Birbirlerinin dilini anlamıyorlardı ama yoksulluğun işaret dilini az çok biliyordu burada yaşayan herkes. Bu dili anlamak merhametin kapılarını sonsuza dek açmıyor olsa da muhtemel tehlikelerin sinyallerini algılamak adına önemliydi.
Hikâye, semtin en işlek caddelerinden birinde, kalabalığın hengâmesinde göçmenler, kör köpekler, berduşlar, meczuplar, pezevenkler, insan tacirleri, uyuşturucu ve emlak simsarları arasında geçiyor.
Jaklin Çelik, arafta kalmanın çaresizliğini, yoksulların işaret dilini, yaşamın ortasında sınır çizgisi gibi duran saklı şarap mahzenlerini insanın yüreğine dokunan, sokulgan ve ince bir üslupla anlatıyor. Sarhoşların Perşembesi, son dönemlerin en özgün ve sarsıcı romanlarından biri. Kutsanmış bir ayyaş ayaklanması!
1
Arabasının penceresinden başını uzatan adam, paçayı tekerin altına girmekten kıl payı kurtaran çelimsiz köpeğe seslendi: “Önüne bak hayvan!” Çelimsiz önüne bakamazdı, hatta yer ve gök de dahil hiçbir yere, çünkü kördü. Düzensiz akan trafiğin içinden görmezliğin katbekat güçsüzleştirip savunmasız kıldığı bedenini sürüyerek kaldırıma çekip zorlukla duvarın dibine bıraktı. Dili dışarıda, soluğu kesik kesikti. Az ilerisinde, önündeki karton parçasında eğri büğrü harflerle “Allah rızası için” yazılı bir kadın, ayaklarını eteğinin altına toplamış, gözaltlarına bir an önce bu ülkeden çekip gidebilmesi için gereken hasılatın gün sonu beklentisi çökmüştü. İnce elmacık kemiklerini taçlandıran, sürmesine küskün uzun kirpikli kara gözleri insanlarla temas kurmaktan tedirgin, açık olan avucunun utancından uzak bir noktaya sabitlenmişti. Kendisine emanet edilmiş bir eli dilenmek üzere uzatmıştı sanki. Göz ucuyla köpeğe baktı, az sonra onu sahiplenen memleketlisi çocuk da bir yerlerden çıkıp gelecekti; bu hep böyle oluyordu.
Semtin en işlek caddelerinden biriydi burası. Yolun iki tarafından akan insanlar birbirlerinden adımlarını kaçırırcasına, korna sesleri eşliğinde, bu hengâmeden bir an evvel kurtulmanın telaşındaydılar. Kalabalığın perdelediği dükkânların görüntüsü akşam çöktükçe netleşiyor, tıpkı duvar dibinden ağır aksak adımlarla gecenin demine doğru yol alanlar gibi –ki onlar berduşlar, meczuplar, pezevenkler, insan tacirleri, uyuşturucu ve emlak simsarlarıydılar– üzerlerinden çekilen kalabalıkla birlikte çakıl taşlarını andırıyorlardı. Gece çökmezden önce şehrin büyüdükçe akıldan ve zarafetten yoksunlaşan beyni büzülerek küçülüyor, sokakların olanca pisliğini gözeneklerinde saklayan bir süngere dönüşüyordu. Duvarın çevrelediği tarihî kâgir yapının kapısında duran ev sahibi adam, birbirinin tıpkısı sabahlarda tekrarlayan bu görüntüyle karşılaşmaktan belli ki sıkılmıştı. Kapıda her belirdiğinde duvarın gerisinde havlamaya başlayan iki köpeğin seslerini dinliyor; Çelimsiz’in, onlar havlamasalar da koşup kendisine geleceğini biliyordu. Karşı kaldırımdaki kapı önlerinde duran Hamamcı ve İşkembeci bu çelimsiz, gözleri görmeyen sersefil köpeğin her gün evin sahibinin dışarı çıktığı bu saatlerde mahallenin bir yerinden peyda olup duvarın diğer tarafındaki akranlarına ulaşma çabasına burun kıvırarak tanıklık ediyorlardı. Peşinde küçük, en az kendisi kadar tıfıl on-on iki yaşlarında bir çocuk da sürüyü kollayan çoban köpeği gibi etrafında döneniyor, açlığın ve yoksulluğun her türlü emaresi onları etraftakiler nezdinde müşterek sefaletin bir resmi olarak aynı çerçeveye sığdırıyordu. Mahalle sakinleri hayvanın bu çaresiz çırpınışlarına hayıflanıyor, zaman zaman kaldırımın bu tarafına geçerek evin sahibine köpekle ilgili bir-iki cümle sarf ediyorlardı. “Vah zavallı köpek, korkarım bir gün bir arabanın altında kalıverecek.”
Öte yandan evin sahibi bu köpeğin duvarın gerisindeki arkadaşlarına ulaşma çabasından dolayı kendisine musallat olduğunu biliyor ve bu ısrarcı içgüdüyü anlayışla karşılıyordu. Kim bilir, belki de bu hayvan duvarın gerisinde sadece köpeklere ait bir dünya olduğuna inanıyor, oraya ulaştığında her şeyin kendisine de görünür olacağını umuyordu. Adam, zaman zaman köpeği bahçeye, diğer köpeklerin yanına götürmeyi düşünüyor, fakat bunu yaptığı takdirde başta Hamamcı ve İşkembeci olmak üzere esnafın sınırsız isteklerine boyun eğmiş olacağını düşünüp vazgeçiyordu bu fikirden. Hamamcı’ya baktı, onun ayak bileklerine kadar yağ bağlamış bedenini süzdü. Nasıl ki Çelimsiz kapının önünde her belirdiğinde bir yerlerden çıkıp geliyorsa, bu fırsatçı da sinir bozucu yağlı bedeniyle olur olmaz zamanlarda çıkıveriyordu karşısına. Bununla da kalmıyor, adamın ağzından cımbızla çekilen kelimelere karşılık ettiği laf kalabalığıyla sabrını zorluyordu. “Bey’im!” Karşısına dikilen bu adam, üzerindeki atletin altında ağaç köklerinin toprak yüzeyindeki kabartılarını andıran siyah kıl öbekleri ve boğumlu kollarıyla her an kendisini belinden kavrayacakmış hissi uyandırıyordu onda. Hamamcı’nın bir adım geri çekilip, hafif eğilerek ve kollarını yağlarını inceltmeye çalışırcasına namütenahi sağa sola savurarak konuşması, karşısındakinin kendisiyle ilgili düşüncelerinin farkında olması ihtimalindendi. “Bey’im, nasıl gidiyor inşaat işleri?” Bu dönem ortalıkta sözüne güvenilir bir müteahhit kadar kıymete binmiş kimse yoktu bu semtte, bu şehirde ve hatta ülkede. Emlak simsarlarının cevher değerinde araziler üzerinden birbirlerinin gözünü oyduğu bir ortamda, kendi kıymeti elbette tartışılmazdı. Hoş, onun ne işler yaptığını kim nereden bilecekti? Kendisine duyulan güvenin esası çıkara dayalı kapı komşuluktan öteye gitmiyordu. Gelgelelim dikişleri günden güne bir yerlerinden patlayan şehrin betonlaşmasında çoğu müteahhit gibi üzerine düşeni hakkıyla yapmış, meslekte ununu elemiş, eleğini övünç kaynağı yapılar olarak asmıştı şehrin boynuna. Bey’in göz yuvaları Hamamcı’ya dönüktü fakat bakışları gözlerinden düşmüştü. Bu iştahlı soruyu duymamış ya da duymak işine gelmemişti. Tasdikli bir sit alanında tarihî bir hamama el atacak kadar enayi değildi elbette. Her ne kadar bürokrasiyi eleğe çevirecek hatırı sayılır bir nüfuza sahipse de böyle bir işe bulaşmamayı yeğlerdi şu sıra. Göz ucuyla İşkembeci’ye baktı, onun da derdi aynıydı şimdi karşısında duran yağ tulumuyla. Hamamcı şansını denemiş ama yine bir yanıt alamamıştı Müteahhit Bey’den. Gerisin geri gitmeye karar verdiğinde yolun az ilerisinde yanan kırmızı ışığın hesabını çoktan yapmıştı. Yenilgiyi kabullenmeyen inatçı kişiliği, bu adama istediğini kabul ettireceği o muzaffer günün beklentisiyle kadim mekânına girmek üzere yola bıraktı kendini. Boş yolda bir araba sanki asfalt örtünün altından bitercesine acı bir frenle durdu. Ayağındaki takunyalara rağmen koca kıçını bir top hızıyla öte tarafa savurmayı seri bir kıvraklıkla becerdi. “Önüne bak, eşkıya!” Olaya tanıklık eden köpek, kadın ve çocuk, duvarın kayıt dışı müdavimleri olarak yerli yerlerindeydiler. Çelimsiz, peşindeki Karakuyu’yla epey bir zamandır oraya geliyor, burnuyla duvarın gerisinde bulunan diğer köpeklere ulaşmanın yolunu arıyor, her defasında hüsrana uğruyordu, şimdi olduğu gibi. Körlüğünü taşımakta zorlanan titrek bacaklarıyla kapıda duran adamın yanına gitmeye çalışıyor, fakat menziline giren tehditkâr seslerden çekindiği için öylece duruyordu olduğu yerde. Bir süre nefesleniyor ve tekrar cesaretini toplayıp Dilenci Kadın’ın durduğu yere doğru duvarı koklayarak ilerlemeye kaldığı yerden devam ediyordu. Burun ucunun sığabileceği bir delikten içeri sızmak için olanca gayretiyle ince bir işçilik sergiliyordu. Duvarın gerisindeki iki köpeğin sesleriyle heyecanlanıyor, havlamalarına karşılık veriyordu. Onların da hareketlendikleri, duvarın bu yanına taşan ve sıklaşan havlamalarından belli oluyordu. Evin sahibi bu durumu kendisinin birazdan evden uzaklaşacak olmasına yoruyor, yaşlı köpeğe kaçamak bakışlar atıp köpeklerini bu sokak köpeğinden ayıran duvarın varlığına içten içe şükrediyordu. Kadının önünden geçerken diz hizası altında duran açık avucuna birkaç bozukluk bırakmayı ihmal etmiyordu çoğu zaman. Bunu neden yaptığını kendisi de bilmiyordu. Semtin kalabalık cadde ve sokak köşelerini mesken tutmuş bu göçmen dilencilerin çoğalması da tıpkı yerli işçilerin yerini diğerlerinin alması gibi kaygılandırıyordu onu. Gözünü karşı kaldırıma dikti, az önce yanından ayrılan Hamamcı hamamın önünde durmuş kendisine bakıyordu. Onun yanından ne zaman ayrılıp karşıya geçtiğini bilmiyordu. Aradan geçen süreyi, ne kadar zamandır burada durduğunu ve aslında az evvel Hamamcı’yla aralarında bir konuşma geçip geçmediğini; geçmişse bile anımsanan konuşmanın aslında geçmişteki başka bir günde gelişmiş olabileceği veya hiçbir zaman yapılmadığı da varsayımlar arasındaydı. Mesleğinden dolayı bu tür insanların kendisinden beklentilerinin ne olduğunu bildiğinden, olası bir konuşmayı aralarında sanki yenilerde ya da çok zaman önce geçmiş gibi hissediyor da olabilirdi. Şu an gözünü kendisine dikmiş bakan bu adam da kimdi? Düşünceleri başa sarmaya başladı. Baktığı adam Hamamcı’ydı. Onun tekrar yakasına yapışacağı düşüncesiyle bir sıkıntı çöreklendi içine. Oysa eşikten dışarı adımını attığı anda yüzünü yalayan ılık hava, uzun süredir hissetmediği bir yaşam kıpırtısı düşürmüştü içine. Sanki tüm dünyayı etkisi altına alan bir müzik vücuduna sızmış, teninin altına yerleşen namesiyle ayaklarını yerden kesmişti. Kendisini karşılayan trafik ve insan güruhuna aldırış etmeksizin kalabalığın içinden dans ederek geçme arzusuna ket vurdu. Bu bir anlık arzu, karşı kaldırımda bıyık uçlarını burarak kendisine bakan Hamamcı’yla göz göze geldiği anda tamamen sönüp gitti. Kadına baktı, köpek kadının az gerisinde başı büyüklüğünde bir bölgeyi burnuyla santim santim koklamayı sürdürürken Karakuru, Çelimsiz’in boynuna sarılmış, adamın gözünün içine bakıyordu kimselerin kaynağına ulaşamayacağı bir öfkeyle. Köpek ise duvarın gerisinden gelen davetkâr havlamaların etkisiyle koyulduğu, burnunu duvara yaklaştırma çabasından kendisini alıkoyan çocuğun cılız kolları arasında çırpınıyordu. Bu çırpınış o kadar güçsüzdü ki bir çocuğun bile zapt edebileceği her halinden anlaşılıyordu. Adam çocuğa dikkatlice baktı. Daha önce onu buralarda görmüş müydü, emin olamadı. Fazla göçmen vardı ve bir süre sonra onları kendi içinde birbirinden ayırmak pek kolay olmuyordu. Semtin göçmenlerden oluşan karmaşık yapısıyla olan haşır neşirlik ona, karşılaştığı insanların tiplerinden ve beden dillerinden hangi ülkeden geldiklerini yaklaşık olarak kestirebilme becerisi kazandırmıştı. Misal, bu çocukla kadının aynı ülkeden gelmiş oldukları su götürmez bir gerçekti. Birbirleriyle konuştuklarına da tanık olmuştu az evvel. Küçük bir konuşma, kısa ve sanki fısıltı halinde. Aynı dili konuşanlar, dans eden insanlar gibi bir uyum içerisindeydiler. Semtin kendisine bahşettiği bu deneyimler burada yaşayan insanlara karşı geliştirdiği merhamet duygusunu pekiştirmek yerine günbegün köreltiyordu. Dilenen kadının önünde duran banknot ve yanında dikilmiş çocuğa bakarken onu etkisi altına alan bir anıyı ait olduğu yere göndermeye çalışıyordu bir yandan. Bu çaba çok kısa bir zamanda gelişiyor, sonrasında geçmişin bu günü ele geçirmesine teslim oluyordu. Şimdiki anı en az elli yıl öncesinden geliyordu:
Ceviz ağacının gölgesinde yaşlı bir adam, gözü, önünde uzayan uçsuz bucaksız topraklara dalıp gitmiş. Çocuğu görünce bir deri bir kemik yüzü aydınlanıyor. İşaret parmağını kanca yapıp yanına gelmesini işaret ediyor torununa. Elini cebine atıyor çocuk, banknotlar yerli yerinde. Büyükbaba son yıllarda şehre inemiyor. İhtiyaçlarını oğlu karşılıyor. Küçük bir radyosu var, ülkede ve dünyada olup bitenleri o radyodan takip ediyor. Çocuk yanına vardığımda tek gözünü “Ne getirdin?” anlamında seğirtiyor. Eline iki pil tutuşturuyor çocuk. Ama sıra bu sessiz iletişimin asıl sebebi olan sırra henüz gelmiş değil.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıSarhoşların Perşembesi
- Sayfa Sayısı138
- YazarJaklin Çelik
- ISBN9789750528668
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Arada Kalanlar ~ Ekrem Güneş
Arada Kalanlar
Ekrem Güneş
Hafta sonunda da rahat yok. Saat daha on bile olmamış. Aysel Hanım bırakmıyor ki doyasıya yatsınlar. İkide bir, “Kalkın çocuklar!” diye seslenerek kahvaltıya çağırıp duruyor, ama aldırmıyor onlar.
- Dünyanın İlk Günü ~ Beyazıt Akman
Dünyanın İlk Günü
Beyazıt Akman
On beşinci yüzyılda, 19 yaşındaki genç sultan, bütün dünyanın kaderini değiştirmek üzereydi… Doğu Roma’nın merkezi Konstantinopol’den kaçırılan Alexander, yaşayabilmek için çocukluk aşkından ayrılmak zorunda...
- Güz Gelmeden ~ Selçuk Baran
Güz Gelmeden
Selçuk Baran
“Yeryüzünde büyük insanlar var: Peygamberler, başkomutanlar, vatan kurtaranlar, insanlığa hizmet eden bilim adamları… Küçük insanlar da var: Fener bekçisi Affan gibi. Ama hepsi yataklarını...