bıçağı çıkarıp korkunç bir hınçla kabzasına kadar sırtına sapladı; bıçak hiçbir engelle karşılaşmadan kalbi delip geçti.
Adam delirtici bir acıyla geriye doğru kıvrıldı. Elleri sırtına gitti ama bıçağa ulaşamadan ölmüştü. Diğeri, cesedi cipe sürükleyip zorlukla içeri soktu. Sonra oturur pozisyona getirdi. Aracın bagajından aldığı beşer kiloluk dört bidon benzinin üçünü cipin içine ve cesede döktü. Sırf bu iş için satın aldığı Zippo’yu yakıp cipin içine fırlattı. Alevler bir anda aracın içini sardı, cesedin kucağındaki bidon da alev aldıktan sonra hızla oradan uzaklaştı.”
Armağan Tunaboylu’nun yeni roman kahramanı Komiser Berkun İstanbullu, kültürlü, zeki, pervasız, başarılı bir polis… Geçmişi ise kendisinin bile bilmediği sırlarla dolu.
Severek okuyacağınız “Berkun İstanbullu Polisiyeleri” dizisinin ilk kitabı Polisiye Yazarının Ölümü tabii ki Oğlak Yayınları’nın, Maceraperest Kitaplar’ı arasında…
BİR
Berkun, terasındaki kış bahçesinde orkideleriyle baş başaydı. Pikapta Claudio Arrau’nun piyanosundan “Moonlight Sonata” çalıyordu. Müzik suya damlayan mürekkep gibi yumuşakça dağılıyor, boşluğu dolduruyor ve akşamı kendi rengine boyuyordu. Yükselerek kaybolan notaların kendi ruhuna dokunduğu gibi, orkidelerine de can verdiğini düşünüyordu. Orkidelerinin, Chopin’in hüznünden sonra en çok “Moonlight Sonata”yı sevdiğinden emindi. Orkideler aşkın çiçekleriydi. Hayranı olduğu sarkastik yazar Rex Stout’u düşündü. “Üstadın kahramanı Nero Wolfe ne dinlerdi acaba” diye merak etti. Büyük orkide fanatiği şişko Wolfe’un orkidelerle ilişkisi biraz… sanki daha gösterişe yönelik, hatta ticariydi. Bu zamana kadar okuduğu üç macerada, orkidelerine müzik dinlettiğine dair bir cümleye rastlamamıştı.
Rex Stout’un A Family Affair kitabında, arasına yeşil bir ayraç soktuğu bölümde sözü geçen Oncidium marshallianum denen orkide türünü araştırmaya başladı. Tabletinde karşısına çıkan fotoğraflara uzun uzun kıskançlıkla baktı. Âşık olunacak kadar güzel bir çiçekti. Çılgınca dans eden Flamenko dansçılarına benziyorlardı. Kendi çiçekliğinde fazla tür bulunmuyordu. Yeterince zamanı olmadığından küçük bir koleksiyon yapmış, onlarla oyalanıyordu. Hemen her çiçekçide bulunan sıradan orkideler… Her şeyden vazgeçebilir, herkesi terk edebilirdi ama orkidelerini bırakabileceğini sanmıyordu. Aradığı huzur ve dinginliği onlarda buluyordu. Şimdilik koleksiyonunun en güzel parçası Swann’ın Bir Aşkı’nı okurken ilk defa duyduğu bir Cattleya idi.
Bu merakının nereden doğduğunu soranlara genelde ketum davranır, ancak gerçekten ilgi duyanlara ve kadınlara, hayranı olduğu polisiye türünün en başarılı yazarlarından Rex Stout’tan ve kahramanı Nero Wolfe’tan ilham aldığını söylerdi. Aslında aklının gizli bir köşesinde duran, annesinin siyah beyaz bir fotoğrafıydı: İnci gibi dişleriyle çınlayan kahkahalar atan, orkideler içinde bir kadın. Halası annesini hatırlamasının olanaksız olduğunu söylemişti. Berkun ısrarla kafasının gizli bir köşesindeki o fotoğrafı anlatırdı. Evet, bu Berkun’un annesi, Leyla’nın ta kendisiydi. Ama şimdiye kadar orkideler arasındaki bu fotoğraf, hiçbir sandıktan ya da bavuldan çıkmamıştı.
Aşağıdan gelen telefon sesi birden tüm büyüyü bozdu. Berkun telefonu duymamaya karar verdi. Telefon sustuktan sonra yine çalmaya başladı. Önemli olmalıydı, canı sıkıldı. Döneceğini düşünüp pikabı kapatmadı. Merdivenlerden inerken telefon sustu, bir daha başladı.
Semra telaşlı bir sesle, “Berkun Abi, sana konum attım, hemen gel. Büyük bir iş galiba. Araç seni almak için yola çıktı bile…” dedi.
Berkun hiçbir şey demeden telefonu kapattı, yukarı çıkıp üzülmeyeceklerini umarak orkideleriyle vedalaştı, pikabı ve kış bahçesinin kapısını kapattı. Kapıdaki dijital termometreden ısıyı kontrol etti. Bu sıcak yaz günleri için biraz yüksekti ama önemli değildi. Termostatlı klima birazdan devreye girecekti.
Akşamın bir vakti kıyafet önemli değildi. Haki kargo pantolon, beyaz keten gömlek ve üzerine ince bir kot ceket geçirip evin alarmını kurdu. Kapının her iki kilidini de kilitledikten sonra Kurtuluş Caddesi’ne indi. Cadde her zamanki canlılığındaydı. Damla’dan dondurma almış üç genç kız, Berkun’a çapkın bakışlar atarak, neşeyle önünden geçtiler. Semra’nın attığı konumdan nereye gideceğine baktı. Fatih’te bilmediği bir yerdi. Umarım gelen polis memuru nereye gideceğini biliyordur, diye düşündü. Bu saatte adres aramak zül geliyordu. Fazla düşünmesine gerek kalmadı, resmî bir polis aracı gelip önünde durdu. Arka kapıyı açıp içeri girdi.
Memur, “İnşallah fazla beklememişsinizdir amirim. Bu saatte bile fena trafik vardı” dedi.
“Hayır” deyip kestirip attı. Memurla konuşmaya niyeti yoktu. Sırf nezaket olsun diye yapılan gereksiz sohbetlerden hoşlanmazdı. Memur ya önceden uyarılmıştı ya da Berkun’u iyi tanıyordu ki, ağzını açmadı. Kurtuluş son durakta köfte, kokoreç satıcılarının mide kaldıran kokularının arasından Sefa Meydanı’na, oradan da Kasımpaşa’ya devam edip Unkapanı’ndan Saraçhane’ye çıktılar. İtfaiyenin önündeki parkın serinliği civarda yaşayanları buraya toplamıştı. Curcunaya takılmadan kısa sürede Fatih’e geldiler. İlçeyi ortasından bıçak gibi kesen Fevzi Paşa Caddesi’nde bir süre ilerledikten sonra, sağ tarafa saptılar. Karşılarına gitgide yoksullaşan mahalleler çıkmaya başladı. İnsanların çoğu bu sıcak yaz akşamında sokaklardaydı. Çocuklar gelenin polis arabası olduğunu anlayana kadar top oynadıkları sokaktan çekilmiyorlar, fark ettiklerindeyse merakla aracın içine bakıyorlardı. Elleri tespihli yaşlılar, kara çarşaflarının altında yaşı belli olmayan kadınlar, çırılçıplak bebeler, bıçkın delikanlılar sokaklarda dolaşıyorlardı. Aracı kullanan memur telefonundan konuma bakarak adresi bulmaya çalışıyor ama yoksulluğun ve pisliğin artmasıyla tedirgin oluyordu.
Sanki durumun sorumlusu kendisiymiş gibi, “Kusura bakmayın amirim, bana attıkları konuma göre gidiyorum…” diye ağzında bir şeyler geveledi.
Birkaç dakikaya kalmadan yüz metre ileride kırmızı mavi ışıklar yol aldıkları sokağa vurmaya başladı. Meraklı bir kalabalık dar sokağa çekilen emniyet şeridinin arkasında heyecanla bekleşiyordu. İki polis aracı, ambulans ve Olay Yeri İnceleme’nin araçları tüm sokağı doldurmuştu.
Olayın gerçekleştiği yer Fatih’te, aralarında bir milim bile boşluk olmayan eski apartmanlardan birindeydi. Polis arabanın burnunu sokağa soktu. Berkun onun manevra yapmasını beklemeden indi. Başını kaldırıp polis memurlarının girip çıktığı dört katlı apartmana baktı.
Her yerden yoksulluk akıyordu. Eskilikten yaşlı bir kaplumbağaya benzeyen bina sanki zorlukla ayakta duruyordu. Çatıya yakın yerlerdeki çatlakları uzun otlar bürümüştü. Soluk bir ışık yayan sokak lambasında binanın rengini kestirmek kolay değildi. Üst katlar bakımsızlıktan koyu bir renk almış, giriş katının duvarlarıysa saçma sapan bir sürü grafitiyle kaplanmıştı.
Onu Semra karşıladı. Berkun oldum olası Semra’yı severdi. Başarılı, tuttuğunu bırakmayan genç bir kadındı. Her geçen gün kendini geliştiriyordu. Yakın bir zamanda komiserlik sınavı açılacaktı ve sınavı kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Bir kürekçi kadar kalın kolları, iri elleri olmasına rağmen ipince görünmeyi başarıyordu. Mavi bir perçemin göründüğü uzun siyah saçlarını geniş omuzlarından arkaya atıp Berkun’a gülümsedi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Polisiye Roman (Yerli)
- Kitap AdıPolisiye Yazarının Ölümü - Bir Berkun İstanbullu Polisiyesi
- Sayfa Sayısı280
- YazarArmağan Tunaboylu
- ISBN9786057390646
- Boyutlar, Kapak11x18 cm, Karton Kapak
- YayıneviOğlak Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- 4 Gün 3 Gece ~ Ayşe Kulin
4 Gün 3 Gece
Ayşe Kulin
“Gece ertesi sabaha kavuştuğunda Türkiye Cumhuriyeti’nde yeni bir dönem başlamıştı.” 27 Mayıs 1960. Ülkedeki tüm vatandaşlar askerî darbe haberiyle uyanıyor sabaha. Sokaklarda tanklar, radyodan...
- Her Şeye İnat ~ Mikail Durhat
Her Şeye İnat
Mikail Durhat
“Aşkbahar mevsimini bilir misin?” diye sordu karşıdaki adama Yağız. Çantasına eğildi. Yan fermuarını açtığı çantasından iki nehir taşı çıkardı. Elinde tuttuğu taşlara bakarak gülümsedi....
- Park Cinayetleri ~ Armağan Tunaboylu
Park Cinayetleri
Armağan Tunaboylu
Hercule Poirot kadar zeki, Sherlock Holmes kadar dikkatli, Mike Hammer kadar çapkın, James Bond kadar yakışıklı, Philip Marlowe kadar pervasız… Yok canım, nerdee! O,...