
“Çok uzak değil, yarın öbür gün, yerine yerleşir yerleşmez, bahçedeki erik ağacını izleyen başkalarının gözleri olacaktı, onunki değil! Erikler iri yeşil misketler gibi dallarda patladığında sulanan ağız onunki olmayacaktı, neşeli kollar erik dallarını aşağı çekerken kendisi üst üste yığılmış kemiklerin üzerinde yatacaktı, rahatsız hep rahatsız. Toprağa verildiği gün, güneşin yine utanmazlığı tutacak, parlayacak da parlayacaktı.”
Gülhan Davarcı’nın kahramanları hayatın akışı içerisinde önemsizmiş gibi görünen ama aslında o akışa yön veren duygularla baş başalar: Bazen, her şey yoluna girecekmiş hissi veren, bazen de bir lekeymişçesine üzerimize yapışıp kalacağını gelişinden anladığımız…Duygular gibi kahramanlar da gelgitli, temkini elden bırakmadıkları anlarda coşkunun ya da karamsarlığın esiri etmiyorlar kendilerini, bir köşede başlarına gelecekleri kabullendikleri anlarda ise dünyanın hemen yok olacağına inanmış insanların o umutsuz gözleriyle bakıyorlar etrafa.
Unutma Bizi Dolması, geçip giden hayata, hayatın içinden bize kalanlara dair öyküler…
*
… utanıp sıkılmadan evden, aşktan, mutfaktan,
yaşamdan söz eden yeni yazın doğacak.
– Laura Esquivel, Saklı Lezzetler
İÇİNDEKİLER
Can Helvası 11
Dünyayı Hazmetmek İçin
Kaç Bardak Çay Gerekti? 21
Üzüm Bayramı’nın Hüznü 31
Van Gogh’un Patatesleri 41
Unutma Bizi Dolması 47
Kendi Derisine Doldurulan Balık 59
Fribourg ve Tulum Peyniri 71
Akide Şekeri 77
Gidersen Kim Sular Fesleğenleri 85
Özel Bir Mönü 93
Çilekıran Lokma 101
Can Helvası
Sabah ezanını duymasıyla birlikte gözlerini açıverdi, pazarlık konusu edilen o gün gelmişti demek. Kasları erimiş, tüysüz cılız bacaklarını karyoladan sarkıtırken, Allah’ım sen yüzümü kara çıkarma, dedi. Çağla yeşili kadife perdeyi çekip gökyüzüne baktı, güneş utanmadan bugün de doğacaktı, öyle mi? Paytak adımlarla banyonun yolunu tuttu, musluktan akan sıcak suyla abdestini aldı. Eskiden buz gibi akardı sular, içini üşütürdü, takvası suyun soğukluğunu algılamayacak kadar yüksek değildi demek o zamanlar. Islak uzuvlarını kuruladıktan sonra, odasına döndü, sandalyesini kıbleye çevirdi, namazına ayakta başladı, rükûdan sonra oturup imayla eda etti; gücü ona veren de alan da Rabbi değil miydi, vicdanı neden rahat olmasındı, ibadetinde samimiydi o. Namazı bitince sandalye arkalığına asılı gümüş püsküllü akik tesbihini aldı, tesbihatını tamamladı. Eskiden çocuklarının olan, şimdilerde yatılı misafirleri ağırladığı odaya geçti, gelinliğinden kalma sedef işlemeli oymalı sandığı açtı. Ah Fikriye, sendeki gençlik, güzellik solup gitmişti de şu sandık güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişti.
Her kullanımdan sonra yıkayıp yerine koyduğu iğne oyalı beyaz tülbentlerini bebek okşar gibi okşadı, ne mevlitler ne toplantılar ağırlamışlardı birlikte, en az onun kadar yorgun olmalıydılar. Oğulları ve gelinleri birazdan dairelerinden başlarını çıkarır, hayırlı sabahlar anne diyerek doldururlardı evi. Merdivenlerde onların ayak sesini duymadan, sandığı kapatıp evin içinde son bir teftişe çıktı. Temizlikçi iyi iş çıkarmıştı dün; perdeler kar gibiydi, camlar ışıl ışıldı, kapı kolları hâlâ sirke kokuyordu, derz araları pırıl pırıldı, ceviz vitrindeki kristal bardaklar, porselen biblolar, yemek takımları, gümüşler parlıyordu. Evin görünen görünmeyen her yerinde toza ve kire karşı açılan savaşın galibi belliydi.
Ne olup bittiğini apartmanın diğer dairelerini dolduran aile üyeleri de anlamayı çok istemişti ama nafile. Evdeki hazırlığa dair sorulan hiçbir soruya cevap vermemişti Fikriye Hanım. Büyük gelini, Tenzile Hanım, kaşlarını çatmış, dehşetle izlemişti kayınvalidesini. Daha kırk gün önce, kahverengi lekelerle dolu buruş buruş yüzünü kutsal topraklara doğru çevirip, başını yastıklarla yükselttikleri, yatağının başucunda bir bardak suyu ve hiç kapanmayan Kuran’ıyla, canını teslim etmesini bekledikleri kadın bir başkası mıydı? Oğulları mutluydu, bayram havası gelmişti evlerine ama yine de göz göze geldiklerinde hepsinin aklından geçen soru aynıydı; çok değil daha kırk gün önce anneleri susuz kalır da, ezelden beri insanın başına bela olmuş, kör gözlü sinsi şeytan onu suyla baştan çıkarıp son nefesinde maazallah imanını alır korkusuyla ağzını ıslatıp durmamışlar mıydı? Lakin ne şeytan ortalarda görünmüştü ne de anneleri canını teslim etmişti. Kelime-i şehâdet telkin etmekten çocuklarının ağzı kurumuş, azar azar içirdikleri su, sanki abıhayat olmuştu Fikriye Hanım’a. Ortanca gelin Aynur Hanım, haftalardır aklından çıkaramıyordu sabah uyanıp da ağızlarına birer lokma bir şey atmadan, pijamalı bacakları ve bıkkın adımlarıyla yaşlı kadının evine girince, kayınvalidesini ayakta dipdiri gördüğü o ânı. Canını verememek, büyük bir günaha delalet değil miydi? Bu kadını ölmekten alıkoyan neydi? Ya evdeki şu telaşa ne demeliydi, nedendi bütün bu hazırlıklar? İnsan bir soruya dahi cevap vermez miydi? Hayatı boyunca hangi kararını sorgulatmıştı da şimdi bunu sorgulatacaktı. Benimki de laf, dedi kendine. En küçük gelin Zehra Hanım, kayınvalidesinin kendisine karşı beslediği latif duygulardan cesaret alarak bir kez sormaya kalktı ama “İşime karışmayın,” cevabını alınca, o da diğerleri gibi bu konuda suskunluk orucuna girdi.
El elle, değirmen yelle iş görürdü de Fikriye Hanım işini hep tek görürdü. Bugüne kadar ne kimseyi beğendiği görülmüştü ne de onayladığı. Her şeyin en kalitelisini alır, elinden gelenin en iyisini yapar, en şık o giyinir, en lezzetlisinden o yer, hayatı çatlaksız yaşamaya çabalarken kendisiyle birlikte çevresini de yorardı. Söz konusu kendisi olunca hiçbir eleştiriyi kabul etmezdi fakat başkaları hata yapmaya görsün, tefe koyar çalardı onları. Üç gelinini de kendisi seçmişti, oğulları gıkını çıkaramamıştı. Soyu sopu belli, maharetleriyle ünlü gelinlerini bir gün bile takdir etmiş değildi, orası ayrı. Lakin en küçük gelini Zehra Hanım yine de severdi onu. Kayınvalidesinin hayat karşısında bu kadar dik durması içini acıtır, böylesi pürüzsüz bir hayatın çok fazla kırıklık barındırabileceğini düşünürdü. İlk iki gelininde kayınvalide olmanın bütün gerekliliklerini fazlasıyla yerine getirmişti. Fikriye Hanım, kızının da olmamasından mütevellit, Zehra Hanım’a daha şefkatli davranmıştı. Zehra Hanım’ın, kayınvalidesinin kalbine bakma cesareti kendisinden esirgenmeyen bu şefkatten kaynaklanıyordu, eltilerine göre daha anlayışlı bir insan olduğundan değil.
Evin teftişini de tamamladıktan sonra mutfağa girdi Fikriye Hanım. Parlak mermer tezgâhın üzeri tarçın, kilo kilo
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıUnutma Bizi Dolması
- Sayfa Sayısı109
- YazarGülhan Davarcı
- ISBN9789750538131
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gizli Başyapıt ~ Honore de Balzac
Gizli Başyapıt
Honore de Balzac
Balzac, en ünlü yapıtlarından biri olan Gizli Başyapıt’ta, kusursuzluğu arayan ressam Frenhofer’in olağandışı öyküsünü anlatır. Başyapıtının üstünde tam on yıl çalışan bu 17. yüzyıl...
- Güneş De Doğar ~ Ernest Hemingway
Güneş De Doğar
Ernest Hemingway
Güneş de Doğar‘daki kişiler, savaş sonrası değer yargıları yiten, değişen yaşamları üç aşağı beş yukarı birbirine benzeyen insanlardır. Roman başkişileri, bu çöküntüyü olanca derinliğiyle...
- Kış Uykusu ~ Ayşegül Devecioğlu
Kış Uykusu
Ayşegül Devecioğlu
“Kimse bilemez ki, neler saklar bir kirazın belleği; hele mahlepten dönmeyse.” “Salıverildikten birkaç yıl sonra, gözaltına alınan bir yakınlarını soruşturmak için Şube’ye gittiğinde, çevredeki...