Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Prag Mezarlığı
Prag Mezarlığı

Prag Mezarlığı

Umberto Eco

19. yüzyılda Paris: Komün Günleri; hançer darbeleri; absent dumanları arasında hazırlanan cinayetler; kanalizasyonda yatan cesetler; patlamalar; isyanlar; takma sakallar; sahte noterler; düzmece vasiyetler; satanist…

19. yüzyılda Paris: Komün Günleri; hançer darbeleri; absent dumanları arasında hazırlanan cinayetler; kanalizasyonda yatan cesetler; patlamalar; isyanlar; takma sakallar; sahte noterler; düzmece vasiyetler; satanist örgütler; kara ayinler; cinsellikle pek fazla ilgilenmeyen, hastalarının rüyalarına burnunu sokmamaya kararlı bir Doktor Froïde Torino, Palermo, Paris şehirlerinde dolaşan histerik bir satanist; iki kez ölen bir rahip; masonlara karşı entrikalar kuran Cizvitler; rahipleri kendi bağırsaklarıyla boğan masonlar; çarpık bacaklı raşitik bir Garibaldi; bir sahte belgenin Siyon Bilgelerinin Protokollerine dönüşmesi… Umberto Eco, 2010 yılında İtalyada yayımlanır yayımlanmaz çoksatarlar arasına giren romanı Prag Mezarlığında, çok renkli, çok katmanlı, çok kişilikli bir dünya sunuyor bize. Hitlerin Yahudi soykırımının gerekçesini oluşturduğu iddia edilen Siyon Bilgelerinin Protokollerinin ortaya çıkışını ele alıyor bu eserde. Dönemin popüler macera romanlarından gazete yazılarına kadar çok sayıda kaynağın bir araya gelmesiyle oluşan protokollerin tarihçesini, o dönemin tefrika romanlarına uygun bir tarzda ve tabii ki her zamanki gibi engin tarih, edebiyat ve popüler kültür bilgisini konuşturarak romanlaştırıyor. Üstelik dönemin kaynaklarından seçilmiş uygun resimlerle. Okurları tam bir karnaval bekliyor!

İçindekiler

1/ O kurşuni sabah yoldan geçen biri……………………….11

2/Ben kimim?………………………………………………………..15

3/ Chflz Magny………………………………………………………..43

4/ Dedemin zamanı…………………………………………………64

5/ Carbonaro Simonino………………………………………….105

6/ Gizli Servis’in hizmetinde………………………………..120

7/ Binlerle birlikte…………………………………………..139

8/Ercole…………………………………………………169

9/Paris……………………………………………………………….189

10/ Kafası karışık Dalla Piccola…………………………199

11/Joly………………………………………………………………….200

12/ Prag’da bir gece…………………………………………………222

13/ Dalla Piccola, Dalla Piccola olmadığını söylüyor ….245

14/ Biarritz…………………………………………………………….246

15/ Dalla Piccola canlanıyor…………………………………….266

16/ Boullan…………………………………………………………….270

17/ Komün günleri………………………………………………….273

18/ Protokoller………………………………………………………..299

19/ Osman Bey……………………………………………………….311

20/ Ruslar mı?………………………………………………………..317

21/ Taxil…………………………………………………………………323

22/ XIX. yüzyılda şeytan………………………………………….342

23/ İyi harcanmış on iki yıl………………………………………371

24/ Bir gece ayinde………………………………………………….422

25/ Düşünceleri berraklaştırmak……………………………..443

26/ Nihai çözüm………………………………………………………463

27/ Yarım kalan günce…………………………………………….473

Gereksiz bilgilendirme açıklamaları……………………………..485

İkonografik referanslar………………………………………………..495

 

Tarihsel bir anlatının aslını olaylar oluşturur; bunlar okurun zihnini ana konudan farklı güzergahlara sürükleme ayrıcalığına da sahiptirler; işte bunun için, halk meydanında asılan yüz kişiyi, diri diri yanan iki papazı, akıp giden kuyrukluyıldızı ve yüz şövalye turnuvasına bedel tasvirleri bu sayfalarda dillendirdik.

Cirto tenca, to co’dei cani

O kurşuni sabah yoldan geçen biri

1897 Martı’nın o kurşuni sabahında riskleri ve tehlikeleri göze alarak -Ortaçağda üniversite merkezi olan ve Vicus Stramineus veya Fouarre Sokağı’nda bulunan Güzel Sanatlar Fakültesi’ne devam eden öğrencileri ağırlayan ama daha sonra Etienne Dolet gibi özgür düşünce havarilerinin idam edildiği- Maubert Meydanı’ndan ya da berduşların verdiği adla Maub’dan geçen biri kendini Paris’in Baron Hausmann’ın yerle yeksan etmesinden kurtarmış ender yerlerinden birinde; şehirle sınırı oluşturan çizgiden doğan ve pek yakındaki Sen Nehri’ne dökülmek için coşkuyla, hırıltıyla, kıvrıla kıvrıla akan Bievre Nehri tarafından ikiye bölünmüş pis kokulu dar sokaklar yumağında bulurdu. Şimdilerde Saint-Germain Bulvarı’nın sıyırdığı Maubert Meydanı’ndan, Maître Albert, Saınt-S everin, Galande, Bucherie, Saint Julien le Pauvre gibi daracık sokaklardan oluşan bir başka örümcek ağına girerse, ilk gece için bir frank, sonrakiler için kırk santim (çarşaf isteyenlerden yirmilik daha) isteyen genellikle açgözlülükleri efsane olmuş hancıların işlettiği pis hanların dizildiği Huchette Sokağı’na kadar uzanırdı.

Henüz Amboise Sokağı adını taşıyan ama sonradan Sauton Sokağı adını alacak olan yola girerse, yolun ortalarında, birahane görünümündeki genelev ile berbat şarap eşliğinde iki paralık (o zaman da ucuz sayılırdı ama pek uzak olmayan Sorbonne öğrencilerinin gücü buna yeterdi) yemekler veren bir meyhanenin arasında bir çıkmaz sokakla karşılaşırdı; o dönemde adı Maubert Çıkmazı olan sokağın adı 1865 yılından önce Amboise Çıkmazı idi ve daha da eski yıllarda burada bir tapis-Jranc (malum olduğu üzere bir sabıkalı tarafından işletilen, cezaevinden yeni çıkmış kürek mahkûmlarının doldurduğu, yeraltı dünyasının dilinde işretgâh diye bilinen sefil meyhaneler) bulunurdu; XVIII. yüzyılda ocaklarında damıttıkları ölümcül maddelerin yaydığı koku yüzünden boğularak ölen üç ünlü zehirleyicinin işliği burada olduğu için sokağın elim bir şöhreti vardı.

O daracık sokağın sonunda bir vitrin beliriyordu, kesinlikle dikkat çekmeyen ve soluk tabelasında Brocantage de Qualite yazan vitrin bir eskiciye aitti; camları örten kalın toz tabakasının matlaştırdığı vitrin, sergilenen ve İçeride bulunan mallar hakkında pek az fikir veriyordu; zaten tahta çerçeveli vitrinin camları yirmişer santimlik karelerden oluşuyordu. Ziyaretçi bu vitrinin hemen yanı başında daima kapalı duran bir kapı görecekti; çıngırağın ipinin yanında dükkân sahibinin kısa bir süre için yerinde olmayacağını bildiren bir kâğıt asılıydı.

Ender olarak kapı açılırsa, içeriye giren kişi holü aydınlatan solgun ışıkta derme çatma raflar ve döküntü sehpalar üzerinde sergilenen, ilk başta iştah uyandıran ama daha keskin bir gözlemde bedavaya bile verilse onurlu bir alım satıma asla uygun olmayan bir yığın mal görürdü. Söz gelişi sıradan bir şömineyi bile küçük düşürecek bir çift demir ızgara, mavi minesi soyulmuş sarkaçlı bir saat, bir zamanlar canlı renklerle işlenmiş olduğu tahmin edilen yastıklar, melek desenli seramik yüzeyi çatlamış yüksek saksılıklar, stili belirsiz dengesiz sehpalar, demiri paslanmış kart sepeti, pirografiyle desenlenmiş anlamsız kutular, Çin’e özgü resimlerle süslenmiş iğrenç sedef yelpazeler, amberi andıran bir kolye, bağcıkları İrlanda elmaslarıyla kaplanmış iki beyaz yün patik, ağzı kırılmış bir Napolyon büstü, çatlak cam altında ölü kelebekler, bir zamanlar saydam olduğu anlaşılan çan altında renkli mermer meyveler, Hindistan cevizleri, basit suluboya çiçek resimleri içeren eski albümler, çerçevelenmiş birkaç dagerotip (ki o yıllarda antika bir şey gibi görünmüyordu): Durumu bozulmuş ailelerden toplanmış bu eski püskü ve yüz kızartıcı artıklardan biri tarafından akla sığmaz biçimde baştan çıkan biri, kendini kuşkucu mu kuşkucu dükkân sahibi karşısında bulduğunda ve fiyat sorduğunda, antikacılık teratolojisi koleksiyonerlerinin en sapığının bile heyecanını kıracak bir meblağla karşı karşıya kalırdı.

Ve sonunda bir izin sayesinde dükkânın içini binanın üst katlarından ayıran ikinci kapıyı aşabilen ziyaretçi, cephesi ancak giriş kapısı kadar geniş (hepsi yan yana dizili) Paris evlerine özgü sarmal merdivenin kırık dökük basamaklarını tırmanırsa geniş bir salona girer ve burada alt kattaki gibi döküntülerle değil bambaşka tarzda eşyalarla karşılaşırdı: İmparatorluk dönemine ait, üç ayağı kartal başlarıyla süslü bir sehpa; kanatlı bir sfenksin ayakta tuttuğu konsol; XVII. yüzyıl işi dolap, maroken ciltli yüzlerce kitabı barındıran maun kitaplık, sekreter gibi pek çok çekmecesi olan ama aynı zamanda rulo biçiminde kapağa sahip ve Amerikan denen yazı masası. Bitişik odaya geçerse son derece şık, baldaken tarzı bir yatak, Skvres porselenleriyle dolu rustik bir etagerey bir Türk nargilesi, büyük bir kaymaktaşı kupa, kristal bir vazo görürdü: dipteki duvara asılı panolarda mitolojik sahneler resmedilmişti; iki büyük tuvalde ise tarih ve komedinin esin perileri görülüyordu; öteki duvarlara Arap abaları, farklı Doğu ülkelerine özgü kaşmir giysiler, antika bir hacı güğümü asılmıştı; ibrik ve leğenin üzerinde durduğu ve son derece değerli tuvalet malzemeleriyle dolu bir masa dikkat çekecekti -ilginç ve pahalı malzemelerin oluşturduğu tuhaf takım, belki uyumlu ve seçkin bir beğeni yansıtmayan ama kesinlikle gösterişçi bir bolluk nişanıydı.

Ziyaretçi, giriş salonuna döndüğünde, ortamı belli belirsiz aydınlatan tek pencerenin Önündeki masaya oturmuş, robdöşambr giymiş yaşlı adamı seçebilirdi: Omuzlarının üzerinden şöyle bir göz attığında ise onun az sonra okumaya koyulacağımız, Okur’u fazla rahatsız etmemek için arada sırada Anlatıcı’nın özetleyeceği metni yazdığını görebilirdi.

Okur, Anlatıcının (şu anda başlamakta olan anlatıda) daha önce anılmış bir ada dayanarak kahramanı tanıtmasını beklemesin, çünkü bu ana dek hiç ad geçmedi ve Anlatıcı’nın kendisi bile gizemli yazıcının kim olduğunu bilmiyor ve (okurla birlikte) öğrenmeye niyet ediyor: Bu nedenle her ikisi de gizliden gizliye gözledikleri kişinin kâğıtlar üzerinde gezinen kalemini izliyorlar.

Ben kimim?

24 Mart 1897

Bir Alman (ya da Avusturya, hiç fark etmez) Yahudinin emriyle -haşa! önerisiyle diyelim- yazmaya girişmekle sanki ruhumu bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyormuşum gibi hissettiğim için utanıyorum. Ben kimim? Belki de kendimi hayatımın olayları değil de tutkularım konusunda sorguya çeksem daha yararlı olur. Kimi seviyorum? Aklıma sevilen yüzler gelmiyor. İyi yemeği sevdiğimi biliyorum: La Tour d’Argent lokantasının adını anarken bile bütün bedenimin titrediğini hissediyorum. Ya aşk?

Kimden nefret ediyorum? Yahudilerden, demek geliyor içimden ama o Avusturyalı (ya da Alman, hiç fark etmez) doktorun kışkırtmasına böylesine uysallıkla boyun eğiyor olmam, lanet olası Yahudilere karşı olmadığımı gösteriyor.

Yahudiler hakkında bildiğim tek şeyi bana dedem öğretti: “En üstün derecede tanrıtanımaz olan halk onlardır” derdi bana. “iyiliğin ahirette değil burada gerçekleştirilmesi gerektiğinden yola çıkarlar. Bu nedenle sadece bu dünyanın fethi için çalışırlar.”

Çocukluk yıllarım onların hayaletleri yüzünden kötü geçti. Dedem onların insanı morartacak kadar sahte bakışlarla karşısındakini gözetleyen gözlerini, yılışık gülümsemelerini, dişlerinin üzerinde yükselen sırtlan dudaklarını, ağır, hastalıklı, hayvansı bakışlarını, burun ve dudak arasındaki daimi huzursuz, nefretle oyulmuş kıvrımlarını, güney kuşlarının gagasını andıran burunlarını anlattı durdu… Ve göz, ah göz… Kızarmış ekmek rengindeki gözbebeğinin içinde ateşli biçimde dönüyor ve on sekiz yüzyıllık nefretin ürettiği salgı yüzünden bozulan karaciğerin hastalığını ele veriyor; yaşla artan binlerce küçük çizgiye doğru eğiliyor; Yahudi dediğin yirmi yaşında pörsür zaten. Gülümsediği zaman şiş göz kapakları belli belirsiz bir çizgi kalana dek kapanır; başkaları bunu kurnazlık işareti olarak yorumlar ama dedem abazanlık olarak nitelendirirdi… Anlayacak kadar büyüdüğümde bana Yahudi’nin İspanyol kadar kibirli olmanın yanında Hırvat gibi cahil, Levanten gibi açgözlü, Maltalı gibi nankör, Çingene gibi küstah, İngiliz gibi pis, Kalmuk gibi ikiyüzlü, Prusyalı gibi buyurgan, Ajstili gibi dedikoducu olmasının yanı sıra aşırı şehvet yüzünden dizginlenemeyen bir zâni olduğunu söylemişti: zinaya düşkünlüğün nedeni ereksiyonu kolaylaştıran sünnetti; Yahudi’nin cücemsi bedenine oranla yarı yarıya budanmış çıkıntının tonajı ağırdı!

Ben, uzun yıllar boyunca, her gece rüyamda Yahudileri gördüm.

Şans eseri, delikanlıyken -iki laftan fazlasını etmediğim-Tbrino gettosundaki fahişe ve Avusturyalı (ya da Alman, hiç fark etmez) doktor dışında hiçbir Yahudi’yle karşılaşmadım.

Almanları tanıdım ve hatta onlar için çalıştım: İnsanlığın akla hayale sığacak en basit düzeyindedirler. Bir Alman ortalama olarak bir Fransız’ın ürettiğinin tam iki katı dışkı üretir. Beyin üretiminin tersine aşırı bağırsak üretimine sahip olmaları onların fizyolojik geriliğini gösterir. Barbar işgalleri döneminde Germen halkı yollara inanılmaz dışkı yığardı. Zaten geçen yüzyıllarda bile Fransız seyyahlar Alzas sınırını geçtiklerini, yollara bırakılmış dışkıların anormal fazlalığından anlarlarmış. Bu da yetmez: Almanların çok tipik bir özelliği bromidroz yani terin kötü kokmasıdır; ayrıca bir Alman…

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Televizyona Dair ~ Umberto EcoTelevizyona Dair

    Televizyona Dair

    Umberto Eco

    Televizyona Dair Umberto Eco’nun, 20. yüzyılın kitle iletişim evrenine damgasını vuran, “konuşan o tuhaf kutu”ya ve üretimlerine adadığı yazılarını okurla buluşturuyor. Araştırmacı, yazar, filozof,...

  2. Beş Ahlak Yazısı ~ Umberto EcoBeş Ahlak Yazısı

    Beş Ahlak Yazısı

    Umberto Eco

    Umberto Eco, bu kitapta, çağımızın temel sorunlarına ilişkin ahlaksal bir hesaplaşmaya girişiyor. Körfez Savaşı günlerinde kaleme aldığı “Savaşı Düşünmek”te, “savaş” kavramı karşısında aydınca bir...

  3. Yorum ve Aşırı Yorum ~ Umberto EcoYorum ve Aşırı Yorum

    Yorum ve Aşırı Yorum

    Umberto Eco

    Edebiyatta ve sosyal bilimlerde, metinlerin anlamını yorumlamak en önemli uğraşlardan biridir. Öyleyse, bir metinden çıkarılacak anlamın sınırları var mıdır? Yazarın niyetlerinin bu sınırların belirlenmesinde...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Lost / Nesli Tükenen Tür ~ Cathy HapkaLost / Nesli Tükenen Tür

    Lost / Nesli Tükenen Tür

    Cathy Hapka

    Oceanic Havayolları’nın 815 no.lu uçağının düşmesiyle her şeylerini yitiren 48 yolcu, kendilerini ıssız, tropik bir adada bulurlar. Dostlar, düşmanlar, aileler ve yabancılardan oluşan bu...

  2. Ve O Hiçbir Şey Demedi ~ Heinrich BöllVe O Hiçbir Şey Demedi

    Ve O Hiçbir Şey Demedi

    Heinrich Böll

    Savaşı hatırladım, yine canım sıkıldı, yataktan kalkıp yine meyhaneye indim: Saat dörde geliyordu. Bir şnaps içtim, şimdi boşalmış oyun makinelerinin başına gittim, ama yalnız...

  3. JJ Kim? ~ Anne CassidyJJ Kim?

    JJ Kim?

    Anne Cassidy

    Üç çocuk, kasabanın kıyısındaki kulübelerden uzaklaşıp göle doğru yürüdü. Günün ilerleyen saatlerinde yalnızca ikisi geri gelecekti. Alice Tully bu hikâyeyi biliyordu. Bu konuda bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur