Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Sırça Köşkün Masalcısı
Sırça Köşkün Masalcısı

Sırça Köşkün Masalcısı

Nemika Tuğcu

Sırça Köşkün Masalcısı, hayata tutunabilmesinin tek nedeni yazmak olan Kemalettin Tuğcu’nun yaşamöyküsü. Engelli olduğu için dış dünyayla ilişki kuramayan, içine kapanarak kendi yarattığı bir…

Sırça Köşkün Masalcısı, hayata tutunabilmesinin tek nedeni yazmak olan Kemalettin Tuğcu’nun yaşamöyküsü. Engelli olduğu için dış dünyayla ilişki kuramayan, içine kapanarak kendi yarattığı bir dünyada yaşayan Tuğcu, okuma yazmayı da yabancı dili de evinde, kendi başına öğrenmişti. Yazarak doldurduğu yüzlerce sayfayı evinin bahçesinde yakmaya karar verecek kadar kendi dünyasına çekilmişti. İstanbul dışına neredeyse hiç çıkmayan, bir-iki görüşme dışında hiç röportaj vermeyen Tuğcu, kitaplarında kimsesizlerin, yetimlerin, sokak çocuklarının buruk, acıklı, hüzünlü öykülerini anlatmıştır. Yoksulluk ve zenginlik, iyilik ve kötülük Tuğcu’nun kitaplarının ana eksenini oluştururken, yazar, çocukların dünyasında yer etmeyi, onları etkilemeyi ve okuma alışkanlığı edindirmeyi başarmıştır. 1940’lardan 1980’lere kadar onu tanımayan, kitaplarını okumayan çocuk neredeyse yok gibidir. Kemalettin Tuğcu’nun yeğeni Nemika Tuğcu, güçlükleri, yalnızlığı ve acıları yazarak göğüslemeye çalışan bir yazarın yaşamındaki bilinmeyen yönleri roman tadında bir yapıtla sunuyor okura.

“Eski zamanlarda manastıra kapanmış insanlar vardı.
Bunlar öyle budala ya da güdük insanlar mıydı?
İmdi, böyle insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için
böylesi yollara başvurmak zorunda kalmışlarsa
sorun herhalde hafif bir sorun olamazdı.”
Ludvig Wittgenstein

İçindekiler

İkinci Baskıya Önsöz ………………………………………………… 15
Önsöz ……………………………………………………………………. 17
Ailesi ……………………………………………………………………… 35
Çocukluk Anıları ……………………………………………………… 46
Savaş Yılları …………………………………………………………….. 91
Yazarak Yaşama Tutundu …………………………………………. 119
Babıâli Anıları ……………………………………………………….. 148
Sonsöz ………………………………………………………………….. 179
Kaynakça ………………………………………………………………. 191
Başvuru Kaynakları ………………………………………………… 193
Yayımlanmış Kitapları …………………………………………….. 195

İkinci Baskıya Önsöz

Sırça Köşkün Masalcısı’nın ikinci basımı gündeme geldiğinde ister istemez ilk baskının tarihine baktım: 2004. On dokuz yıl olmuş. Yeniden gözden geçirdiğimde bu yaşamöyküsü çalışmasının yer yer Kemalettin Tuğcu savunmasına dönüşmüş olduğunu gördüm. Elli yılı aşan bir sürede çocuklar için, yayımlanmamış olanlarla birlikte toplam dört yüz otuz dokuz kitap yazan Kemalettin Tuğcu, edebiyat kanonu dışında değerlendirilmiş, çok okura ulaştığı için değil “çok sattığı için”, duygu sömürüsü yaptığı suçlamasıyla eleştirilmiştir. Yazdıkları eleştirmenlerce değerlendirilmemiş, kitapları editoryal bir çalışma yapılmadan, özensiz baskılarla okura ulaşmış, yine de 1980’li yılların ortalarına değin çok satılmış, çok okunmuştur. Bu olumsuz eleştirilere karşın Tuğcu’nun yapıtlarının yeniden basılmasının yeni kuşakların duygu eğitimi, okuma kültürü, yitirilen değerlerin onarılması açısından önemli olduğunu söyleyen okurlar, bazı yazarlar, sanatçılar, gazeteciler de olmuştur. Tuğcu, öksüz, yetim, yoksul, horlanmış, engelli, haksızlığa uğramış çocukları yazdı. Yoksul çocukların sorunlarına karşı daha duyarlı olunmasını sağlama çabası içindeydi. Kim bilir kaç kuşak sevgiyi, saygıyı, umudu, paylaşmayı, sorumluluğu, özgüveni, adalet duygusunu onun kitaplarından öğrendi. Bugün bu etik değerlere çok ama çok gereksinmemiz var. Kemalettin Tuğcu en büyük ödülünü okurlarından aldı.

Yaşamının son döneminde, 1991’de Çocuk Vakfı tarafından verilen Çocuk Edebiyatı Ödülü ve 1995’te Tüyap Kitap Fuarı Çocuk Edebiyatı Ödülü’ne değer görüldü. Bu ödüllerle ilgili hiç yorum yapmadı. Kemalettin Tuğcu’nun “yazın yaşamına nasıl başladığı, kendisine ilişkin söylenenler, neden ve nasıl yazdığı” vb. soruların yanıtlarını içeren yaşamöyküsü, Cumhuriyet döneminde rekor sayıda çocuk kitabına imza atmış bu yazarın yeni kuşaklarca doğru tanınması açısından önemli.

Önsöz

Çocukluğun yazarı 

Kemalettin Tuğcu adını duymamış kaç kişi vardır? 1940’ lardan 1980’li yıllara kadar onu tanımayan çocuk neredeyse yoktu. Birkaç kuşağa okuma yazmayı söktürmüş, romanlarında kimsesizlerin, yetimlerin, sokak çocuklarının kurtarıcısı olmuş, çocuk edebiyatımıza pek çok eser kazandırmış bir yazardır Kemalettin Tuğcu. Kitapları bir dönem çok okundu. Yalnız kitapçılarda değil, gazete bayilerinde de satıldı. Kitap okumanın bir lüks değil, “boş zaman” kavramıyla ilişkilendirilmiş bir edim değil, merak ve gereksinim olduğu yıllarda, hem de köy odalarında, evlerde, tandır başlarında, kitap sevgisini yüreğinde hisseden insanlarca okundu, paylaşıldı. Yazar kavramıyla tanışıklığım çok eski yıllara dayanır. Çocukluğuma. Amcam bir yazardı: Kemalettin Tuğcu. Her sabah matbaaya giderdi. Zamanla işyerleri değişse de tarif değişmedi; o hep matbaaya gitti. Yazdığı kitapları, yayına hazırladığı dergileri, hikâyelerini okusam da aileden biri olması, amca olması, yazarlığının önündeydi hep. Çünkü memuriyet gibi, askerlik gibi, doktorluk, avukatlık gibi bir meslekti benim gözümde yazarlık. Bir “iş”ti. Okuduğum kitapların sayısı ve çeşidi çoğalıp benim için yazar kavramı netleşinceye dek bu böyle devam etti. Okurlarını ağlatmakla, duygu sömürüsü yapmakla suçlandı zaman zaman Kemalettin Tuğcu. Yoksulluk edebiyatı yapıyordu. Fakirlik ve zenginlik, iyilik ve kötülük kitaplarının ana eksenini oluşturuyordu. Hayat bu kadar acıklı mıydı? O yıllarda çoksatar kitaplar listesi yayımlanmıyordu. Bir baskı beş bin adetti. Bir yazar için çok satmak değil, çok okunmak önemliydi. Kitaptan para kazanılmıyordu. Çok daha az sayıda yayınevi vardı ve büyük paralar ödenerek futbolcular gibi yazar transferi yapılmıyordu. Yazarlar bir yayınevinde kitaplarını bastırabiliyorlarsa mutlu oluyorlardı. Kitap simsarlığı meslekler arasında yer almıyordu. Bestseller (çoksatar) tanımı henüz hayatımıza girmemişti.

O tarihlerde televizyon olmadığı için yazarlar edebiyat programlarında görülmüyor, okurları onların nasıl yazdıklarını, hangi yazarlardan etkilendiklerini bilmiyor, yazarı tanımıyor, evlerinin içini göremiyorlardı. Yazarlar, okurlarına iç dünyalarını açabiliyorlardı yazdıklarıyla; ama özel hayatları bilinmiyordu. Bugün olduğu gibi “şeffaf” değildi o dönemin yazarları. Hangi yazar kaç satar, kaç para alır gibi konular da pek konuşulmuyordu. Yıllarca emek verdiği kuruluşlara yaslanan yayınevleri, Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını basmaya gönül indirmediler. Halka bu kadar çabuk ulaşabilen bir yazarı görmezden geldiler. Onun kitaplarıyla zengin olan ama son derece özensiz baskılarla kalbini kıran yayıncılar da kitaplarından sağladıkları kazancı yazara yansıtmadılar. Edebiyat yapmadığını hep söylediği halde, çok satan bir yazar olmanın hesabını veremedi Kemalettin Tuğcu. “Bu kadar çok okunmayı nasıl başarıyorsunuz?” sorusunu, “Bunu çocuklara sorun,” diye yanıtladı. Edebiyat çevreleri, hızlı ve çok üreten bu yazarı edebiyat dışı tutmuş ama bunun için bir gerekçe göstermemiştir.

Edebî niteliği, yazınsal değeri olduğu bilinen, değerleri tescil edilmiş yapıtlarla Kemalettin Tuğcu’nun yapıtlarının ayrımları belirlenmelidir. Onu yoksayanlar, ondaki bu enerjiyi, edebî değeri daha yüksek bir üslup çizgisine çekmek için hiçbir çaba göstermediler. Onun önemli gördüğü, önemsememizi istediği, ömrünü adadığı sorunlar sürmektedir. Ve bu sorunlar da hâlâ görmezden gelinmektedir. Yayınevlerini zengin etmiş ama kitaplarından hak ettiğini alamamış bu yazarın, çok okunduğu 1940’lı yıllardan 1970’lerin sonuna dek, okur profilindeki Türkiye’nin sosyal, siyasi ve ekonomik yapısındaki değişim, yazarın psikolojik yapısı irdelenmedi. Yazma nedenleri ve yazma biçimi üzerinde durulmadı. Ama birçok gazeteci, yazar, onun kitaplarıyla okuma alışkanlığı edindiklerini, yazar olmalarında büyük payı olduğunu söylediler. Romanlarında işlediği konulara bakarak, bazen sağ bazen de sol eğilimli parti, dernek, vb. Kemalettin Tuğcu’ya sahip çıkarak, “Sen bizdensin,” dediler. Ama hiç kimseden yana değildi; o, çocuklardan yana oldu hep. Hayata tutunabilmesinin tek nedeni yazmaktı. Üzülünce, öfkelenince, sevinince, şaşırınca, korkunca kaleme sarıldı. Sonra da daktilosuna. Daktilosunun tuşları onu dünyanın dört bucağında gezdirdi. Denizleri, dağları aşıp uzaya çıktı; ta yıldızlara kadar…

Bir yaşamöyküsü yazmaya kalktığınızda, o kişi hayattaysa, sorularınıza verdiği yanıtlardan, yazdıklarından, çizdiklerinden, yaşadıklarından, tanık olduklarından, yakınlarının ve arkadaşlarının anlattıklarından, kendisiyle yapılan söyleşilerden, üretimine ilişkin değerlendirmelerden yola çıkarak, buna sezgilerinizi de katarak biyografik bir çalışma yapabilirsiniz. Yaşananla ne denli örtüşür bilinmez. Kendine sakladıklarını, kırılma noktalarını fark edemezsiniz. Yaşamıyorsa işiniz biraz daha zorlaşır. Bu kişi yakınınız ve az konuşan biriyse, üstelik artık hayatta değilse, oldukça zor bir işin üstesinden gelmeniz gerekiyor demektir. Büyüklerimiz geçmişle ilgili fazla bir şey anlatmadılar. Varsıllık da, yoksulluk da hayatın dönemeçlerinde karşılaşılan olağan durumlar olarak algılandığı için ne övünme, ne de fazla bir yakınma duymadık onlardan. Geçmişi, yaşadıkları güne taşımadılar. Amcam, emekli olup köşesine çekildikten sonra kendisiyle röportajlar yapılmasını kabul etti. Yetmiş dört yaşındaydı. Güçlü bir belleği vardı; çocukluğunda yaşadıklarının ve gördüklerinin çoğunu unutmamıştı. Can Yayınları, Kemalettin Tuğcu’nun yaşamöyküsünü yazmamı istediğinde amcamla yeniden buluştum.

Bu buluşma, yaşarken olan beraberliğimizden çok farklıydı. Ona ilişkin anılarım, çocukluğumdan bugüne dek aileme ilişkin anıların içinde saklı duruyordu. Anı çekmecesi bir neden olmadan açılmaz. Bir ölüm, bir doğum, bir hastalık, bir sevinç, bir kederle, bir çağrışımla dönersiniz anılara ya da böyle bir nedenle. Amcamın yaşamöyküsünü yazmak, çocukluğuma yeniden, bu kez farklı bir yolculuk yapmamı, anımsayabildiğim her sözü, ifadeyi, olayı bir kez daha sorgulamamı ve düşünmemi, onun için yazılanları gözden geçirmemi, ben daha dünyaya gelmeden yazdığı öykülere, romanlara, dergilere ulaşmamı gerektirdi. Yaşamına, iç dünyasına ilişkin kendi yazdığı, başkalarından dinlediğim, okuduğum ve hatırladığım her şey, onun bilmediğim, anlamakta zorluk çektiğim, sis perdesi arkasında kalmış gibi duran kişiliğini biraz daha anlaşılır kıldı benim için. Anılarını toplarken çok üzüldüğüm anlar olmasına karşın keyifli bir yolculuktu. Kendisine ait çeşitli dönemlerde yapılmış ses kayıtları, notlar, tanık olduklarım, dinlediklerim, yazılanlar ve söylenenlere gözlemlerimi ekleyerek üç padişah döneminde yaşamış, savaşlar ve işgal görmüş, yangınlar geçirmiş, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminin tanığı, Guiness Rekorlar Kitabı’na girecek kadar çok kitap yazmış, birkaç kuşağa okuma yazmayı söktürmüş, 20. yüzyılın başında doğup sonunda yaşamını yitirmiş amcamın, Kemalettin Tuğcu’nun yaşamöyküsünü anlatmaya çalışacağım.

Yarım kalan veda 

Yaz, birden sonbahara dönmüş, havada güz kokuları duyulmaya başlamıştı. Amcam bir kez daha, başka bir kuzenimle haber yollamıştı; Nemika neden bana gelmiyor? Neden gitmiyordum? Ya da neden gidemiyordum? Ona her uğrayışımda bana mutlaka, “Baban nasıl, yemek yiyor mu? Söyle ona, kendini bırakmasın!” derdi. Şimdi o bana başın sağ olsun, ben de ona başınız sağ olsun mu diyecektim? Ölen benim babamsa onun kardeşi değil miydi!

Bütün bu kaygıların onunla yüz yüze gelmemek için bahane olduğunu biliyordum. Ya kendimi tutamaz da salya sümük ağlarsam ne olurdu! Hiçbir şey. Belki ikimiz birlikte ağlardık. Belki ikimiz birlikte daha güçlü, haykıra haykıra, avaz avaz ağlardık! Hiçbiri olmadı. Odasından içeri girdiğimde yatağında oturmuş, önündeki bir kutu kuş lokumunu cam bir kavanoza yerleştiriyordu. Yanına iliştim, kolumu omzuna atıp kulağına eğildim:

“Merhaba amca.”
“Hoş geldin,” dedikten sonra, başını kaldırıp yüzüme baktı:
“Sen kimsin?”
Görmese de sesimizden tanıyordu hepimizi; beni beklemiyordu demek ki.
“Ben,” dedim, “en güzel, en akıllı, en bilgili yeğeninizim!”
“Haaa,” dedi, “geldin mi? Al bakalım şu lokumlardan bir
tane.”
“Birden fazla vermez misiniz?”
“Al kızım, al.”

Güldük. Sonra ikimiz de sustuk. Uzun bir süredir görmediği halde el yordamıyla da olsa işini yapabiliyordu. Lokumları tek tek yerleştirip kavanozu ağzına kadar doldurduktan sonra, önce kutuyu, sonra kavanozun kapağını kapattı. Elinden almaya kalktığımda, “Ben koyarım,” dedi. Uzandı, başucundaki komodinin boşluklarını buldu el yordamıyla, ikisini de yerleştirdikten sonra tekrar yoklayıp düşmeyeceklerine emin olunca çekti elini. Elleri göz olmuştu artık, her şeye dokunuyordu. Yatağın kenarlarını yokladı, yastığının altından mendilini alıp burnunu sildi. Ne kadar zayıflamıştı… İlerlemiş yaşına karşın, fazla buruşup pörsümemiş yüzüne, görüyormuş gibi bakan gözlerine, gittikçe beyaza dönen rengine baktım. Söze nasıl başlayacaktım; ne söylemeliydim? Nasılsınız, diye hatırını mı sormalıydım? Bu, sıradan bir nezaket sözcüğü olmaz mıydı? Hem nasıl olduğu, nasıl olduğumuz ortada değil miydi? Yaralarımızı kanatmadan konuşabileceğimiz bir konu ararken söze başladı: “Baban 30 Ağustos’ta doğdu. Çok sıcak bir gündü. Ağabeyimle ben, aşağı bahçede mağara gibi bir oyuk vardı, sen de bilirsin, orada birbirimize sokulduk, annemin feryatlarını dinliyoruz. Doğum yapıyor kadın. Benden on iki yaş küçüktür baban. Kuran’a yazdım onun doğum tarihini… Allah bütün kardeşlerimin acısını gösterdi bana.” Birden, bu konuşmayı bitirdi. “Sen nerede oturacaksın şimdi?” Oysa ben, devam etmesini, babamı anlatmasını istiyordum. Bebekliği nasıldı, ilk sözcükleri, okul hayatı, kardeşleriyle ilişkileri, annesiyle, babasıyla…

Birini yitirip, bir daha göremeyeceğimiz gün gelinceye dek bazı ayrıntıyı merak etmeyiz; merak etsek de bir türlü konuşacak zaman bulamayız. Yitip gidenin, o bilmediğimizin ardından koşup yakalamaya çalışırız boşuna. “Burada kalacağım.” Ağladığımı hissetmesin diye başka bir şey söylemedim. Gözlerini ovuşturdu önce, sonra sağ dizini. Parmağında annesinin mavi taşlı yüzüğü var. Babaannem öldüğü günden beri yüzük amcamın parmağında. O da bana üzüntüsünü belli etmek istemiyordu. Çok zamanı yoktu, kardeşlerinin yanına gidecekti kısa bir süre sonra; bunu biliyorduk. Misafirimizdi… Baba tarafımızdan kalan son kişiydi. “Babanın odasını değiştir.

Eşyaların yerlerini kullanabileceğin gibi değiştir. Muhafaza edersen, her gün o acı hatıraların tazelenir. Buna tahammül etmek güçtür.” Amcamla babama dair bir daha hiçbir şey konuşmadık. Televizyon kanallarındaki programların birbirine çok benzediğini söyledi. “Seyircinin ilgisini ve bilgisini artırmak için eğitici, öğretici parodiler yapılmalı. Benim kitaplarımdan da küçük skeçler yapılabilir; sen yaparsın,” dedi. “Bunları söyle.” Kime söyleyecektim, bilmiyorum. Yatağının başucunda duran, “Dağarcık” adını verdiği şiirlerini uzattı, “Şimdi bunları oku bana.” dedi. Kırmızı kurdeleyle bağlanmış dosyadaki şiirlerini okudum yüksek sesle. Yanlış okuduğum yerleri hemen düzeltti. Parmakları melekesini büyük ölçüde kaybetmişti. Yanlış tuşlara basabiliyor, gözleri görmediği için de yazdıklarını denetleyemiyordu. Benim yanlış okuduğumu zannetti, “Öyle yazmışsınız,” dediğimde kızdı: “Ben öyle bir şey yazmam.”

Hani boş bulunur ya insan bazen, akıl edemez. Ben de öyle olmuştum. Yüze yaklaşan yaşına karşın şaşmaz bir disiplinle, görmeyen gözleriyle yazmayı sürdüren bir insanı, amcamı ihtiyarlıkla, acizlikle karşı karşıya getiriyordum az kalsın. Elbette yanlışı o yapmazdı… Ben her yanlışımda, “Pardon,” deyip devam ettim okumaya. Şiirler bittikten sonra , “Bunların bazıları şarkı olarak bestelenebilir,” dedi. Bir vasiyet miydi acaba bu söyledikleri? Ayağındaki sakatlık, hayatı boyunca taşıdığı bir kederdi. Ruhuyla, bedenini aşıp koşmak, uçmak istiyordu. Sağlam insanlar gibi işine gidip gelse de, yüzlerce kitaba imza atsa da, iyi bir aile reisi olsa da sakatlığı nedeniyle yapamadığı her şey, talihsizliğine duyduğu öfke, hüzün, keder, acı olarak yansıyordu yazdıklarına. Bu yüzden insanlardan kaçmış, ama sonunda hayatı sevmişti. Hayatı sevdiğini söylediğinde seksen yaşını aşmıştı: “Hayat gelip geçiyor. Yaşamı seviyorum. Herhalde yaşamadığım için seviyorum. Rahat olarak yaşamadım. Fakat şimdi düşünüyorum, dünya güzel.” Şiirlerinden birinde de dile getirmiş bu duygusunu:

İnsan bir ömür boyu çekmiş olsa da çile
Ayrılmayı istemez dünyadan bir an bile
Ne bir mecal bırakır, ne bilgi ne de varlık
Üzerine çökünce o zalim ihtiyarlık
Ömrün sonlarında hayat daha da tatlı
Yıllar çabuk geçiyor, günler sanki kanatlı.

Kurguladığı yüzlerce hayat bile az geliyordu. Ölüme nasıl direnebilirdi? Kitaplarından skeçler, şiirlerinden şarkılar bestelenirse, ruhundan parçalar bırakmış olacaktı; sonunda uzlaştığı ve sevdiği bu dünyaya. Dereden tepeden konuştuk sonra. Gelini Leyla Hanım, kahvaltısını getirdi. Kahvaltı ve yemek saatleri hayatı boyunca şaşmadı. Sabah hep aynı saatte kalktı: Sekizde. Beyazpeyniri, zeytini, bazen yumurtası, sütü, reçel ya da balı hazır olurdu. Öğle yemeğini de her gün saat 13.00’te yedi. Yemek sonrası bir saat uyur, çay saatine kadar yazardı.

Yemek yemeyi severdi. Damak zevki gelişmişti. Bunu
Oyuncakçı Dede romanında anlatır:

— Yemek işi ne oluyor, dedim.
İsmail Dede içini çekti:
— Çocuk, yemek ayrı bir zevktir. Birtakım ukalalar, ‘Yemek için yaşama, yaşamak için ye,’ derler. Kimi kandırıyor bu
budalalar? İnsanın beş duyusundan biri de tat almaktır. İnsan
yerse yaşar. Bu yemeği lezzetli, insana zevk verici bir duruma sokmuşlardır. Tatlı bir kavunun, sulu ve hoş kokulu bir
şeftalinin, cızır cızır yağları damlayarak ortalığa hoş bir koku
veren balığın ve pirzolanın zevkini kim inkâr eder? Doğal
olan yemek ihtiyacımızı vapur kazanına kömür atar gibi
zevksiz şeylerle mi doldurmalıyız?

Sol yanında büyükçe bir tabağın içinde çay bardağı, sağ yanındaki tabakta da kahvaltısı duruyordu. Çatalını tabağındaki küçük küçük kesilmiş ekmeklere batırmaya çalıştı. Iskaladığını görünce, bıçağın ucuyla ekmekleri çatalına doğru ittim. Görmediğini sanıyordum. “Sen bırak,” dedi. “Ben uğraşıp kendim alacağım.”

Çayı birlikte içtik. İzin istedim.
“Nereye gidiyorsun?”
“Eve gidiyorum amca.”
“Pekâlâ, akşam yemeğine gel, hep beraber yeriz. Yalnız
başına oturma.”
“Gelirim,” dedim.
Vedalaştık…
Belleğimde kalan son anısı bu.

Akşam yemeklerindeki beraberliğimiz uzun sürmedi. Kalkamadığı için yatağında yedi yemeğini. Başucundaki radyoyu hiç kapatmadı. Sık sık saate baktı. Ailenin dışından ziyaretçi kabul etmedi. Ölümünü ve nereye gömüleceğini rüyasında görmüş gibi aynen anlattı. 17 Ekim 1996 tarihinde gitti…

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Anı-Biyoğrafi Edebiyat
  • Kitap AdıSırça Köşkün Masalcısı
  • Sayfa Sayısı208
  • YazarNemika Tuğcu
  • ISBN9789750763175
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Minik ~ Nemika TuğcuMinik

    Minik

    Nemika Tuğcu

    “Minik” bir köpek ile yaşanan bu¨yu¨k bir dostluk…Bu kitapta, hastalanan 9 kardeşinin arasında hayatta kalantek köpek yavrusunun, Minik’in sevimli, heyecanlı ve komiköyku¨lerini okuyacaksınız. Şehir...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur