“Rönesans sanatının baş tacı Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sıyla Louvre Müzesi’ne gelerek tanışma şansını yakalamıştım. Rahmetli babaannemin Rönesans’da gezinen ressam kişiliği ve ondan geriye kalan iki resimden biri olan kopya yağlıboya Mona Lisa, Narmanlı Apartımanı’ndaki kiralık dairede büyükbabamdan yadigâr kalan Amerikan yazı masasının yanındaki duvarda asılıydı. Haliç’i gösteren diğer yağlıboya resimse koridorun duvarındaydı. Dört yaş civarı tesadüfen babaannemin bir fotoğrafını görene kadar yazı masasının yanındaki duvarda asılı duran kopya Mona Lisa’nın babaannemin portresi olduğunu düşünüp durmuştum hep.”
Öykülerin birbirini tamamlayarak yol aldığı bu kitap, aşkı ve yaşamı tutkuyla deneyen bir avuç gencin, ama öncelikle İstanbullu bir genç kızın anlatısı… Genç olmanın belki de son kez bu denli düşsel, tutkulu ve masum olduğu yetmişli yıllarda, Bern’de konservatuvar sınavlarına hazırlanan genç kız, İstanbul’dan kalma koruyucu anıları ve şimdinin akışkanlığı içinde dünyada kendi adına bir öykü kurmanın yollarını ararken, bizi de sahne kostümleri gibi tamamlayıcı karakterlere dönüşen kıyafetlerinin eteğinde sürüklüyor.
İ ç i n d e k i l e r
Kovboylar Asla Ölmez… / 9
Yeni Yıl / 23
“Doppelgänger” (Tiren’li Sır Küpü Venüs) / 43
Yağlıboya Babaanne / 59
Kardan Adam / 69
Yönetmen / 73
Solgun / 89
Kovboylar Asla Ölmez…
Son bir haftadır onu düşünmekten yorulmuştum. Sevgili dostum bana sesleniyordu. Keşke bu seslenişinin bir veda olduğunu bilebilseydim, mutlaka ona ulaşıp astral yolculuktan vazgeçirip her neredeyse hemen en yakın havaalanına gidip, benden gelecek bir sonraki haberi beklemesini söylerdim. İstanbul’a, yanıma, yakınıma gelmesini sağlardım. Araya giren yıllar ona ulaşmama engel olmakla beraber, duygu yüklü bir süreci de kaçınılmaz olarak beraberinde getirmişti. Ama belki bu sesleniş sadece bir vedaydı, belki de yardım elimi hiç tutmak istemeyecekti. Zamanda geçmişe yoğunlaşıp yaşanmışlıkları teker teker geri çağırıp duygularımı anlamlandırmaya çalışırken, ondan önce davranıp sesimi ona duyuramadığım için hissettiğim pişmanlık, beni daha da çaresiz bir hâlde geçmişe savurdu.
Eski Avrupa’nın Orta Çağ’da kurulmuş şehirlerinden herhangi birini seçip içinden modern giyimli insanları çıkarırsanız, zamanı dondurup geriye gitmeniz an meselesidir. Üstelik böyle bir Orta Çağ şehrinde eğer bir film setine tanıklık etmiyorsanız, karşınıza bir kovboyun çıkma ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu da düşünecek olursak, rüya ve gerçek arası bir yere yerleşip birdenbire etrafınızda gelişen olayların tam da orta yerinde durup ayaklarınızın yerden kesilip masalsı bir sürece geçmeniz, nerden bakarsanız bakın, hayatın size sunduğu mükemmel bir sürprizdir.
Gök delinircesine yağan yağmurun ardından sokağa çıktım. Üzerimde teyzemin yadigârı, adını çocukluğumun masal kahramanı İngiliz sihirli dadı Mary Poppins’e atfen koyduğum Poppins adlı bej rengi yağmurluk, içimde Zandra Rhodes tasarımı, derin dekoltesi iri bir çiçekle gizlenmiş, ikinci el yeşil kadife elbise, ayağımda nefti rengi, deri bağcıklı, alçak ökçeli botlarla umutsuzca Marktgasse’nin Orta Çağ’dan kalma kemerlerinin içinden, sanki bir fotoğraf albümünden fırlamış gibi duran Bern şehrinin alameti farikası saat kulesine doğru yürürken arkamda, çok yakınımda ıslık sesi duydum. Daha önce armonika marifetiyle dinlemiş olduğum ıslığa döndüğümde bana bakan yabancı yüz, tuhaf bir gülümsemeyle, başında bal rengi süet kovboy şapkası, bej kareli yünlü ceketi, koyu mavi kot pantolonu ve eprimiş kahverengi deri kovboy çizmeleriyle yanımda yürümeye başladı. Olası bir film sahnesine figüranlık yapıp yapmadığımı anlamak için iyice etrafıma bakındım. Görünürde ne bir kamera ne de bir film ekibi vardı. Her şey doğal akışı içindeydi. Marktgasse’den Krammgasse’ye geçerken, saat kulesi sabah on olduğunun haberini veriyordu.
Saat kulesinin biraz ilerisinde Krammgasse 73 numarada, üç kuşaktır şehrin en leziz çikolata çeşitlemelerini yapan pastanane Tschirren’den sütlü ve sütsüz ikişer top çikolata alıp kemerlerin içinden Aare Nehri’ne doğru yürümeye devam ettik. Nydegg Köprüsü’nün ortasına geldiğimizde Kovboy, Once Upon A Time in The West’i, Sergio Leone’nin yönetmenliğini yaptığı epik spagetti western filmini izlediği andan itibaren, filmin baş rollerinden biri olan Harmonica karakterini üstlenen aktör Charles Bronson’a duyduğu hayranlığı anlatmaya başladığında, gözlerinin yeşil olduğunu fark ettim. Kovboy, Bronson’un mimiklerini sahiplenerek onun adıyla anılacak kadar ileri giden beğenisinin her geçen gün katlanarak hayatına yepyeni bir soluk getirdiğini benimle paylaşmaya doyamadı.
Bir tarafta Bern şehrinin seksi Kovboy’u mimik mimik genç Charles Bronson, diğer tarafta şehre sonradan gelen, yaşadığı hayatın ancak dörtte birine katlanabilen, Rus edebiyatının efsanesi, değerli yazarı Tolstoy’un eşsiz romanı, romanların romanı Anna Karenina’yı bitirmemek üzere her sayfasını yeniden defalarca okuyup sürekli çantasında gezdiren, yüzünden oluk oluk hüzün akan ela gözlü kızın hikâyesi. Anna Karenina’nın ruhuna bürünmeyi takıntı hâline getirmesem de, içten içe gizli saklı benzerlikler kurup her fırsatta Anna’yı romanın dışına, yaşamın içine, şehrin sokaklarına taşıyordum. Senaryosu çok önceden yazılmış, “Bir Zamanlar Bern’de” adlı filmin başrollerinden birini üstlenmek üzere olduğum hissine kapıldığımda, filmin ilk on beş dakikasını da herkesten önce izleme şansını yakalamıştım. Bu film tesadüfler zinciri tarafından yönetiliyordu. Gişe bombası bir film senaryosu için emsallerine taş çıkartacak kadar da bol malzeme vardı ortada. Bazılarına göre de, “senin yeknesak hayatını bir de sinemada üstüne para mı verip seyredeceğiz” gibisinden, içinde olduğum ve fazlasıyla önemsediğim bu süreci, yerle yeksan edecek bir durumu tetikliyor da olabilirdim.
Kovboy’la tesadüfi karşılaşmamızı, o süreçteki üstüme çöken tüm yaşamsal şanssızlığımın içinde, o kadar da şansız olmadığımın bir işareti olarak algılamam kaçınılmazdı. Belki de düşündüğümün tam tersine çok ama çok şanslıydım. Hatta kesinlikle çok şanslıydım. Bu şehre apar topar taşınmamın nedeni olan Markus, sabahın çok erken saatlerinde ziyaretime gelmişti. Çözemediğim tuhaf bir ruh hâli sergileyen tutturuk ilgisi kısa sürede sıkıcı bir boyuta sıçramıştı. Kovboy’la yan yana Nydegg Köprüsü’nün üzerinde durmuş, altından âdeta canlanmış bir kartpostal gibi kıvrılarak akıp giden Aare Nehri’ni seyrederken içim boşalmış gibiydi. Kendimi yamyassı bir kesme bebek gibi hissetmeye başladığımda, saat ikide Krammgasse 40 numaralı dükkânda olmam gerektiğini anımsayarak gerisin geri saat kulesine doğru yürümeye başladık. Haftanın bir yarım, iki tam günü tavana kadar kot pantolonlarla dolu, Bern’in çiçek çocuklarına hitaben, altmışlı yılların sonunda üç ortakla açılmış, modanın öncüsü bir dükkânda çalışıyordum. Saat daha iki olmamıştı. Yolda önümüze çıkan ilk kafeye oturduk. Kovboy ıslık çalarak garson kızı çağırdı. Garson kız Kovboy’a yolladığı hayranlık sinyalleri eşliğinde kahvelerimizi getirdi. Bern’in yegâne Kovboy’u ile yirmi bir yaşımın verdiği tüm artı ve eksilerle çarpışmanın heyecanına kapılmıştım. Aklımda Anna Karenina, üzerimde Poppins adını verdiğim, teyze yadigârı İngiliz yağmurlukla âdeta sihirli dadı Mary Poppins gibi ayağım yerden kesilmek üzereydi. Ne Kovboy ne de ben, bitmesini istemediğimiz o sabahın devamında zamanla ölçülemez bir dünyada birbirimizden vazgeçmemeyi seçecektik.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yerli)
- Kitap AdıYağlıboya Babaanne
- Sayfa Sayısı96
- YazarLale Tara
- ISBN9789753299510
- Boyutlar, Kapak13x 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviOğlak Yayınları / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kanlı Ay ~ Pelin Çelik
Kanlı Ay
Pelin Çelik
BEBEK BEDENİNİ TANRIÇA HEKATE’YE EV YAPAN ANBER VE ONU KANLI AY’DA KURBAN EDECEK OLAN İBLİS ARES SALENMİR’İN AŞKLA BEZENMİŞ KANLI HİKAYESİ Eşsiz zihni gözlerinin...
- Bedel ~ Berat Beran
Bedel
Berat Beran
“Seydo, karşısına nereden ve nasıl çıkacağını bilmediği düşmanına karşı tedbir olarak neler yapabileceğini düşündü ama ne yapabilirdi ki! Birkaç metreden gelecek bir kurşunu nasıl...
- Sebastian Knight – Bir Endülüs Hikâyesi ~ Saliha Nilüfer
Sebastian Knight – Bir Endülüs Hikâyesi
Saliha Nilüfer
Tıpkı meçhul yazar Sebastian Knight gibi onlar da, bütün deneyselliklerin tükendiği noktada kopyaların labirentinde bir çıkış yolu arıyordu. Yazının artık tek başına var olmayacağı...