Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Saklı Hayatlar
Saklı Hayatlar

Saklı Hayatlar

Fionnuala Kearney

Burada olmamalıydım. Adımdan, sosyal sigorta numaramdan, kızımın doğum tarihinden ve saatinden ne kadar eminsem burada olmamam gerektiğinden de o kadar emindim.

 

GİRİŞ

Burada olmamalıydım. Adımdan, sosyal sigorta numaramdan, kızımın doğum tarihinden ve saatinden ne kadar eminsem burada olmamam gerektiğinden de o kadar emindim. Ben, Adam Hall… Sigorta numaram NC 100Z9T… Karım Beth, çocuğumuz Meg Sarah-Louise’i 3 Mart 1994’te, sabah 08.04’te sezaryenle dünyaya getirdi. Başım bilinçsizce sağa sola sallanırken vicdanım da beni dürtüp şu gerçeği bana söyleyip duruyordu: Burada olmamalısın. Arabayı evin yakınlarına doğru sürdüm. Park edecek bir yer olmadığından devam etmeye mecburdum. Yolcu koltuğunda paketlenmiş bir hediye kutusu duruyordu. Bugün birinin doğum günü. Güzel bir şey almak istediğimden hediye için çok vakit harcadım çünkü bu benim için önemliydi; nasıl hissettiğimi bilmelerini istiyordum. Dar sokağın başından bir U dönüşü yapıp yine evin yakınında bir park yeri bulmaya çalıştım. On ev kadar ileride biri arabasıyla uzaklaşınca ben de oraya park ettim.

İlerideki evin sütununa asılı bir dolu balondan da görüldüğü üzere parti hâlâ devam ediyordu. Kutuya bir göz attım. Hediyeyi paketlerken bandı, kâğıdın dışından görünmesin diye ikiye katlayıp paketin içine yapıştırmıştım. Bunun nasıl yapıldığını bir Noel günü Beth öğretmişti bana. “Bandı saklamalısın. Öyle çok daha düzgün durur,” demişti. Haklıydı da. Saklı şeyler çok daha düzgün duruyordu. Camı açtım. Balonlu evden gürültüler gelmeye devam ederken omuzuna ağır görünen bir çanta asmış, ellerinde de küçük bir paket ve bir şişe şarap taşıyan bir kadın geçti yanımdan. Geç kalmış gibi aceleyle yürüyen kadının kim olduğu hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu.

Arabamdan bir metre kadar uzakta, açmakta olan bir yasemin vardı. Gözlerimi kapayıp kokuyu içime çeker çekmez aklıma annemin çiçeksi parfümü geldi ve zamanda geriye gittim. Kafamın içinde Dick Whittington’la ilgili söylediği çocuk şarkısı yankılanırken sol elimle freni kavradım. Zihnim bana, Geri dön, deyip duruyordu. Hediyeye bir göz atınca alt dişimle üst dudağımı ısırdım. Burada olmamalıydım. Motoru çalıştırdım.

Kutudan kurtulup buraya bir daha gelmeyecektim. “Bu son; söz veriyorum.” Dikiz aynasından kendime bakarak yüksek sesle tekrar ettim; kelimeler ağzımdan hayatım sanki buna bağlıymış gibi tane tane çıkıyordu. Geri dönüş yolunda evde beni bekleyen pazar yemeği için sabırsızlanıyordum. Eve girip karımı öpecektim. Bu sabahki çılgınlığı üzerimden atmak için bir duş alıp kendimi o çok sevdiğim hayatın içine bırakacaktım. Hayatımı bir hediye paketi olarak hayal ettim: İkiye katlanmış, bantla içeriden yapıştırılmış, dışarıdan bakınca bandı fark edilmeyen bir hediye paketi. İçindeki bazı şeylerin (sevdiğim insanlardan saklı bir biçimde) düzgün ve tertipli görünmesi adına gereken her şeyin yapıldığı bir hediye paketi…

BIR

“Kocam zamparanın teki,” diye yanıt verdim. Doktor o esnada bacak bacak üstüne atmış, çizgili defterine notlar alıyordu. “Zampara, aklı çüküne çalışan bir beyinsizi anlatmaya yarayan üç heceli bir kelime. Nasıl hissetmeliyim sizce? Adam garsonun tekini beceriyor…” Garson kelimesi dilimin üstünde acı bir tat bırakınca içimden dünyadaki bütün iyi garsonlardan özür diledim. Bunu yaparken bir yandan da sağ elimi sol göğsüme koyarak gerçek hislerimi paylaştım. “Kendimi ihanete uğramış hissediyorum.” Kısık bir sesle devam ettim: “Ve bu canımı acıtıyor.” Doktor Caroline Gothenburg anlayışlı bir ifadeyle başını salladı.

Zeytin rengi gözleri, kızıl kahve kıvırcıkların taarruzuna uğrayan geniş yüzüne yerleşmişti; parlak çorapların sarmaladığı bacaklarıysa uzun ve biçimliydi. Böylesine ışıltılı bir yaşamı olan bu kadın daha önce hiç aldatıldı mı diye merak etmekten kendimi alamıyordum. Kalem inceliğinde çerçevelerin içine yerleştirilmiş bir sürü sertifika duvarını süslüyordu. Hem güzel hem de başarılı… Kendime odaklanacağıma onu düşündüğümü fark ettim birden. “Sonraki seansımız için bana bir zaman çizelgesi hazırlamanı istiyorum,” diyen sesi düşüncelerimi böldü. Alnımdaki çizgilerin derinleştiğini hissedebiliyordum. Ben zeki bir kadındım. Ne halt etmeye buraya gelmiştim ki? Bakışlarımı sehpasından, düzgün çerçevelerine doğru kaldırırken boğazıma dolan panik duygusunu bastırmaya çalıştım. “Bu, seni anlamama yardımcı olacak,” dedi ve ekledi: “Beth kimdir? Beth’i Beth yapan şeyler nelerdir? Kim olduğunu, neler yaşadığını anlamak istiyorum.” Bir siren sesi beni yaklaşan tehlikeye karşı uyarmak istercesine ötmeye başlamıştı. “Ben de,” diye fısıldadım.

Arabama binip akıllı telefonuma baktığımda biri menajerim Josh’tan, diğer ikisi de Adam’dan gelen üç cevapsız arama olduğunu gördüm. Telefonum gerçekten o kadar akıllı olsaydı Adam’ın numarasını şimdiye dek çoktan silmiş olurdu. Aslında bunu yapmayı düşündüm ama numarasını silmenin onu kafamdan atmak konusunda bir yardımı olmayacaktı. En yakındaki süpermarkete doğru yola çıkarken Bluetooth’u açıp Josh’u aradım. Yirmi dakika sonra alışveriş sepetimin içindekileri boşaltmış vaziyette, her birinin taşıma bandı boyunca ilerlemelerini izliyordum. Yafa portakalları, ton balığı, tatlı mısır, boktan dergiler, irice bir tavuklu sandviç ve iki şişe soğutulmuş beyaz şarap… ‘Erkeğiniz Sizi Aldatıyor Mu?’ başlığı, bantta ilerleyendergilerin birinden bas bas bağırıyordu. Yalnız olmadığımı ve dünyada çok fazla ihanet yaşandığını hatırlamama yardımı dokunacak benzer konuları işlemiş dört farklı dergi almıştım. “Puanınız var mı?” diye sordu kahve tenli ve badem gözlü bir kız kasanın arkasından. “Puan mı?” diye sordum.

“Puan kartınız var mı?” diye tekrarladı esnemesini bastırarak. Bileğinin arkasında minik bir Yin-Yang dövmesi olduğunu görmüştüm. İçimden Bayan Puan Yin-Yang’e bağırmak geliyordu. Ona çığlık çığlığa bağırarak böyle aptalca bir soru sormaması gerektiğini söylemek; sepetimde duran dergilerdeki o hayati konuyu fark edip etmediğini sormak istiyordum. Fark etmediyse müşteri ilişkilerinden koca bir sıfırı hak ediyordu. Kafamda çoktan şekillenmiş bir sürü küfür sıralayabilirdim ama aniden bu kızın benim on dokuz yaşındaki Meg’imden daha büyük olmadığını anladım. İhaneti nereden bilebilirdi ki? Derin bir nefes aldım; kocamın boktan bir herif olması gerçekten de Bayan Yin-Yang’in suçu değildi…

Bu yüzden kafamı iki yana sallamakla yetindim. Hayır, hiç puanım yoktu. Arabama döndüğümde tüm vücudum titriyordu. Sessizce yüze kadar sayıp kocamın beni gerçekten de terk ettiğini ve az evvel bir terapistin ofisinde tam bir saat geçirdiğimi zihnimin kıyılarına doğru iteledim. Ellerimi üzerlerine oturup titremelerini durdurmaya çalıştıktan sonra şöyle bir sallayıp kontağı açarak eve doğru yola çıktım. Evimiz, Surrey banliyö bölgesinde çınar ağaçlarıyla kaplı bir sokakta bulunan, Edward döneminden çizgiler taşıyan çok hoş, üç katlı, yarı müstakil bir yapıydı. Burayı on dört yıl önce satın aldığımızda harabeydi. Kırmızı tuğlalı ve cumbalı evin içindeki bütün duvarları yıkıp evliliğimizi inşa edermişçesine yeni duvarlar yaptırmıştık. Ev şu an Homes & Gardens dergisindekiler gibi görünüyordu; evliliğin taraflarından biri olan bense plastik cerrahların ofisinde asılı duran bir ‘öncesi’ fotoğrafı gibiydim.

Çakıl taşları tekerleklerin altında ezilirken çok sevdiğim evime bakıp burayı satmak ve adı sanı bilinmeyen bir yerde, minicik bir kulübede yaşamak zorunda kalıp kalmayacağımı düşündüm. Endişeyle çalkalanan karnımı ovalarken garson bir kez daha kafamda beliriverdi. Bu, hatları belli olmayan bulanık bir görüntüydü. Saçları uzun mu yoksa kısa mı; sarı mı yoksa siyah mı; kıvırcık mı yoksa düz mü bilmiyordum. Otuzlarında mıydı yoksa kırklarında mıydı acaba? Lütfen yirmilerinde olmasın. Bunu kaldırmak zor olurdu; Meg bunu nasıl karşılardı hayal bile edemiyordum. Sevgili babasının Topshop’tan giyinen biriyle yatması fikri ona ağır gelebilirdi. Seviştikleri anların hayali birden zihnime hücum etmişti. O da benim gibi çığlık atıyor muydu? Adam bana yaptığı gibi onun da saçlarını ensesinden kavrıyor muydu? Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Artık buna bir son vermem gerekiyordu. Yüzümü gömleğimin koluna silip Adam’ın bahçesine bakarak bir süre öylece durdum ve o an bir karar aldım. Adam evimi satamayacaktı. Bunu yapmak için önce cesedimi çiğnemesi lazımdı.

İçeri girince alışveriş torbalarını atıp çatı katındaki çalışma odama çıktım. Üç açılı Velux pencerelerden gelen günışığıyla aydınlanmış odada, notalarla ve melodilerle dolu iki geniş ekranımın karşısına oturup benden istenen zaman çizelgesini yazmaya başladım. Bir dakika içinde alelacele karaladığım altı satır, manastırda eğitim almış acayip bir anneyle alkolik bir babanın hayatta kalan tek çocuğu olduğumu anlatmaya yetmişti. Doktor Gothenburg’ün işinin ehli olması için sessizce dua ederek geçmişimi anlatmaya devam ettim. Kısa bir süre içinde babasını alkole kaptıran bir çocuk, kocası daha önce de tek gecelik bir ilişkiden paçayı kurtarmış olan bir kadın ve annelikten daha fazlasını arzuladığı için suçluluk hisseden bir anne olduğum ile ilgili tüm gerçekler kâğıdı doldurdu.

İki sayfa tutan geçmişime bakınca bunun pek de muhteşem bir hayat olmadığını düşündüm. Gerçi karşılık beklemeden herkese yardım eden insanların bana acımasına yetecek kadar mühim mevzuların döndüğü de söylenemezdi ama anlattıklarım Doktor Gothenburg’ün beni tanıması için yeterli miydi acaba? Ben altı yaşındayken ölen üç yaşındaki erkek kardeşimin varlığı, farkında olmadığım bir şeyler anlatıyor olabilir miydi? Şarkı yazarı olarak başarılı olma hırsım nasıl biri olduğumu anlatmaya yeterli gelir miydi? Josh bana sürekli country popun başına gelen en iyi şeylerden biri olduğumu söylüyordu. Ama ben emin olamıyordum. Emin olduğum tek bir şey vardı; o da ikinci sayfadan bana bas bas bağıran, kocamın beni aldattığı gerçeğiydi. En azından iki defa ofsayta düştüğünü göz önünde bulundurursak onun aslında sürekli aldatan bir adam olduğu sonucuna ulaşabilirdik. Ve bu, Doktor Gothenburg’ün anlayabileceği kadar netti. Kocamın fiyaskosunu tasdik eden kelimeler ayan beyan ortadaydı.

Cep telefonum çalıp da numarasını ekranda görünce bu sefer kahkaha attım. Eğer aramayı sürdürürse ona olan öfkemin bir gün geçeceğini düşünüyordu gerçekten de. Bir yanım haklı olmasını umut ediyordu çünkü bu öfke beni yiyip bitiriyordu. Kızgınlığımın kalbimi sıkıca kavrayıp beni yerken çıkardığı katır kutur sesleri bile duyabiliyordum; midem gürültüyle homurdandı. Fotoğraflarla kaplı duvarların yanından geçerek aşağı indim. Yalanlarla dolu bir fotoğraf sergisi gibiydi… Sağ elim bu fotoğraflara dokunma arzusuyla üstlerinde gezindi; Meg’in bebeklik karelerine, Adam’la benim sırıtan gençlik hâllerimize parmağımın ucuyla hafifçe dokunmak istemiştim.

Eski bir düğün karesi; nasıl da aşkla ve umutla dolu… Yan komşudaki barbekü partisinde çekilmiş bir fotoğraf: Adam bir katalog modeli gibi durmuş kameraya bakıyor, çenesini hafifçe yukarı kaldırmış; bermuda şortunun altından bronzlaşmış uzun bacakları görünüyor ve koyu sarı, kısa kesilmiş saçları yaz güneşinin altında parlıyor… Bir dolu anının arasında kaybolmuş bir şekilde merdivenden ağır ağır indim. Son basamaktayken sadece birkaç hafta önce biri bana mutlu olup olmadığımı sorsa ona kendimden emin bir şekilde, “Tabii ki mutluyum,” diye cevap vereceğimi düşündüm. İşte, benim kocam bu kadar iyi bir yalancıydı.

Mutfaktan bir kadeh alıp onu ağzına kadar soğuk, beyaz şarapla doldurdum. Alışveriş poşetlerini karıştırarak tavuklu sandviçi çıkardım ve kafamın içinde bana yemek yemem gerektiğini söyleyen sese itaat ederek yavaşça çiğnemeye başladım. Canım hiçbir şey yemek istemiyordu, sadece içmek istiyordum. Koca bir yudum şarabı yutarken alkolün aşağılara doğru kayıp tam da gerekli yerlere ulaştığını hissettim. Eylül ayının akşam güneşi arka bahçeye açılan kapıdan içeri sızıyordu. Bir elimde tavuklu sandviç, ötekinde şarap bardağı güneş ışığının oluşturduğu gölgelerin içine girip çıkarak yürüyordum. Her yudum şarap için sandviçten koca bir ısırık… Aralarda da yüzümde hafif bir tebessümle dün yazdığım şarkının sözlerini mırıldanıyordum. Sözlükte soysuzla kafiyeli bir kelime olmalı mutlaka.

 

Sopsuz… Evet, soysuz sopsuz… Soysuz Adam. O kadar çok sırıtıyordum ki lokmamı çiğneyemedim. İşime gömülmeye ihtiyacım olduğundan tekrar üst kata yöneldim fakat birden dördüncü basamakta dönüp oturdum, hareketsiz kalakalmıştım. Karşımda duran oturma odasına bakarken kılımı bile kıpırdatamıyordum. Beynimin bilişsel kısmı kendini kapatmış durumdaydı. Bacaklarım ayağa kalkmayı reddediyordu, ellerim dizlerime yapışmış gibiydi. Birlikte gittiğimiz yerlerin, beraber söylediğimiz şarkıların, paylaştığımız anların hatıraları tarafından saldırıya uğrarken her şeye yeniden başlamanın verdiği korkuyla uyuşmuştum. Nereden başlayacağım? Sadece nefes alıp versem zaman öylece geçer mi? Başımla onayladım. Evet, olacak olan bu. Yapacağım tek şey bunun geçmesini beklemekti; bir gün gözümü açacaktım ve sonraki aya girmiş olacaktık; ve ben daha anlamadan yeniden başlamış olacaktım. Karanlık çökene kadar öylece oturdum. Sonra merdivenden inip bir ışık açarak dolaptaki şarap şişesini aldım ve oturma odasına geçtim. Yarım saat sonra ev telefonu çaldığında Adam’ın aşırı büyük ve fallik çağrışımlar yapan plazma ekranlı televizyonunu izliyordum.

“Kovuldun!” Ekranı kaplayan Sör Alan, kötü bir kadın oyuncuya işaret parmağını uzatıyordu. “Evet dostum, nasıl hissettiğini anlıyorum,” dedim. “Beth, kovuldun!” Bardağımı Lord Sugar’ın kovduğu kişiye doğrultup telefonu açtım. O saatte arayabilecek tek kişi Meg’di. “Meg?” “Beth, benim…” Bu, benim biricik kızım Meg değildi. Kızımın DNA’sının öteki yarısı olan ahlaksıza aitti bu ses; duyar duymaz benliğimin her bir hücresiyle özlemini çektiğim soysuza aitti. Kalbim, göğüs kafesimin içinde gürültülü bir şekilde atmaya başladı. “Nasılsın?” diye sordu. “Beth, kapatma lütfen. Konuşmamız gerek.” “Seninle konuşmak istemiyorum.” Sesini çıkarmadı. “Onunla mısın?” diye sordum. Sessizliği sürdürdü. Suçluluk duygusu yeterince konuşuyordu zaten. “Soysuz sopsuzun teki olduğunu biliyor musun?” Şarap, etkisini göstermeye başlamıştı. İç geçirdi. “Evet, defalarca söyledin.” “Hayır, sana defalarca soysuz olduğunu söyledim ama şu anda aynı zamanda hem soysuz hem sopsuz olduğunu söylüyorum.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıSaklı Hayatlar
  • Sayfa Sayısı488
  • YazarFionnuala Kearney
  • ISBN9786057843227
  • Boyutlar, Kapak12,5 x 19,5, Karton Kapak
  • YayıneviParodi Yayınları / 2020

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Açıkta ~ Jesús CarrascoAçıkta

    Açıkta

    Jesús Carrasco

    Ne yaparsa yapsın ölümcül günahı işleyeceğini biliyordu ve bu duygu gözünün önüne vaaz kürsüsündeki rahibi getiriyordu: sarımtırak cübbe, emreden eller, kavisli göbek biçimi ve...

  2. Saplantı ~ Jennifer L. ArmentroutSaplantı

    Saplantı

    Jennifer L. Armentrout

    Luxenler ve Arumlar, Lux serisinden bağımsız da okunabilecek Saplantı’da çok daha baştan çıkarıcılar. Ukala, zorba ve tapılası bir adam. Korunmaya muhtaç, küfürbaz ve ateşli...

  3. En Tatlı Meyveler ~ Monique TruongEn Tatlı Meyveler

    En Tatlı Meyveler

    Monique Truong

    Monique Truong, gerçek ve hayal gücünü yenilikçi bir anlatım tarzıyla muhteşem biçimde harmanlayarak, hayatına girmiş kadınların gözünden ünlü yazar Lafcadio Hearn’ün yaşamını ve aşklarını...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur