Victoria döneminin öne çıkan kadın yazarlarından George Eliot, Sır Perdesi’nde her zamanki gerçekçiliğinden uzaklaşarak romantik, trajik hatta doğaüstü denebilecek bir anlatıcı yaratıyor. Döneminin frenoloji ve manyetizma gibi sözde bilimlerinden etkilenen Eliot’ın tek bilimkurgu eseri sayılan bu uzun öykü, insan ruhunun kuytu köşelerini yokluyor ve hayatın kader, beklenti, bilinmezlik, ölüm, saklı kötülük, tecrit, saplantılı tutku gibi karanlık ve gizemli yanlarını sorguluyor.
BİRİNCİ BÖLÜM
Sonum yaklaşıyor. Son zamanlarda angina pectoris1 ataklarına maruz kalıyorum ve işlerin olağan akışı içinde, doktorum bana, hayatımın aylarca uzamayacağını bekleyebileceğimi söyledi. O halde, olağanüstü bir ruhsal karakterle lanetlendiğim gibi olağanüstü bir fiziksel yapıyla lanetlenmedikçe, bu dünyevi varoluşun yorucu yükü altında daha fazla sızlanmayacağım. Aksi halde –çoğu insanın arzuladığı ve ulaşmak için uğraştığı yaşa gelirsem– bir kez olsun, gerçekdışı beklentinin sefaletinin gerçek önsezinin sefaletinden daha ağır basıp basamayacağını bilebilirdim. Çünkü ne zaman öleceğimi ve son anlarımda neler olacağını önceden görüyorum. Bugünden sadece bir ay sonra, 20 Eylül 1850’de, gece saat onda bu sandalyede, bu çalışma odasında, ölmeyi arzulayarak, ardı arkası kesilmeyen içgörü ve öngörüden bıkmış, kuruntu ve umutlardan yoksun biçimde oturacağım. Ateşin içinde yükselen mavi bir alazı izlerken ve lambam zayıflarken göğsümde korkunç bir kasılma başlayacak. Boğulma hissi gelmeden önce ancak zile ulaşıp şiddetle çekecek kadar zamanım olacak. Çaldığım zile kimse cevap vermeyecek. Nedenini biliyorum. İki uşağım sevgililer ve tartışmış olacaklar.
Hizmetçim, Perry’nin kendini boğmaya gittiğine inanacağını umarak iki saat önce öfkeyle evden fırlar. Sonunda Perry paniğe kapılır ve onun peşine düşer. Küçük bulaşıkçı kız bir bankta uyuyor: Zile asla cevap vermez, zil sesi onu uyandırmaz. Boğulma hissi artıyor, lambam korkunç bir kokuyla sönüyor; büyük çaba harcayarak tekrar zile uzanıyorum. Yaşamak istiyorum ve yardım eden yok. Bilinmeyene susadım; artık susuzluğum bitti. Tanrım, bilinenin yanında kalıp ondan usanmama izin ver, buna razıyım. Acı ve boğulmanın getirdiği ıstırabın ve tüm bunlar olurken toprağın, tarlaların, karga yuvalarının dibindeki çakıltaşlı derenin, yağmurdan sonraki taze kokunun, odamın penceresinden içeri süzülen gün ışığının, buz gibi havanın ardından hissedilen ateşin sıcaklığının üzerine sonsuz karanlık mı çökecek? Karanlık – karanlık – acı değil – yalnızca karanlık; ama karanlığın içinden geçip gidiyorum, düşüncem, her zaman ilerleme duygusuyla olsa da karanlıkta kalıyor…
O an gelmeden önce, huzur içinde ve gücümün yerinde olduğu son saatlerimi, başımdan geçen tuhaf hikâyeyi anlatmak için kullanmak istiyorum. Kendimi daha önce hiçbir insana tam olarak açmadım; hiçbir zaman ahbaplarımın anlayışına güvenmek için fazla yüreklendirilmedim. Ama hepimiz öldüğümüzde biraz merhamet, biraz şefkat, biraz iyilikle karşılaşma şansına sahibiz; bağışlanamayanlar yalnızca yaşayanlardır – sert doğu rüzgârıyla yağmurdan yoksun bırakılanlar gibi insanların müsamaha ve hürmetinden yoksun bırakılan yaşayanlar. Kalp atarken kırın onu – bu sizin tek fırsatınız; göz hâlâ nemli, ürkek bir yakarışla size dönebiliyorken onu buz gibi, cevapsız bir bakışla dondurun; ruhun en derin tapınağına haber götüren o hassas ulak kulak, nezaket tonlarını hâlâ algılayabiliyorken onu kalpsiz bir terbiyeyle, alaycı bir iltifatla ya da kayıtsızlığın kıskanç yapmacıklığıyla caydırın; yaratıcı beyin hâlâ adaletsizlik duygusuyla, kardeşçe kabul edilme özlemiyle zonklayabilirken –acele edin– onu enine boyuna düşünülmemiş yargılarınızla, önemsiz karşılaştırmalarınızla, dikkatsiz yanlış beyanlarınızla bastırın. Kalp yavaş yavaş sakinleşecek “ubi saeva indignatio ulterius cor lacerare nequit”1 ; göz yalvarmayı bırakacak; kulak sağır olacak; beyin tüm işlerden olduğu gibi tüm isteklerinden de vazgeçecek. İşte o zaman hayırsever konuşmalarınız hırsını alabilir; o zaman zahmeti, mücadeleyi ve başarısızlığı hatırlayabilir ve onlara acıyabilirsiniz; o zaman başarılan işe gereken saygıyı gösterebilirsiniz; o zaman hatalar için mazeret bulabilir ve onları unutmaya razı olabilirsiniz. Bu önemsiz bir ders kitabı; neden üzerinde duruyorum ki? Bana çok az atıfta bulunuyor çünkü ardımda insanların onurlandıracağı herhangi bir eser bırakmayacağım. Aralarında bulunduğum sırada bende açtıkları yaraları mezarımın başında ağlayarak kapatacak hiçbir yakınım yok. Yaşarken arkadaşlarımdan göreceğime inandığımdan biraz daha fazla anlayışı belki de öldüğümde yabancılardan görecek olan, hayatımın hikâyesi sadece.
Belki de çocukluğum bana, sonraki yıllar göz önünde bulundurulduğunda gerçekte olduğundan daha mutlu görünüyor. Çünkü o zaman geleceğin perdesi, diğer çocuklar için olduğu kadar benim için de aşılmazdı; onların o andaki tüm zevklerini, yarınlar için belirsiz tatlı umutlarını yaşıyordum ve şefkatli bir annem vardı – aradan geçen uzun, kasvetli yıllardan sonra bugün bile beni dizine oturttuğundaki (kollarını küçük bedenime dolamış,yanağını benimkine dayamış) kucaklayışına ait hatıraya hafif bir his eşlik ediyor. Bir süreliğine beni kör eden bir göz şikâyetim vardı, o dönemde sabahtan akşama kadar beni dizinde oturturdu. O eşsiz sevgi kısa süre içinde hayatımdan silinip gitti ve çocuksu bilincimde bile hayat, neşesini yitirmekteymiş gibiydi; eskisi gibi yanımda seyisle küçük beyaz midillime biniyordum ama ben midilliye binerken bana bakan sevgi dolu gözler, geri döndüğümde beni kucaklamak üzere açılan mutlu kollar yoktu. Belki de annemin sevgisini, hayatın diğer zevklerini eskisi gibi tatmaya devam eden yedi-sekiz yaşındaki çoğu çocuğun özleyeceğinden daha çok özlüyordum çünkü kesinlikle çok hassas bir çocuktum. Yankı yapan ahırlarda atların yürüyüşünün zeminde çıkardığı seslerin, seyislerin çınlayan yüksek seslerinin, babamın at arabası avludaki kemerin altından fırtına gibi geçerken köpeklerin gürleyerek havlamalarının, öğlen ve akşam yemeklerini haber veren gongun çınlamasının bende yarattığı korku ve tatlı heyecan karışımı duyguyu hâlâ hatırlıyorum. Zaman zaman duyduğum askerlere ait ölçülü ayak sesleri zira babamın evi büyük kışlaların olduğu bir kasabanın yakınındaydı– beni ağlatıp titretirdi ama yine de geçip gittiklerinde tekrar gelmelerini isterdim.
Sanırım babam benim tuhaf bir çocuk olduğumu düşünüyordu ve bana pek düşkün değildi; gerçi ebeveynlik görevleri olarak gördüğü şeyleri yerine getirirken çok özenliydi. Ama hayatının yarısını çoktan geçmişti ve tek oğlu ben değildim. Annem onun ikinci karısıydı ve annemle evlendiğinde kırk beş yaşındaydı. Sert, taviz vermeyen, son derece düzenli bir adamdı, aileden bankacıydı ancak aktif toprak sahibinin gittikçe gelişen işiyle, taşra etkisinin peşindeydi: Havadan etkilenmeyen, melankoli ya da keyif nedir bilmeyen, her zaman kendi gibi olan insanlardan biriydi. Ona büyük hayranlık duyardım ve onun yanındayken her zamankinden daha ürkek ve duyarlı görünürdüm; bu muhtemelen beni halihazırda Eton’da uzun boylu bir genç olan ağabeyim için uyguladığı kuralcı plandan farklı bir yöntemle eğitme niyetinde haklı olduğunu ispatlamaya yardımcı olan bir durumdu. Ağabeyim onun temsilcisi ve vârisi olacaktı, elbette bağlantılar kurmak adına Eton ve Oxford’a gitmesi gerekirdi: Babam, Latin taşlamacıların ya da Yunan oyun yazarlarının aristokratik bir konuma ulaşma konusundaki etkilerini küçümseyecek bir adam değildi. Ama özünde “o ölü ama hükümran ruhlar”a1 pek saygı duymuyordu; Potter’ın Aiskhylos’unu okuyarak ve Francis’in Horatius’una dalarak bağımsız bir fikir oluşturma hakkını kendinde buluyordu.
Bu olumsuz görüşe, madencilik spekülasyonlarıyla yakın geçmişteki bağlantısından kaynaklanan olumlu bir görüş, yani, bilimsel bir eğitimin küçük bir oğul için gerçekten yararlı bir eğitim olduğu görüşünü ekledi. Ayrıca, benim gibi utangaç ve hassas bir erkek çocuğun, özel okulun zorlu deneyimiyle karşılaşmaya uygun olmadığı açıktı. Mr. Letherall bunu çok kararlı bir şekilde dile getirmişti. Mr. Letherall, bir gün küçük başımı kocaman ellerinin arasına alıp araştırmacı ve şüpheci bir tavırla kafamın orasına burasına bastırıp ardından iri başparmaklarını şakaklarıma koyup beni biraz kendinden uzaklaştırıp parıldayan gözlük camlarının ardından bana bakan, gözlüklü iriyarı bir adamdı. Düşünceleri onu rahatsız etmişe benziyordu çünkü sertçe kaşlarını çattı ve başparmaklarını kaşlarımın üzerinde gezdirerek babama şöyle dedi: “Kusur orada, beyefendi orada ve burada,” diye ekledi, başımın üst yanlarına dokunarak, “fazlalık burada. Bu öne çıkarılmalı efendim ve bu uykuya yatırılmalı.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıSır Perdesi
- Sayfa Sayısı64
- YazarGeorge Eliot
- ISBN9789750764431
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Şeytan ~ Lev Nikolayeviç Tolstoy
Şeytan
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Tolstoy, Şeytanı, Anna Karenina’dan yaklaşık on yıl sonra, 1898 yılının Kasımı’nda yazmıştır. Bu ilginç uzun öykü, okuru, Kreutzer Sonat ile birlikte Tolstoy evreninin en...
- Metal Yorgunluğu ~ Tomris Uyar
Metal Yorgunluğu
Tomris Uyar
Bendeniz, bir sessiz film piyanisti gibi dışarıdan eşlik ettim olaylara. Hayat, büyük hesabıyla akıp giderken ben, karanlık odalarda, ince dökümlerle uğraştım. Ta gençliğimden başlayarak....
- Muzaffer ~ Memduh Şevket Esendal
Muzaffer
Memduh Şevket Esendal
Muzaffer ve annesi İstanbul’un eski bir mahallesindeki mütevazı evlerinde, kimselere yük olmayan yaşayışlarını sessiz sedasız sürdürürler. Evin erkeği hastalanıp erkenden göçmüştür öteki dünyaya. Anne...