“Hayat hayattır çünkü, roman da romandır. Ve hayat, ancak yazılırsa, dönüştürülürse roman olur.” Kendinizi bir roman kahramanıyla özdeşleştirdiniz mi hiç? Elinizde olmayan sebeplerle yitirdikleriniz yerine başka şeyler koyarak kendinizi avuttuğunuz zamanlar oldu mu hayatınızda?
Köyde babaannesiyle birlikte yaşayan ve girdiği sınavda İzmir Kız Lisesi’nde okumaya hak kazanan Özge, nicedir kendi Mutluluk Sokağı’nı arıyor. Okula yeni başladığı günlerde, daha önce okuduğu ve içinde adeta kendini bulduğu Mutluluk Sokağı’nın yazarıyla tanışma fırsatı yakalayınca da hayatının seyri bir anda değişiyor. Yazarın, Özge’ye imzaladığı kitabın son sayfasına yazdığı sihirli sözcükler ve işaretler, uzun soluklu bir edebiyat yolculuğunun ve tadına doyum olmaz yazı derslerinin de fişekleyicisi oluyor.
Hayalleriyle var olan Özge, hayatın gizlerini, geçmişin sırlarını ve geleceğin bilinmeyen ışıltılarını rüyalarında derinleştiriyor. Her fırsatta hayallerine sığınan bu delişmen kız kendi Mutluluk Sokağı’nın izini sürerken, dinmeyen merakı ve bitmek bilmez sorularıyla usta bir yazarın yazın serüvenine de yoldaşlık ediyor. Yazarın, Özge’nin, yani kendi geleceğine yön vermesini ve bu yüzden de çok sevilen Mutluluk Sokağı romanına devam etmesini arzulayan Üç Yapraklı Yonca’nın Özge’si, bir süre sonra yazarın onun için kurguladığı bir oyunla kendi hayatını ve varoluş sebebini sorguladığı bir yazı serüvenine sürükleniyor.
Ayaklarını herkesten gizleyen Özge gerçeği neden ve kimden saklıyor? Sırlarını, büyülü atmosferiyle dikkat çeken İzmir Kız Lisesi’nin duvarlarına haykıran bu gizemli kız neden hayata tutunabilmek için Mutluluk Sokağı romanına sığınıyor?
Çocuk ve gençlik edebiyatımızın üretken yazarlarından Ferda İzbudak Akıncı’nın kaleme aldığı Üç Yapraklı Yonca, yazarın on binlerce kitapseverin hayallerine ışık tutan Mutluluk Sokağı isimli romanı ile girift bir şekilde iç içe geçen usta işi bir kitap. Mutluluk Sokağı’nı okuyanların ufkunu genişletecek, okumayanları ise büyük bir hevesle okumaya itecek Üç Yapraklı Yonca, özgün kurgusuyla kendini arayan bir kızın hikâyesini derinlerden gün yüzüne taşırken, aynı zamanda, yazma, yaratma süreçlerine dair değerli ipuçları da sunan gerçek bir başucu kitabı…
Yatılı okulda…
Lisenin bahçesindeyim. Sonbaharın son günleri. Ağaçlardan kopan yapraklar ayaklarımın dibine düşüyor. Pıt, pıt, pıt… Dizlerimin üzerinde benim için gönderilmiş büyük, sarımtırak, kalınca bir zarf var. Denize bakan yamaçtaki sıralardan birinde oturuyorum. Zarfa dokunuyorum, ama ellerim tutuk. Açarsam içinden bir kuş çıkacak ve uçup gidiverecek sanki. Ağzında bana yazılmış upuzun bir mektup olan güzel, geniş kanatlı, çok renkli bir kuş… Onu kaçırırsam bir daha tutamam diye korkuyorum. Zarfı bu yüzden bir türlü açamıyorum.
Denize bakıyorum. Güz bitmek üzere, ama deniz hâlâ mavi. Dalgalar köpük köpük. Ağaçlar son yapraklarını da döküyor. Yakında çıplak kalacaklar. Ama yaşlı fıstık çamları, kozalak dolu dallarıyla yemyeşil uzanacak gökyüzüne doğru. İri taç yapraklarıyla, upuzun gövdeleri üzerinde püsküllü şemsiyeler gibi maviliklere açılan palmiyeler de öyle. Bir de kapının hemen önündeki meyve yüklü dev turunç. Buraya gelirken, palmiyeleriyle ünlü bir şehre gidiyorsun, demişti bir öğretmenim. Çamları unutmuş sanırım.
Beyaz bir vapur süzülüyor Karşıyaka’dan Göztepe İskelesi’ne doğru. Daha fazla bekleyemeyeceğim. Zarfı usulca, hırpalamadan yırtıyorum. İçindekini çıkarmaya çalışırken ikiye katlanmış bir kâğıt düşüyor yere, sararmış yaprakların üzerine. Çabucak eğilip alıyorum. İçinde, “Sevgili Özge” diye başlayan bir yazı. Kuşun gagasındaki upuzun mektup olmasın bu? Onu iki elimle sımsıkı tutup okumaya başlıyorum. Uzun bir hikâyenin sonuna geldik demek. Size her şeyi, ama her şeyi anlatmak için sabırsızlanıyorum aslında. Yalnız beni anlayabilmeniz için biraz geriye gitmem gerekiyor. Baştan başlamalıyım çünkü. Yoksa söyleyeceklerime inanmayabilirsiniz. Oysa ben, bana inanmanızı çok istiyorum. Her şeyden çok. Benim rüyam, ancak siz inanırsanız gerçek olacak çünkü…
Bir yıl önceydi…
Evet, tam bir yıl önceydi. Ucu ucuna kazandığım bu görkemli lisede okumaya başlamıştım. Karma bir okula dönüşse de adı hâlâ İzmir Kız Lisesi olan okulda. İzmir Kız Lisesi… Burada öğrenci olmak, benim için hayallerin ötesinde bir şeydi ama rastlantı değildi. Çalışmış, kazanmayı çok istemiştim. Sonunda elimde irice bir sırt çantasıyla kendimi okulun büyük, demir kapılarının önünde bulmuştum. Yüksek taş duvarlarından caddenin kıyısındaki havuza çavlanlar gibi sular iniyordu. Caddede, duvarların dibinden yürürken okulu görmek ise imkânsızdı.
O bir kartal yuvasıydı. Tamamını ancak tepesinden kuşbakışı bakarsanız görebileceğiniz tarihi bir yapı. Bense liseye başlıyordum, evet, ama kendimi bir çocuk gibi küçük ve çaresiz hissediyordum. Bu korunaklı, saklı ihtişam karşısında başka türlü hissetmek de pek mümkün değildi sanırım. Daha ilk aylarda kendimi sıkı bir programın içinde bulmuştum. Bu yüzden okula alışmam pek zor olmadı. Düşünmeye, duygularımla baş başa kalmaya, yabancılık hissetmeye zaman bulamadım belki. Hem günün yirmi dört saatini içinde geçirdiğiniz bir ortama ne kadar yabancı kalabilirdiniz ki? Dersler, spor, kültürel etkinlikler neredeyse bütün zamanımı almaya başlamıştı. Yatakhaneye girinceye kadar sürüyordu bu yoğunluk.
Hâlâ da öyle. Sanırım bu okuldaki öğrenimim boyunca böyle olacak. Delidolu davranabilmek, birbirimizle tanışmak, kaynaşmak için on dakikayla sınırlı kısacık ders aralarıyla ve yemek saatleriyle yetinmek zorundaydık. Bu arada rüyalarım farklılaşmaya başlasa da çocukluğumdaki gibi hemen her gece rüya görmeye devam ediyordum. Ben eskiden, çok eskiden, her sabah evde birilerine rüyalarımı anlatırdım. İnsan uyandığında, rüyalarından başka neyin sözünü etmek isteyebilir acaba? Haksızlık etmek istemem, sonraları da rüyalarımı dinleyecek insanlar buldum. Başkalarını dinlemeyi bilen, kırmak istemeyen insanlar… Bu önemliydi. Çünkü zamanla, yalnızca dile getirilen rüyaların unutulmadığını anladım. Eğer beni dinleyecek birini bulamamışsam, onları biriktirmenin işe yaramadığını anlatmaya kalktığımda hepsini unuttuğumu gördüm. Demek ki rüyaların da zamanında farkına varılması gerekiyordu. Tıpkı hayaller gibi, onlar da çabucak unutuluyordu. Sık sık geldiğim bir nokta vardı. Bir düğüm. Bütün yollar orada buluşuyordu. Sanki hayattaki her şey, anımsamak ve unutmakla ilgiliydi. Anımsanan ve unutulanların, anımsanmak ya da unutulmak istenenlerin zihinde yarattığı karmaşa. En azından benim hayatımda böyleydi. Rüyalarımı anlatacak bir arkadaş bulabilecek miydim bu okulda acaba?
Düşüncesi bile komikti. Lisede küçük çocuklar ya da babaanneler değil, gençliğe adım atmış kızlar vardı. Yani herkes kendi rüyalarıyla sarmaş dolaşken benimkileri kim dinlemek isteyebilirdi? Üstelik şairin dediği gibi, kimin bu tür inceliklere zamanı vardı?* Öyleyse ne olacaktı? Hayallerimiz gibi rüyalarımızı da tümden unutmak zorunda mı kalacaktık? Bana göre böyle bir şey korkunç olurdu ama.
O günlerden birinde, yıl içinde okuyacağımız kitapların listesi verildi. Üç farklı yazardan üç roman. İlk kitap kasım ayı sonuna kadar okunacak, son hafta yazarıyla buluşulacaktı. Bu kadar erken olmasının nedeni yazarın takvimiydi. Kitap ve yazma serüveni üzerine söyleşi yapacaktık kendisiyle. Ardından imza. Bu heyecan vericiydi. Bir yazarla tanışmak. Ama benim için durumun bambaşka bir boyutu vardı aynı zamanda. Karşılaştığım rastlantı inanılmazdı. Ben onun birkaç yıl önce başka bir kitabını okumuştum. Mutluluk Sokağı’nı… Öğretmenimizin okumamız için seçtiği dönem kitaplarındandı. “Bu kitapta bir mücadele var,” demişti edebiyat öğretmenimiz. “Sizin de en çok ihtiyacınız olan şey bu bence. Hayatınız için savaşmak. Ve seçimleriniz elbette. Okuduğunuzda geleceğiniz hakkında yeniden düşünmek isteyeceğiniz, bitirdiğinizde kararlarınızı gözden geçirmenize neden olacak bir roman.”
Okula gelirken öteki eşyalarımla birlikte onu da yanımda getirmiştim. Dolabımda duruyordu. Bu romanın benim için apayrı bir önemi vardı. Şimdi okumamız kararlaştırılan kitap bir devam kitabı olabilir miydi acaba? Yani Mutluluk Sokağı’nın ikinci cildi? Hayır. Ne yazık ki öyle değildi. Bambaşka bir kitap olduğunu daha ilk sayfalarda fark ettim. Romanın kahramanları ne Bilgi’ydi, ne Utku ne de Özge. Hatta Lamia’dan, Çekirdek’ten bile eser yoktu. Yeni kitabı okumak da hoş olacaktı elbette. Ama ben en başından hayal kırıklığına uğramıştım. Mutluluk Sokağı’yla ilişkimi, ilerleyen zamanlarda daha açık biçimde anlatabilmeyi umuyorum. Günler geçti. Sonunda etkinlik tarihi geldi çattı.
O sabah… Telaşlıydım, hem de çok. Benim için sıradan bir sabah değildi. Bir hayali gerçeğe dönüştürme fırsatını yakalayabileceğim gün gelmişti. Gelmesini beklemeden gelmişti üstelik. Aynada kendime uzun uzun baktım. Saçlarımı ensemde bağlarken, tokayı kolayca açabileceğim şekilde taktım. Davranışımın bir nedeni vardı elbette. İşte, kitabın yazarı karşımdaydı ve ben çok heyecanlanmıştım. Okulun tiyatro salonundaydık. Üç küçük basamakla çıkılan sahnede, masanın arkasındaydı.
Önünde beyaz zambaklar arasına sıkıştırılmış pembe gül goncalarından kocaman bir çiçek demeti vardı. Ne diyordu: – Size dikkatle bakıyorum. Nasıl dinliyorsunuz, nasıl soru soruyorsunuz, nasıl oturuyorsunuz, birbirinizle nasıl iletişim kuruyorsunuz, hangi sözcüklerle konuşuyorsunuz, ne giyiyorsunuz, saçınızı nasıl tarıyorsunuz diye. Bakışlarınızı, duruşunuzu, davranışlarınızı izlerken sizi tanımaya çalışıyorum. Çünkü bilgisayarın başına yazmaya oturduğumda yarattığım kahramanların gerçekçi olmasını önemsiyorum. Şimdiki zamanın gençleri olarak hikâyelerime, romanlarıma giriyorsunuz. Sizi yazıyorum aslında. Sorular peş peşe gelmeye başlamıştı.
Ben susuyordum. – Yazmaya başladığınızda romanın sonunu biliyor musunuz? – Bazen kendi yarattığımız karakter, kendi içinde taşıdığı çelişkiler yüzünden yazanı da şaşırtacak şeyler yapabilir. Tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi. Ya da bir yandan sürdürmekte olduğumuz hayat, romana yeni cümlelerle, paragraflarla, sayfalarla katılabilir, sızabilir. Önümüzde farklı yollar açılabilir. O zaman da olaylar değişik yönlere akmaya başlar.
Hesaplanan gidiş değişir. Örgüdeki motifler çeşitlenince baştan kararlaştırılan model başkalaşır. Bu nedenle en başından romanın sonunu bilmek bence mümkün değil. Üstelik unutmamak gerekir, kahramanları bir yere kadar denetiminiz altına alabilirsiniz. Eğer onların kişilik kazanmasına, özgür olmasına izin vermezseniz ortaya çıkan şey, tırnak içinde, karakter olamaz. Bu arada o da sorular yöneltiyordu kırmızı koltuklarda oturan bizlere… Hem de az buz değil. Ne çok sorusu vardı böyle? – Romanda en çok hangi kahramandan etkilendiniz? Siz olsaydınız filancanın yerinde nasıl davranırdınız? Gelecekte yapacağınız işi seçtiniz mi? Yapmayı en çok sevdiğiniz şey ne? Aranızda yazanlar var mı? Neler yazıyorsunuz? Peki, müzikle ilgilenenleriniz? Hangi müzik aletlerini çalıyorsunuz? Saz? Piyano? Gitar? Flüt mü? Harika. Ya resim? Sergileri geziyor musunuz? Hemen şuracıkta, Resim Heykel Galerisi’nde ve AKM’de resim sergileri var şimdi.
EgeArt kapsamında. Gidip gezebildiniz mi? Film izlemeye zaman bulabiliyor musunuz? Kurguyla matematik arasındaki ilişki üzerine hiç düşündünüz mü? Bir metni çözümlemek… Sesi kulaklarımda çınlıyordu. Zaman zaman dikkat kesiliyor, zaman zaman da ortamdan tümüyle kopup başka bir zamana savruluyordum. Ben neşeyle hüzün, dikkatle dikkatsizlik, ilgiyle ilgisizlik, sevgiyle sevgisizlik arasında hızlı gelgitler yaşayan biriydim.
Durumu fark etmek davranışlarımı değiştirmiyordu. Bu okulda biraz azalmıştı gerçi ama kendimi durmadan çelişkiler içinde bulmak hâlâ önemli sorunlarımdandı. Sık sık yaşamak zorunda kaldığım sorunlarımdan. Salondan ara sıra birbirine benzer sorular geldiği de oluyordu. Aynı soruların tekrar edildiği de… Kalabalıktık. Her şeyi iyi duyamadıklarındandı belki. Yanıtları tam dinlenmedikleri için belki. Ya da inandıklarından vazgeçmek istemedikleri için. – Kahramanlarınız gerçek o zaman? – Gerçek her zaman hayalleri biçimlendirir. Hayatta karşılığı varsa romandaki kişiler gerçekçi olur. Benimkiler öyle. Gerçek değil, gerçekçi. Haykırmamak için kendimi zor tuttum. Gerçek değilmiş! Gerçek değil ne demekti? İnkâr mı ediyordu?
Ben iç çatışmalarımla boğuşurken mikrofon elden ele dolaşıyordu. – Onları yazarken çevrenizdekilerden, tanıdığınız birilerinden mi esinlendiniz? – Hiçbir roman kahramanımın bire bir aslı yok. Olsaydı, yazdığım biyografi olurdu. Gerçek değil, diyor. Nasıl olur? Ben kimim o zaman? Ben ne oluyorum? Burada elinde kitaplarla bekleyen, soluk alıp veren insan? Sonunda sıra imzaya gelmişti. Birden upuzun bir kuyruk oluştu sahnenin önünde. Arkalara doğru eklemlenen arkadaşlarla, ucu salonun en dibine ulaşan bir kuyruk. Oturduğum yer ön sıralardaydı ama imza için acele etmiyordum. Herkes kuyruğa bir an önce girmeye, ilerlemeye çalışırken ben ağırdan almıştım. Ve hep biraz dışarı doğru çıkarak onun hareketlerini izliyordum. Benim yaptığım da onunki gibi bir şeydi. Hayatımızı yazan, kalbimize bazen sevinç doldururken bazen acı karıştıran satırların yazarını inceliyordum. Nasıl oturuyor, nasıl yazıyor, adını sorduğu okuruna nasıl bakıyor, nasıl gülüyor, nasıl konuşuyor diye.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yerli)
- Kitap AdıÜç Yapraklı Yonca
- Sayfa Sayısı224
- YazarFerda İzbudak Akıncı
- ISBN9786059604482
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Seri Katilin Psikolojik Dünyası – Başlangıç ~ Özkan Ural
Bir Seri Katilin Psikolojik Dünyası – Başlangıç
Özkan Ural
Zeki olan mı ? Yoksa oyunu kuralına göre oynayan mı kazanır ? O eski bir adli fotograf uzmanı, simdi ise kendi oyununun mimarı !...
- Ateş ve Bahçe ~ Leyla İpekçi
Ateş ve Bahçe
Leyla İpekçi
Bir tünelde kaybettiği kocasının ardından iz süren bir kadın… Hakikatin peşinde kendini yeniden var etmenin serüveni… Bir belgesel için çıkılan iki kişilik yolculuğu tek...
- Likya’nın Şarkısı ~ Seran Demiral
Likya’nın Şarkısı
Seran Demiral
Genç yazar Seran Demiral’dan, müziğin kıyısında gezinen bir kendini keşfetme öyküsü. Yaşlılık, ölüm gibi kavramları müziğin naifliğiyle anlatan Likya’nın Şarkısı, annesinin hastalığı yüzünden yaşamı değişen...