Zehra Tırıl, Odalarda Annem Yok, Pembe Gecelikli Kız, Kapıların Kışında adlı öykü kitaplarına Unutulan Yurttaş ile bir yenisini ekliyor.
Unutulan Yurttaş’taki on öykü yaşadığımız günlerin izleriyle dolu: Salgın ve HES dönemi, politik gelişmeler, hayatımıza giren kare kodlar, evlilik süreçleri, geçim sıkıntıları, yaşlılık ve hastalık kederleri, geleneksel inanış ve davranışlarla sarılıp sarmalanmış yaşam biçimleri, hayatın boşluklarını dolduran şeylerin saçmalığı, geçen zamanın dalgalanmaları, dostluklar, yalnızlıklar, savruluşlar ve kaçışlar.
Bardaktaki suyu içti. Işığı söndürdü. Televizyonu kapattı. Pencerenin kalın perdesini açtı. Tül perdeden süzülen ışık halıya pencerenin demir parmaklıklı gölgesini düşürdü. Halıdaki demir parmaklıklarda rastgele adımlar attı. Gölgesi donuk ışıkta eğiliyor, bükülüyordu; kâh kolsuz kâh ayaksız kâh başsız. Ansızın sanki pencereden üstüne, gölgesine, evine yasaklar, günahlar yağdı. Kolunun tek hareketiyle ışık sızmamacasına kalın perdeyi kapattı; uçlarını bastırdı. Dizlerinin üstüne düştü. Hıçkırıyordu.
İÇINDEKILER
Unutulan Yurttaş • 7
Bir Filmin Öyküsü •14
Hasar • 28
Sürüklenmeler • 34
Kaçışlar • 43
Zamanda Bir Yarım Saat • 55
Ağrılar • 63
Muhitteki Son Yaz • 71
Zamanlar Yaşamlar • 78
Evler Dışarılar • 94
Unutulan Yurttaş
Seyit Efendi sardığı tütünleri tabakasına dizdi, tütün kesesini çekmeceye kaldırdı. Tütün sararken çok kez yaptığı gibi başını pencereye çevirdi. Minibüs durağının orada altı yedi kişi bekleşiyordu, hepsini küçüklüklerinden bilirdi. On beş on altı yaşlarında çoluk çocuktular, sanki bir kötülükte ağızbirliği edercesine sinirli el kol hareketleriyle konuşuyorlardı. Evli barklı, işi gücü yerinde irikıyım biri de bekleşenlerin arasındaydı, çocukken pısırık bir oğlan olan Enis’ti o. Enis’in annesi illallah dedirten bir çenebazdı; aklı kötülüğe çalışırdı. Seyit Efendi’nin oğlu Sinan gözaltına alındığında tatlı dilli, halden anlar ağızlarla eşiklerini aşındırmaya başlayan çenebaza, sen evime gelme, demişti Seyit Efendi, oğlunu nerelerde arayacağını bilemediği günlerdi. Sinan ülkenin iyi üniversitelerinden birini dereceyle kazanmış, üniversitede yapılan eylemde gözaltına alınmış, tutuklanmıştı.
Mine kütüphanede üç yıldır çalışıyordu. Çalışma koşulları, aylığı daha iyi olan yerlerin iş sınavlarına da girmiş, kütüphanenin sınavını kazanmıştı; kütüphanede çalışmak hayaliydi. Seyit Efendi’nin sobanın iyi yanmasıyla, güneşli havayla ilgili umulmadık içtenlikle konuşması, köyden yeşil nohut, çağla getirmesi gibi ender durumlarda Mine aklındakini sözcüklere dolayarak, sözcüklerini duygularının dolaylarında gezindirerek sorar, söylerdi Seyit Efendi’ye. Sinan’ın sınıfın en çalışkanı olduğunu söylemişti, bir kez. Sinan’ın adını geçirdiği tek konuşma o olmuştu, tabii dinleyenin sustuğu bir konuşma konuşma sayılırsa. O sabah Mine’nin de Seyit Efendi’nin de düşünceleri anlamlandıramadıkları bir boğuntunun etkisindeydi, hava pusluydu, puslu hava aklı soluklandırmıyordu. Mine, s harfi belirsiz basan, büyük tuşu bozuk eski daktiloda bir yazıyı kopya ediyordu yine. Daktilonun sert tuşlarının çatırtımsı, kavgamsı sesi diyememenin, kestirememenin kaygan zemininde epey yankılandı. Mine direnişini birden kesti, pencereden dışarı baktı. Aynı saatlerde aynı manzaranın resmedildiği penceresinden gördüğü olağandışılık kendiyle ilgiliymiş gibi içinde bir korku devindi. Minibüs durağının orada bekleşenleri eliyle göstererek, “Niye bekleşiyorlar, önemli biri mi gelecekmiş ki?” diye sordu. “Hava da böyle akşam olmuş gibi karardı.” Mine bilmez değildi, yüzünden ne düşündüğü anlaşılmayan, her soruyu her sözü duymayan Seyit Efendi’nin, aklındaki, dilindeki öfke örümünü. Yine de bir soru sorduk diye söylendi. Seyit Efendi küçük testisinden bakır maşrapasının yarısına dek su koydu, içti. Tabakasına dizdiği tütünlerden birini aldı, sobanın alt kapağından kora tuttu, üfleyerek yaktı, bir fırt çekecekken tütünü elinden düşürdü. Düşen tütünü ayağıyla ezdi, ezdiği tütünü olduğu yerde bıraktı. Seyit Efendi’nin tütünü ayağıyla ezmesi, ezdiği yerde bırakması Mine’yi bir an dondurdu; kabul edilemez olanın kabullenilmek zorunda kalınmasındaki kırılmaydı Mine’yi donduran.
Seyit Efendi yeni bir tütün yaktı, tütünü pencereden çarşıya bakarak içti. Durakta bekleşenlere yeni kişiler eklenmişti; aralarında oğlu Sinan’ın ilkokuldan, ortaokuldan arkadaşları vardı. İçtiği tütünü pencereden fırlatıp attı, şişen çerçeveyi tek vuruşta yerine oturttu. Yere dökülen macunları ayağının ucuyla duvara itekledi, yine yapmadığı bir şey yaparak dökülen macunları iteklediği yerde bıraktı. Mine daktilodaki kâğıdı çekti çıkardı. Ucu ince diviti mürekkep şişesine batırdı, kâğıttaki s’lerin üstünden geçmeye başladı. Kâğıtlardaki belirsiz s’leri özenle belirginleştirir, belirginleştirmelerinin anlaşılamaması onda bir sırrı koyulturdu. Sırrı sıradanlıkların, ortak akılların ötesinde tutuyordu onu ya da o kendini öyle avutuyordu; hayallere kaçarak. Aslında tutunduğu, sığındığı düşü, düşlemi bildiği yaşama uyum öyküsüydü. Seyit Efendi sobanın önüne çömelmiş tavşan ayağını arıyordu. Mine gözünün önündeki tavşan ayağını göremeyen Seyit Efendi’yi, geleceğinin onunkine benzeyeceği, yalnız kalacağı sezintisinin iç sızısıyla izliyordu. Benzer geleceği yaşayacağın mı, yuvası, çocukları var onun. Bir yanı kalkıp Seyit Efendi’nin eline tavşan ayağını vermek isterken bir yanı dirençteydi, küsmüş çocuğun direnci, kulak verilmemiş. Mürekkebe batırdığı diviti yaptığının ayırdında olmadan sol avcuna vurmaya başladı. Dizleri yerde, sobanın ardını, önünü elleriyle yoklayan yaşlı adamın hareketlerinde, eski değil yeni zamanlar imleniyordu sanki. Boyun eğilmiş zamanların –ki kasabada yazgılar bir anlamda boyun eğilmiş zamanlar yazgısıydı– güzel kızı Mine, imleri okuyordu, kendine bırakılan. Yeni zamanlar diye düşündü, düşüncesi bir ironiymiş gibi kırıkça gülümsedi; zaman bir yere gitmiyordu ki, gittiği sezilmiyordu ki. Hep benzer fotoğrafların takıldığı fotoğraf albümüydü sanki yaşamı, kara karton sayfalar doluyor, bazı fotoğraflar sararmıyordu. Tavşan ayağını bulan Seyit Efendi soba altlığına dökülen külleri, ezdiği tütünü süpürürken soluk darlığı çekiyormuş gibi soluyordu. Belirgin bir uyarıyla Mine’ye baktı. Düşüncelerine kapanan Mine, Seyit Efendi’nin bakışındaki uyarıyı geç ayrımsadı. Ellerini gövdesinden uzaklaştırıp “Mü mürekkep” diye kekeledi, ellerini indirmeden lavaboya gitti. Su, hortumu kırık lavabodan kovaya her zamankinden fazla patırtıyla dökülüyordu; ‘sadık bendelik’, kabul, her zamankinden fazla patırtıyla yankılanıyordu, dile getirilemeyenlerde. Mine odaya döndü, masasının çekmecesinden küçük havlusunu alıp mürekkepli ellerini kuruladı, havluyu katlayıp yerine koydu. Mine kızgındı, kırgındı. Tütünü ez, yerde bırak, içtiğini pencereden at, söndürmeden, dökülen macunları ayağınla duvara itekle… Konuşmak karamsarlığa batık sesini yıkar mıydı? Bağırsa, aklına, diline örülen ağları yırtıp son günde bağırsa. Anlayışsız adam, gülmeyen adam, söz ağzından dirhemle çıkan adam, yüreğin taş mı?.. Puslu havadan, Seyit Efendi’den, Seyit Efendi’nin ardında bırakacağı zamanlardan kaçmak istedi. Nereye kaçacaktı ki, nereye kaçabilirdi ki evden başka? Ev, akmayan zamanda yer değiştirmesiydi, sisli aynasında. Bal gibi belli s’lerin, bal gibi belliler! İçi muhtıra dolu klasörü etajere attı. Önleyemediği içtepiyle başını pencereye çevirdi. Minibüs durağının orada bekleşenler minibüsten inecek birini bekliyorlardı, belliydi, kimi bekliyorlar; teskeresini almış sevilen bir arkadaş, akrabası çok bir gurbetçi aile, ölümüne tutulan bir partinin ileri geleni… Kararmış suratlarla mı?! Tek elini buğulanmış cama dayamış bekleşenlere bakan Seyit Efendi’nin parmakları buğulanmış camda kontrolsüzce kıvrılmışlardı, cüzamı azmış bir el içten içe yanıyordu sanki. Camdan elini çekti, camda dokunmanın açtığı yerler yeniden buğulandı. Merdivende ayak sesi yaklaşıyordu, ayak sesi yaklaştıkça sanki bir acının haberi de yaklaşıyordu, duruşlarını bozamıyorlardı. Kapı kulpunu tutanın bildik bir el olduğunu kapı sesinden anladı Seyit Efendi. Postacı, resmi antetli sarı zarfı Seyit Efendi’ye verdi. Seyit Efendi zarfı açtı, beş altı satırlık resmi yazıya şöyle bir göz atıp, kâğıdı aklı gergin birinin hareketlerindeki savuşturuyla masasına bıraktı. Postacıya tütün tabakasını uzattı. “Bıraktım Seyit Amca.” Postacının sesinde daha önce duymadıkları bir küskünlük, bir yakınma vardı. İşinden eski tadı alamadığından, yorulduğundan yakınırdı ama sesi gölgesiz olurdu, sesi ardına gölgeler düşürmezdi. “İnsan içmezse yaşayamayacağını sandığı tütünsüz de yaşıyor Seyit Amca, ağzının tadı kaçarsa. Kahvenin birine girip de çay içmeyi almıyor içim. Ağzımın tadı yok.” “İçmeyim dedim meredi, içmeden olmadı” dedi Seyit Efendi, yine aynı savuşturulu hareketiyle tabakasını masaya bıraktı. “Kasaba eski kasaba değil Seyit Amca, insan kendi çocuğunu bile gün geliyor tanıyamıyor, kendi çocuğuna söz geçiremiyor, çocuğu ellerinden göz göre göre kayıyor. Ne toprak eski toprak ne hava eski hava ne de insan eski insan. Seyit Amca acının, sevincin türlüsünü omzumda taşırım; düzeni, hakkı, hukuku düşünür, sorgularım. Aklım yatmaz.” Anlamlandıramadıkları sıkıntıyı postacının dokunaklı, yakınır sesinde de duyuyorlardı. Postacı sanki Seyit Efendi’nin de Mine’nin de bilmediği bir şeyler biliyordu, söyleyemiyordu. Seyit Efendi postacıya sözünün ardını getirmesini bekleyerek baktı. Ağır başlı, elin etlisine, sütlüsüne karışmayan, suyunu hâlâ testisinden, bakır maşrapasından içen Seyit Efendi’yi sever, sayardı postacı. Seyit Efendi de postacının ne bir sözünden ne bir davranışından huylanmıştı, o güne dek. “Sinan özgürlüğüne ne zaman kavuşacak inşallah Seyit Amca?” Omzundaki çanta ağırmışçasına ellerini çantanın altında kenetlemişti, başı çanta astığı omzuna doğru eğikti. Öylesineymişçesine bir sesle yineledi: “Sinan özgürlüğüne ne zaman kavuşacak inşallah?” Seyit Efendi ikirciklendi, “Dilinin altındaki neyse söyle” dedi. “Sinan’ı sordum Seyit Amca, sen de beni bilmez gibi. Allah kavuştursun inşallah. Emekliliğinin hayrını gör, aylığını güle güle ye,” dedi, kapalı bir sesle ekledi, “merdivenden çıkarken neredeyse düşüyordum, eskiler güneş tutulmasını hayra yormazdı.”
“Duraktakiler sabahtan beri orada, birini mi bekliyorlar?” diye sordu Mine. “Afra tafra onlarınki Mine Abla, eşek şakasını eğlence sayarlar, höt desen dağılırlar, aldırma Mine Abla…” “Mine Abla deyip durma yaa! Neye aldırmayım, neyin eşek şakası? Afra tafra onlarınki diyorsun. Höt deyin dağılsınlar o zaman!” Postacı, Mine’nin çıkışması karşısında bir an duraladı. Kendi halinde işini yapan, onunla konuşulmazsa söze girmeyen Mine’den beklemediği tavırdı. Sönük sesle, “Seyit Amca Allah kavuştursun, emekliliğinin hayrını gör” diye yineledi, kapıya yürüdü. Kapı postacının ardından çarpılarak kapandı. Seyit Efendi, girip çıkarken kapıya aldırmayanlara, kapıyı kulpundan tutarak kapat, han kapısı mı o kapı diye çıkışırdı. Eski kapı girip çıkanın ardından çaat diye kapanır, çaat sesi eski yapıda irkilten bir yankı yapardı. Postacının odada bıraktığı tümceler Seyit Efendi’nin içinin kırılgan yerinde birikiyor, dönüşüyor, tek sözcükte yalımlanıyordu. Yıllardır görmediği oğlu Sinan, aralığın son haftasında diye yazıyordu son mektubunda, aksilik çıkmazsa diye yazıyordu, aralığın son haftasında yola çıkarım. Ben hep yanlış yere, olamayacak olana mı baktım? Mine’nin belleğinde çocukluğundan bir anı canlanmıştı. Bellekti, önüne hangi pişmanlığı hangi utancı süreceği kestirilemezdi; ‘seni’ çıkınında saklıyor, ânını gözlüyordu sanki: Sınıfça ilkokulun avlusundalar, yine böyle gün ortasında hava kararmış. Öğretmen elindeki isli cam parçasından öğrencilerini sırayla gökyüzüne baktırıyor, güneşi gördünüz mü diye soruyor. Gördük öğretmenim diye bağırıyor tüm sınıf. Mine koyu pusun ardında dağınık kızıllıktan başka bir şey görmemişti, görmesi gerekenin, gösterilenin puslu kızıllık olduğunu anlamamıştı, tüm sınıftan ayrı.
Mine gözlerini bekleşenlerden kaçırarak, atlatarak sararmış bir fotoğraf gibi penceresinde asılı manzarada dolaştırdı: Tüylerini kabartmış kuşlarda, pas tutmuş dükkânlarda, adlarını ezberleme gereğini duymadığı yeni yeni partilerin tabelalarında, otelin sahibinin yaşlı annesinin yine otelin müşterilerinden kadınları, kızları toplayıp evinde yatırmaya götürmesinde, karlı yollarda, puslu uzaklarda… Baktıkça karanlık derinleşti, gözlerini gölgeler bürüdü.
“Seyit Efendi kasabada kötü bir olay mı oldu, şunlara bak…” Puslu hava, çürüyen söz, çürüyen sözsüzlük sobanın üstünde kaynayan suda fokurduyor, fokurtulardan kızgın sobaya damlalar sıçrıyor; Seyit Efendi aklımdaki neydi dercesine odaya, duvarlara, duvarlarda asılılara, kitaplara bakıyordu. Ömrünün yarısını bu odada tüketmiş, bu odada yaşlanmıştı; soluk yeşil, dirsek yerleri yamalı kazak, kumaşı parlamış, diz yerleri potlamış pantolon; ne isyan ne bir şey. Mine çekmeceden bezi aldı, ıslattı, uzun ödev masasını silmeye başladı. Masanın üstündekileri ittiriyor, çekiyor, sildiği yeri yine siliyor, bir kavga veriyordu. Neye, kime karşı verdiğini irdelemediği ya da üstünkörü irdelediği kavgası bir debelenmeydi. Ödev yapmaya gelen çocuklarca kazılan diğer harflerden, çiziklerden daha derin kazılmış iki harfi sildi, sildi. Derin kazılmış iki harf gözüne her takılışında Seyit Efendi, kazıyan veledi bilsem büyüdü demem, kulağını çekerim derdi. Mine çekmeceyi çekti, çekmece yuvasından çıktı. Seyit Efendi çekmeceyi yerine tak diyemedi, artık diyemeyecekti. Elinde kalan çekmeceyi duvara dayadı, derin kazılmış “MS”nin üstüne bezi bırakıp sandalyeye çöktü, mürekkep lekeli parmaklarını ovuşturmaya başladı. Mine dünyaya anahtar deliğinden bakıyor, adım atamıyordu. Engellerle biçimlenmiş zihninde göveren düşler göverdikleriyle kalıyordu. Gitti sobanın kapağını kaldırdı, korların üstü inceden külleniyordu. Soğumaya başlayan borulara üşüyen ellerini bastırdı. “Seyit Efendi,” dedi, sesi ağrılıydı, “gidiyorsun. Unutma, arada uğra, çayımı iç, köyü anlat. Ne bileyim…” Düşen kulpların yerine teller kıvırıp takmaktan, kasabanın avcılarından tavşan ayağı toplamaktan, çam çıralarını hafta hesabında destelemekten, han kapısı gibi çarpılmasın diye kapı, kendi buluşu yaylı düzeneği onarmaktan, eskiyeni onara onara ayakta tutmaktan vazgeçmemiş; hemen şurada, Hükümet Konağı’nın yanında, unutulmuş yurttaş var deyip bir gün birileri gelir, halini hatırını sorar diye beklememiş Seyit Efendi, Mine’yi duymuyordu. Mine’yi duymayan Seyit Efendi gelen minibüsü duydu, pencereye seğirtti. Pencereyi açmasıyla pencereden atlayacakmış gibi sarkıp bağırması bir oldu: “İpsizler! Alçaklar!”
Sessiz adamın acısı, öfkesi çarşıdaki sesleri bastırmıştı. Bıçağı kapıp, kalemleri açıp uçlarını incelttiği bıçağı kapıp merdivene fırladı. Mine zangır zangır titriyordu. İrikıyım birinin Sinan’a yumruklarla çullandığını, Sinan’ın yere düştüğünü gördü. Postacının oğlunun yere düşen Sinan’a tekmeler attığını gördü. Seyit Efendi’nin elinde bıçakla aralarına daldığını gördü.
Bir Filmin Öyküsü
İçimdeki sıkıntı film izlersem geçer düşüncesiyle girdim sinemaya. Taşı sıksak suyunu çıkarırız diyerek büyük kente göçen, yıl demeden umutları tükenen genç çift ceplerindeki bozuklukları sayarken film bitti. Filmi, bu sahne şu açıdan da çekilebilirdi, bu diyalog uzatılmayabilirdi gibi eleştirilerle izlesem de filmden etkilendim. Sinemadan çıktım, içim aynı. Üstüne bir de yıkılan hayallerin filmi eklenmişti. Haftanın altı günü kafede garsonluk yapıyorum. Kafe; oyuncular, yönetmenler, senaristler, oyuncu olmak isteyenler, oyunculuktan başka işi düşünemeyenlerin uğrağıdır. Sinem’le Erdinç’in de. Ayrılmışlar, arkadaş kalarak. İçimdeki sıkıntının nedeni Sinem sızımın depreşmesi desem… Ben onların ayrıldığı durağın bekleyeni olamazdım, olmamalıydım. Sinem’in gözleri direncimi sınayacaktı ama hayır. Sinem kafeye yalnız geliyor, espri falan yapamıyorum. Erdinç’le geldiklerinde, arzunuz diye sorar, ayaküstü bir iki espri patlatırdım. Hahahahaha! Onlardan yana bakmamaya çabalar, işim gereği kısa göz atmaları oynardım, yorucu roldü, beni kasardı. Gittim işlek caddede bir banka oturdum, gelip geçen kadınların güzelliklerinde gözlerimi gezdirerek ikindiyi ettim. Okul uzadı, tezi bitiremedim bir, tezim, sosyal medyada güzellik algısı. Pürüzlü bir konu, hoca uyarmadı sağ olsun, işin zor demedi. Açılırım belki diye bir saat yol yürüdüm. Evde ekmek yoktu, Sinem’in sokağındaki bakkala saptım, Sinem’in evi bir alt sokağımda, bakkal yolumun üstü sayılır. Sokağa saptım, kuzenim Zeki’yi ta uzaktan tanıdım. Uyandığımdan beri yatışamamamın nedeni buymuş demek ki dedi içimin coşkun çığlığı, ummadığım anda Zeki’yle karşılaşacakmışım. Yüzümde gülüşlerin özlemlisi, içim doluk: “Heyt be!” Göz göze gelmesek görmedi diyeceğim. Boy bos, kaş göz kuzenim Zeki. Yanımdan el gibi geçti.
O gece uykum uykuya benzemedi: Beni arıyordu belki, sürpriz yapacaktı, uzun sakalımdan yüzümü seçemedi, örgü sakallı yüzümü, olamaz mı? Kentin yabancısı… Sonraki gün izin günümdü. Zeki’yle karşılaştığımız saatten yarım saat önce aynı sokakta: Kardeş gibi bir arada büyümüşüz, ne sırlar paylaşmışız, birbirimizi kırmamışız, insan kuzenini tanımaz mı? Kabul ediyorum, gurbet koşturmasına kapıldım gittim, sizleri arayıp soramadım, nasılsınız, nerelerdesiniz?.. Kendi kendime veriştirerek küçük parkın oralara, Sinem’in evinin oralara vardım; sonrası çarşı, kalabalık. Geri dönüyordum ki pasajın bükücünden çıkıverdi. Bende bir coşku yine; gözlerimiz sulanarak kucaklaşacağız, eve buyur edeceğim… Yüzüme üstünkörü bir bakış attı, yine el gibi geçti gitti. Nedeni Sinem’miş gibi Sinem’in penceresine karşı tümcelerim kıpkırık durdum, bir dakika sürdü sürmedi durmam. Sağa sola, aşağıya yukarıya, parka, parktaki devasa yontunun arkalarına baktım. Zeki yok, uçmuş. Eve gittim. Sabah yediğim tostla duruyordum, midem kazınıyor, canım bir şey istemiyordu. Tez notlarımı okuyup toparlayayım düşüncesiyle bilgisayarı açtım, mide spazmı geçiriyormuşum gibi bir ağrı. Mutfakta hazır ezogelin çorbası buldum, bir elim midemin üstünde çorbayı kaynattım, içtim, bilgisayarda açık bıraktığım dosyama döndüm. Son sayfa: Bu açıdan baktığımızda diyebiliriz ki sosyal medya da algı yansıması, algı vitrinidir. Vitrininde “güzel” şanslılardan, imrenilenlerdendir. Arka planın gizlenebildiği bu sanal oluşum tıpkı gerçekler gibi algı dayatmasıdır da… Gözüm ekranda, “dayatmadır”ı şarkı gibi mırıldandım bir süre: “Dayaatmaa, daayaatmaaa, dayatmaa…” Dosyaya dikkatimi veremedim. Yatağa uzandım. Yine ağlıyordu üst kattaki bebek, beşiği sallanıyordu yine: Tıng tıng, tıng tıng, tıng… Alnıma şaplak indirdim. Emin olmalıyım. Emin olmadan ortalığı ayağa kaldırmamalıyım. Yanıtsız sorular, eksiklik, burukluk insanların aklını, duygusunu arayışta süründürüyor. Omuz seğirse, göz seğirse, telvede yol, havada leylek görülse, serçe neşeli ötse, göz dalsa, kol kaşınsa, sırt ürperse, yoğururken kabın dışına hamur sıçrasa, falcı yüreğin kabarmış dese, radyoda çalan türkülerden sıradaki türkü tutulsa,
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıUnutulan Yurttaş
- Sayfa Sayısı104
- YazarZehra Tırıl
- ISBN9789750862984
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sıcak Ayaz ~ Serkan Özel
Sıcak Ayaz
Serkan Özel
Ben sana ölümün kıyısında yaşama tutunmuş bir hayattan geliyorum. Sonbahar yağmurunda sensiz ıslanacaksam, kahvemin yanında kahvesini yudumlayan sen olmayacaksan, kabustan korkarak uyandığımda sana sarılamayacaksam,...
- Yol Hikâyeleri ~ Thomas Mann
Yol Hikâyeleri
Thomas Mann
Mekân, kendisi ve doğduğu topraklar arasında döne döne dans edercesine kaçarken, zamana özgü sanılan güçten çok daha fazla gücü olduğunu kanıtlıyor; saatler geçtikçe mekân,...
- Billur Örüntüler ~ Rıdvan Hatun
Billur Örüntüler
Rıdvan Hatun
Rıdvan Hatun, ilk kitabı Billur Örüntüler’de karanlıkta el yordamıyla ışığın düğmesine ulaşmaya çalışan insanları anlatıyor.