New York’tan Buenos Aires’e giden yolcu gemisinde dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic de bulunmaktadır. “Kralların oyunu”nu kurnazca ve ticari bir ustalıkla oynayan bu cahil ve kaba saba adamın gemideki varlığı eski bir satranç bağımlısının, Dr. B.’nin çoktandır sönmüş olan tutkusunu tetikleyerek yıllar önce kapattığı acı dolu sayfayı yeniden açmasına neden olacaktır.
Stefan Zweig’ın 1942’de intihar etmeden önce yazdığı son kurmaca metin olan Satranç, Nazi Almanyası’nı görgüsüz, “mizah duygusundan ve incelikten yoksun”, “yenilmez” şampiyonun kişiliğinde cisimleştirmesiyle de apayrı bir boyut kazanıyor.
Psikolojik çözümlemelerin ustası Zweig’dan insan ruhsallığının tekinsiz arka sokaklarında dolaşan bir uzun öykü; deha, hırs ve takıntı üzerine küçük bir başyapıt.
Zweig anlattığı hayatı eksiksiz biçimde anlayan, büyük bir analiz yeteneğine sahip bir yazar… Satranç, kendisinin Nazi işkencecileriyle oynadığı karanlık oyunun bir metaforu. Anlattığı vaka öyküsü artık tek tek bireylerin ötesinde bütün bir Avrupa’nın öyküsü.
Stephen Spender, The New York Review of Books
SATRANÇ
Gece yarısı New York’tan Buenos Aires’e hareket edecek olan büyük buharlı yolcu gemisinde son dakikaların alışılagelmiş yoğunluğu ve hareketliliği yaşanıyordu. Karadakiler arkadaşlarını uğurlamak için itişip kakışıyorlar, yana devrik kasketleriyle telgrafçı oğlanlar bağıra bağıra birtakım isimler söyleyerek bekleme salonlarına girip çıkıyorlar, çocuklar merakla merdivenlerde bir aşağı bir yukarı koşturuyorlar, bavullar ve çiçekler sürükleniyor, bu arada orkestra güverte gösterisi niyetine aralıksız çalıyordu.
Tam bu keşmekeşin biraz uzağında, gezinti güvertesinde bir tanıdıkla konuşuyordum ki yanımızda iki-üç flaş patladı; görünüşe bakılırsa gazeteciler kalkıştan hemen önce yolculardan biriyle kısa bir röportaj yapmış ve onun fotoğraflarını çekmişlerdi. Arkadaşım o tarafa bakarak gülümsedi. “Geminizde tam bir bulunmaz Hint kumaşı var: Czentovic.” Ardından, bu haber karşısında yüzümde beliren boş ifade üzerine açıklamak için ekledi: “Mirko Czentovic; dünya satranç şampiyonu. Oynadığı turnuvalarla doğudan batıya bütün Amerika’yı karış karış gezdi, şimdi de yeni zaferler kazanmak üzere Arjantin’e gidiyor.” Aslında şimdi ben de bu genç dünya şampiyonunu ve hatta onun füze gibi yükselen kariyerine dair bazı ayrıntıları hatırlamıştım; benden daha dikkatli bir gazete okuru olan arkadaşım bunları bir dizi anekdotla tamamladı. Czentovic yaklaşık bir yıl önce adını bir anda Aljechin, Capablanca, Tartakower, Lasker, Bogoljubow gibi satranç sanatının en tecrübeli eski ustalarının yanına yazdırmıştı; 1922’de New York’ta yedi yaşındaki harika çocuk Rzecewski’nin ortaya çıkışından beri hiçbir tanınmamış oyuncunun ünlüler kategorisine girişi bu denli geniş çaplı bir sansasyon yaratmamıştı. Çünkü görünen o ki Czentovic’in zihinsel özellikleri bu göz kamaştırıcı kariyerin müjdecisi olmaktan çok uzaktı.
Çok geçmeden ortaya çıkan sırra göre bu satranç şampiyonu özel hayatında herhangi bir dildeki bir cümleyi imlâ hatası yapmadan yazma kapasitesine sahip değildi ve öfkeli meslektaşlarından birinin fesatça dalga geçerek söylediği gibi, “cehaleti her alanda aynı derecede tümel”di. Güney Slavı, yoksul bir Tuna kayıkçısının oğluydu ve babasının ufak sandalı bir gece hububat taşıyan bir buharlı gemi tarafından ezilmiş, o zamanlar on iki yaşında olan Czentovic’i de babasının ölümünün ardından, yaşadıkları ücra köyün papazı acıyıp yanına almış, iyi yürekli adam bu konuşma özürlü, kalınkafalı, geniş alınlı çocuğa köy okulunda öğrenemediklerini evde ders vererek öğretmek için büyük çaba göstermişti. Fakat bütün bu emekler boşunaydı. Mirko kendisine daha önce yüz kez anlatılan noktalama işaretlerine her seferinde ilk defa görmüşçesine bakıyordu; son derece yavaş çalışan beyni en basit ders konularını kavrayacak güçte bile değildi. On dört yaşına geldiğinde hâlâ hesap yaparken parmaklarını kullanıyor, kitap ya da gazete okumak bu yeniyetme oğlan için daha da büyük bir gayret anlamına geliyordu. Bununla birlikte Mirko’ya kesinlikle isteksiz ya da dik kafalı denilemezdi. Kendisinden isteneni uslu uslu yerine getiriyor, su taşıyor,odun kesiyor, tarlada çalışıyor, mutfağı topluyor ve ona verilen her işi, asap bozucu bir yavaşlıkla da olsa, düzgün şekilde yapıyordu. Ne var ki iyi yürekli papaz için bu tuhaf oğlanın en can sıkıcı yanı, genel kayıtsızlığıydı.
Ondan özellikle istenmediği sürece hiçbir şey yapmıyor, asla soru sormuyor, diğer çocuklarla oynamıyor ve açık açık söylenmedikçe kendini oyalayacak bir meşgale aramıyordu; evdeki işleri bitirir bitirmez, etrafında olup bitenlere en ufak bir ilgi göstermeksizin, otlaktaki koyunların boş bakışlarıyla sağa sola bakarak tam bir vurdumduymazlık içinde odasında oturuyordu. Papaz akşamları uzun saplı çiftçi piposunu tüttürerek jandarma başçavuşla her zamanki gibi üç parti satranç oynarken sarı saçlı çocuk sessizce çömelip yanlarına oturuyor, ağır gözkapaklarının altından belli ki uykulu ve kayıtsız gözlerini kareli tahtaya dikiyordu. Bir kış akşamı iki oyun arkadaşı günlük satranç partilerine dalıp gitmişken, sokaktan bir kızağın gittikçe daha hızlı çalan çıngıraklarının sesi duyuldu. Kasketinin üstü karla kaplı bir çiftçi telaşla içeri girdi; yaşlı annesi ölüm döşeğindeydi ve papazın onu son bir kez yağla takdis etmek için elini çabuk tutması gerekiyordu. Papaz vakit kaybetmeden adamın peşinden gitti. Birasını henüz bitirmemiş olan jandarma başçavuş kalkarken yeni bir pipo yaktı ve tam ağır, konçlu çizmelerini giymeye hazırlanıyordu ki, Mirko’nun gözünü tahtadaki yarım kalan partiden ayırmadığını fark etti. “Oyunu bitirmek ister misin?” diye takıldı uyuklayan oğlana; onun tahtadaki tek bir taşı bile doğru oynayamayacağından kesinlikle emindi. Çocuk ürkekçe gözlerini kaldırıp ona baktı, başını evet anlamında salladı ve ardından papazın yerine oturdu. On dört hamle sonra jandarma başçavuş mat olmuş, üstelik yenilgisinin kesinlikle dikkatsizce yaptığı yanlış bir hamleden kaynaklanmadığını da itiraf etmek zorunda kalmıştı. İkinci parti de aynı şekilde sonuçlandı.
“Balam’ın eşeği!” diye bağırdı papaz geri döndüğünde şaşkınlıkla; sonra da Kitabı Mukaddes’i kendisinden daha az bilen jandarma başçavuşa iki bin yıl önce benzer bir mucizenin gerçekleştiğini, dilsiz bir canlının birdenbire bilgeliğin lisanını bulduğunu anlattı. Ardından, saat epey geç olduğu halde, neredeyse kara cahil yardımcısını kendisiyle bir karşılaşma yapmaya davet etmeden duramadı. Mirko onu da kolayca mat etti. Kesin, ağır, kararlı hareketlerle oynuyor, öne eğdiği geniş alnını tahtadan bir kez olsun kaldırmıyordu. Aynı zamanda da sarsılmaz bir kendine güvenle oynuyordu; sonraki günlerde ne jandarma başçavuş, ne de papaz onunla oynadıkları bir partiyi kazanabildiler. Yetiştirdiği çocuğun normaldeki zekâ geriliğini başka herkesten daha iyi değerlendirebilecek durumda olan papaz bu tek yönlü, tuhaf yeteneğin daha çetin bir sınava hangi noktaya kadar dayanabileceğini şimdi cidden merak ediyordu. Mirko’nun görünümünü bir parça düzeltmek için çocuğun tarak yüzü görmemiş, saman sarısı saçlarını köyün berberinde kestirdikten sonra onu kızağıyla küçük bir komşu şehre götürdü; oranın ana meydanındaki kahvede kendini bu oyuna adamış, bizzat tecrübe ettiği üzere kendisinin kesinlikle boy ölçüşemediği satranççıların toplandıkları bir köşe biliyordu. Papazın sarışın al yanaklı oğlanı içi koyun kürkü kaplı ceketi ve ağır, uzun, konçlu çizmeleriyle kahveye sokması, içeride oturan grupta en ufak bir şaşkınlık yaratmadı; oğlansa satranç masalarından birine çağrılana dek, ürkekçe yere diktiği gözleriyle rahatsız olmuşçasına bir köşede durdu. Mirko ilk partide mat oldu, çünkü Sicilya savunması denilen şeyi iyi yürekli papazla oynarken hiç görmemişti. İkinci partide en iyi oyuncuyla berabere kaldı. Üçüncü ve dördüncüden itibarense herkesi art arda mat etti.
Küçük bir Güney Slav taşra şehrinde heyecan verici olaylara nadiren rastlanır; dolayısıyla bu köylü şampiyonun ortaya çıkışı, kahvede toplanmış olan şehir eşrafı için anında sansasyon haline geldi. Satranç kulübünün diğer üyelerinin de çağrılması, özellikle bu oyunun fanatiği yaşlı Kont Simczic’in şatosuna haberin ulaştırılması amacıyla mucize çocuğun kesinlikle ertesi güne kadar şehirde kalması gerektiğine oybirliğiyle karar verildi. Evlatlığına yepyeni bir gururla bakan ama görev bilinci keşif sevincinin önüne geçtiği için yönettiği pazar ayinini kaçırmak istemeyen papaz, Mirko’yu tekrar denenmesi için orada bırakıp gidebileceğini söyledi. Genç Czentovic satranç grubu hesabına bir otelde kaldı ve o akşam ilk kez bir klozet gördü. Ertesi gün, pazar öğleden sonra, satranç salonu hınca hınç doluydu. Hiç kımıldamadan dört saat tahtanın başında oturan Mirko, tek kelime etmeden ve hatta kafasını kaldırıp bakmadan oyuncuları art arda yendi; en sonunda bir simültane parti teklif edildi. Cahil çocuğun simültane partide tek başına farklı oyuncular karşısında mücadele edeceğini anlamasını sağlamak biraz zaman aldı. Fakat Mirko bu âdeti kavrar kavramaz hemen işe koyuldu; ağır, gıcırdayan ayakkabılarıyla yavaş yavaş bir masadan diğerine gezdi ve en sonunda sekiz partiden yedisini kazandı. Şimdi büyük müzakereler başlamıştı. Bu yeni şampiyon tam anlamıyla şehirden biri olmadığı halde yerel millî gurur ateşi alev alev yanıyordu. Harita üzerindeki varlığını bugüne dek kimsenin fark etmediği bu küçük şehir belki de sonunda dünyaya ünlü bir adam armağan etme şerefine erişecekti.
Normalde sadece garnizon kabaresine şantöz ve kadın şarkıcı ayarlayan Koller adında bir menajer bir yıllık maddi desteğin verilmesi kaydıyla Viyana’da, kendi tanıdığı, pek bilinmeyen, fevkalade bir ustanın bu genç insana satranç sanatını kitabına uygun şekilde öğretmesini sağlayabileceğini bildirdi. Her günü satrançla geçen altmış yıl boyunca karşısına hiç bu kadar sıradışı bir rakip çıkmamış olan Kont Simczic derhal gereken meblağı ödedi. Kayıkçının oğlunun şaşırtıcı kariyeri işte o gün başladı. Yarım yıl sonra Mirko satranç tekniğinin tüm sırlarına vâkıf olmuştu ama sonradan profesyonel çevrelerde de sık sık gözlenen ve alay konusu olan tuhaf bir yetersizliği vardı: Czentovic tek bir satranç partisini bile kafadan –ya da meslek jargonuyla, körlemesine– oynayamıyordu.
Savaş meydanını hayal gücünün uçsuz bucaksız alanında canlandırma yetisinden bütünüyle yoksundu. Altmış dört karesi ve otuz iki taşıyla siyah beyaz tahtanın elle tutulur olarak önünde bulunması şarttı; dünyaca ünlü olduğu dönemde bile, bir şampiyonluk partisini yeniden kurmak ya da bir problemi kendi kendine çözmek istediğinde tabloyu görsel olarak canlandırmak amacıyla yanında daima katlanabilir bir cep satrancı taşırdı. Bu aslında önemsiz kusur hayal gücündeki eksikliği ele veriyor ve dar bir çevrede, tıpkı müthiş bir virtüözün ya da orkestra şefinin, önünde nota açık değilken çalamadığının ya da orkestrayı yönetemediğinin ortaya çıkmasının müzisyenler arasında tartışılacağı bir hararetle tartışılıyordu. Fakat bu tuhaf özellik Mirko’nun muazzam yükselişini kesinlikle sekteye uğratmadı. Daha on yedi yaşında bir düzine satranç ödülünün sahibi oldu; on sekizinde Macar şampiyonasını, yirmisindeyse nihayet dünya şampiyonasını kazandı. Her biri entelektüel donanım, hayal gücü ve ataklık yönünden ondan kat be kat üstün olan en cesur şampiyonlar, tıpkı Napoléon’un hantal Kutusow’a ya da Hannibal’in, Livius tarafından çocukluğunda da aynı şekilde bu tür dikkat çekici ağırkanlılık ve geri zekâlılık belirtileri gösterdiği anlatılan Fabius Cunctator’a yenilmesi gibi onun katı ve soğuk mantığına yeniliyorlardı. Böylece çeşitli entelektüel üstünlükleri olan tipleri; filozofları, matematikçileri, hesap yapabilen, hayal edebilen ve genellikle yaratıcı simaları bünyesinde toplayan o parlak satranç şampiyonları galerisine ilk kez zihin dünyasının tamamen dışından biri, en yırtık gazetecilerin bile o güne dek ağzından yayınlanmaya değer tek bir kelime almayı başaramadıkları ağırkanlı, konuşma özürlü bir köylü çocuk girmiş oldu. Elbette Czentovic’in gazeteleri mahrum bıraktığı kusursuz vecizelerin yerini çok geçmeden onun kişiliği üzerine bir sürü anekdot aldı.
Çünkü Czentovic eşsiz bir usta olduğu satranç tahtasının başından kalktığı anda, önlenemez şekilde grotesk ve neredeyse komik bir figüre dönüşüyor; şık siyah takım elbisesine, üzerinde biraz abartılı inci iğnesiyle gösterişli kravatına ve bin bir zahmetle manikür yapılmış tırnaklarına rağmen el kol hareketleri ve davranışlarıyla, köyde papazın odasını süpüren o aynı aklı kıt köylü çocuk olarak kalıyordu. Yol yordam bilmeden ve adeta utanmazca bir kaba sabalıkla, meslektaşlarının dalga geçmelerine ve öfkelenmelerine neden olacak şekilde, küçük hesapçı ve hatta genellikle bayağı bir hırsla, yeteneğini ve şöhretini olabildiğince paraya çevirmeye çalışıyordu. Şehir şehir geziyor, daima en ucuz otellerde kalıyor, eğer ücreti ödenirse en berbat kulüplerde oynuyordu; sabun reklamlarında bile boy göstermiş, hatta onun üç cümleyi doğru yazacak kapasitede olmadığını bilen rakiplerinin alaylarına aldırmadan adını “Satranç Felsefesi” adlı bir kitaba satmıştı; ki gerçekte, ticari düşünen yayıncı için kitabı yazan kişi Galiçyalı sıradan bir öğrenciydi. Bütün katı karakterler gibi Czentovic de her türlü mizah duygusundan yoksundu ve dünya turnuvasındaki zaferinden beri kendini dünyanın en önemli adamı olarak görüyordu; bilhassa onun hakkında yazan ve konuşan bütün o zeki, entelektüel, göz kamaştırıcı adamları kendi sahasında yenmenin, daha da önemlisi, elle tutulur bir gerçek olarak onlardan daha fazla para kazanıyor olmanın bilinci başlangıçtaki kendine güvensizliğini, genellikle bayağı bir şekilde açığa vurduğu, soğuk bir gurura dönüştürmüştü. “Ama zaten bu kadar hızlı gelen bir şöhretin böylesine içi boş bir başı döndürmemesi mümkün mü?” dedi arkadaşım, Czentovic’in çocuksu kibrinin birkaç klasik örneğini verdikten sonra.
“Banat Yaylası’ndan yirmi bir yaşında bir köylü çocuk birdenbire satranç tahtası üzerinde bir iki taş oynatmayla bir haftada, bütün köyünün odun kesip en ağır işleri yaparak bir yılda kazandığından daha fazla para kazanmaya başlarsa, kendini beğenmişlik hezeyanına tutulmaz mı? Hem, zamanında bir Rembrandt’ın, bir Beethoven’ın, bir Dante’nin, bir Napoléon’un yaşadığından haberi bile yoksa, kişinin kendini büyük insan sayması gerçekten acayip kolay değil mi? Bu çocuğun o duvar kaplı beyniyle tek bildiği, aylardır tek bir satranç partisini bile kaybetmemiş olduğu; üstelik yeryüzünde satrançla para dışında birtakım değerler de bulunduğunu bilmediğinden, kendine hayran olmak için her türlü sebebi var.” Arkadaşımın anlattıkları bende özel bir merak uyandırmayı başarmıştı.
Tek bir düşünceye saplanıp kalmış her tür sabit fikirli insan hayat boyu ilgimi çekmiştir, çünkü kişi kendini ne kadar sınırlarsa öte yandan sonsuzluğa o kadar yakın olur; özel cevherleriyle, tıpkı karıncalar gibi dünyanın dikkat çekici ve bütünüyle eşsiz bir modelini oluşturanlar, tam da görünüşte dünyanın dışında kalanlardır. Dolayısıyla, Rio’ya yapacağımız on iki günlük yolculuk boyunca zihinsel tekyönlülüğün bu tuhaf örneğini daha yakından incelemek niyetinde olduğumu gizlemedim. Fakat arkadaşım beni uyardı: “Şansınız yaver gitmeyebilir. Bildiğim kadarıyla bugüne dek kimse Czentovic’ten en ufak bir psikolojik malzeme çıkarmayı başaramadı. Bu anasının gözü köylü bütün o derin yetersizliğinin ardında, zayıf yanlarını göstermemek gibi bir kurnazlık gizliyor; bunu da küçük meyhanelerde bir araya geldiği, kendi sınıfından köylüler hariç kimseyle konuşmamak gibi basit bir teknikle yapıyor. Kültürlü bir insanın varlığını hissettiği an sürüne sürüne kabuğuna çekiliyor; böylece kimse ondan aptalca bir söz duymuş ya da cehaletinin sınırsız olduğu söylenen derinliğini ölçmüş olmakla övünemiyor.” Arkadaşım haklı çıktı. Yolculuğun daha ilk günlerinde anlaşıldı ki, kaba bir yapışkanlık sergilemeden –ki sonuçta bu da benim tarzım değildi– Czentovic’e yaklaşmak kesinlikle imkânsızdı.
Gerçi ara sıra gezinti güvertesine çıkıyor ama o zaman da ellerini arkasında birleştirerek Napoléon’un o ünlü resmindeki, gururla kendine odaklanmış duruşuyla geziniyordu; ayrıca bu peripatetik güverte turunu her seferinde öyle bir aceleyle, paldır küldür tamamlıyordu ki, onunla konuşabilmek için depara kalkıp arkasından koşmak gerekiyordu. Öte yandan toplu alanlarda, mesela barda ya da sigara salonunda asla boy göstermiyor, el altından bilgi istediğim bir gemi personelinin anlattığına göre, dev bir tahtanın üzerinde satranç partilerini çalışmak ya da tekrar etmek amacıyla günün büyük bölümünü kamarasında geçiriyordu. Üç gün sonra, onun inatçı savunma tekniğinin benim ona yaklaşma isteğimden daha başarılı olması beni gerçekten kızdırmaya başladı.
Daha önce hayatımda hiçbir satranç şampiyonuyla bizzat tanışma fırsatım olmamıştı ve şimdi böyle bir tipi kafamda canlandırmaya çalıştıkça, ömür boyu sadece siyah beyaz kareli bir alanın etrafında dönen bu zihinsel faaliyet benim için daha da tasavvur edilemez hale geliyordu. Gerçi “kralların oyununun”, insanoğlunun icat ettiği oyunlar arasında tesadüfün her türlü despotluğuna bir hükümdar gibi son veren ve zafer palmiyelerini* yalnızca zihne, daha doğrusu zihinsel yeteneğin belli bir türüne teslim eden bu oyunun gizemli çekiciliğini kendi tecrübelerimden biliyordum. Fakat aslında insan satrancı “oyun” olarak nitelediğinde bizzat hakaret sayılacak bir sınırlandırmanın sorumlusuna dönüşmüş olmuyor mu? Satranç aynı zamanda bir bilim, bir sanat değil mi; Muhammed Peygamber’in yeryüzüyle gökyüzü arasında salınan tabutu gibi bu iki kategori arasında gidip geliyor, bütün zıt kutupların eşsiz bir bileşimi, çok eski ama sonsuz yeni, yapısal açıdan mekanik ama ancak hayal gücü vasıtasıyla etkin, geometrik olarak sabit alanlarla sınırlı ama kombinasyonlarında sonsuz, daima gelişmeye açık ama verimsiz, hiçbir yere götürmeyen bir düşünme, hiçbir şey hesaplamayan bir matematik, eseri olmayan bir sanat, özü olmayan bir mimari ve buna rağmen, varlığı ve varoluşuyla bütün kitaplardan ve eserlerden daha kalıcı; bütün halklara ve bütün zamanlara ait olan, can sıkıntısını yok etmek, duyuları keskinleştirmek ve ruhu diri tutmak için hangi Tanrı’nın yeryüzüne indirdiğini kimsenin bilmediği tek oyun.
Başı sonu nerededir bilinmez; her çocuk onun ilk kurallarını öğrenebilir, her acemi çaylak kendini onda deneyebilir ama yine de satranç, o değişmez darlıktaki karenin sınırları içinde özel bir usta türü yetiştirmeyi başarır; başka hiç kimseyle karşılaştırılamayacak, bir tek satranca yeteneği olan insanlar, öngörü, sabır ve tekniğin tıpkı matematikçi, yazar ya da müzisyendeki gibi net olarak belirlenmiş oranlarda, sadece onlarınkinden farklı bir katmanlaşma ve bileşimle etkili olduğu, kendine özgü dâhiler. Fizyonomi tutkusuyla dolu eski devirlerde olsaydık belki bir Gall* bu tür satranç ustalarının beyinlerini, gri maddelerinde özel bir kıvrımın, bir tür satranç kasının ya da çıkıntısının başka kafataslarındakinden daha belirgin çizilmiş olup olmadığını saptamak için incelerdi.
Bu kendine özgü dehanın tıpkı elli kiloluk içi boş bir kayadaki tek bir altın filizi gibi mutlak bir entelektüel tembelliğin içine karıştığı Czentovic gibi bir vaka bu tür bir fizyoloğu kim bilir nasıl heyecanlandırırdı! Aslında bu kadar eşsiz, böylesine dâhiyane bir oyunun kendine çok özel matadorlar yaratmak zorunda olduğu gerçeğini öteden beri biliyordum ama dünyanın siyahla beyaz arasındaki dar yolla sınırlı olduğu, hayattaki zaferlerini yalnızca o otuz iki taşın sürekli gidip gelmelerinde, ileri gerilerinde arayan, zihnen faal bir insanın hayatını tasavvur etmek ne kadar zor, hatta imkânsızdı:
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Modern Klasikler Dizisi Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSatranç
- Sayfa Sayısı72
- YazarStefan Zweig
- ISBN9789750863240
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İnsanlığın Yıldızının Yükseldiği Anlar ~ Stefan Zweig
İnsanlığın Yıldızının Yükseldiği Anlar
Stefan Zweig
İnsanlık tarihi boyunca gerçekten önemli ve utkulu bir ana ulaşmak için milyonlarca saatin akıp gitmesi gerekir. Zweig’a göre, “tüm zamanların en büyük şairi ve...
- Bir Erkek Olarak Yaşamım ~ Philip Roth
Bir Erkek Olarak Yaşamım
Philip Roth
Peter ve Maureen’in bir sahtekârlığın üzerine inşa edilmiş tekinsiz evlilikleri çıkışı mümkün olmayan bir bataklığa dönüşür. Maureen, yetenekli bir yazar olan Peter’ın ilham perisi...
- Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ~ George Orwell
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört
George Orwell
“Çok genç yaşındayken bile gözüpek ve yürekli biri olan George Orwell (1903-1950), önce döneminin ve ülkesinin toplumsal düzenine karşı çıktı. Büyük Rus Devrimine inandı....