Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yalıyar – Cilt: 2
Yalıyar – Cilt: 2

Yalıyar – Cilt: 2

İvan Gonçarov

İvan Gonçarov, Sıradan Bir Hikâye (1847) ve Oblomov’un (1859) ardından yazımı yirmi yıl süren son romanı Yalıyar’ı 1869’da yayımlayarak “üçleme”sini tamamladı. Rus serflik düzeninin…

İvan Gonçarov, Sıradan Bir Hikâye (1847) ve Oblomov’un (1859) ardından yazımı yirmi yıl süren son romanı Yalıyar’ı 1869’da yayımlayarak “üçleme”sini tamamladı. Rus serflik düzeninin çöküş dönemine tutulmuş bir ayna olan “üçleme”nin her üç başkarakteri de (yeğen Aduyev, Oblomov ve Rayski), Vladimir Korolenko’nun deyişiyle ortak bir yazgıyı paylaşmaktadır; bu, can çekişen bir sineğin yazgısıdır. Eski yıkılmakta, fakat yeni henüz ufukta görünmemektedir.

Roman, Rayski’nin, Volga kenarında, nehrin oyduğu uzun yalıyarın (falezin) –roman adını buradan alır– bitişiğinde bulunan babadan kalma Malinovka köyünde geçirdiği altı ayın dramatik olaylarını konu alır. Nihilist Mark karakteri romana dinamizm ve sosyal içerik kazandırır. Yeni insan, kadının özgürleşmesi, kuşaklar arası kopuş gibi 1860’lar Rusya’sının güncel tartışmaları romanda genişçe yer bulur. Rus psikolojik nesrinin önde gelen yapıtlarından biri olan Yalıyar karmaşık bir olay örgüsüne ve yer yer güçlü bir gerilim, merak, dramatik çatışma atmosferine sahiptir. Karakter çeşitliliği, büyük bir ustalıkla çizilen kadın tipleri, serflerle, gündelik hayatla ilgili ayrıntılı tasvirler romanın belirgin özellikleridir.

Nuri Yıldırım’ın Rusça aslından çevirisi ve önsözüyle sunduğumuz Yalıyar, Rus klasikleri arasındaki seçkin yerini ebediyen koruyacaktır.

“Homeros eserlerinde gündelik hayatın ayrıntıları üzerinde özel bir aşkla uzun uzun durmaktaydı. Hayatın gündelik, sıradan yönüne duyulan aynı antik aşk, aynı, tek bir dokunuşla yavan gerçekliği şiire, güzelliğe dönüştürme yeteneği Puşkin ve Gonçarov’un da ayırt edici özellikleridir.”

D. Merejkovski

İÇİNDEKİLER
14 BASAMAKLI ÇARLIK BAREM TABLOSU (1724-1917) ……. 9
SÖZLÜKÇE …………………………………………………. 11
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ………………………………………….. 15
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM …………………………………….. 216
BEŞİNCİ BÖLÜM ………………………………………….. 349

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

*

I

Rayski kendini en yeni fikirlerin adamı, başka bir deyişle öncü genç kuşaktan biri saymazdı, fakat geri fikirli bir insan olarak da görmezdi asla. İlerlemeye, gelişmeye inanır, hatta bunun “kaplumbağa hızı” ile olmasına kızar, öte yandan kendini bütünüyle şu ya da bu on yılın yeni yeni ortaya çıkan eğilimlerinden herhangi birinin içine oturtmak için acele etmediğini açık yüreklilikle dile getirirdi. Bu moda eğilimler, hırslı gençliğin üzerine atladığı, belli belirsiz bir şekilde henüz doğmaya başlayan quasi1 yeni fikirlere, az ya da çok parlak, zekice hipotezlere bel bağlayarak, tarihten bize miras kalan, bilimle ve ondan daha çok da kişisel yaşam deneyimleriyle elde edilmiş kanaat ve düşünceleri, gözlemleri, bilgileri kolayca, değerbilmez bir tavırla inkâr ediyorlardı. Kendisi için artık acele etmeme, bekleyip görme, ihtiyatlı davranma zamanının geldiğini söylerken yaşına gönderme yapıyordu Rayski; fantezinin peşinden sürüklenmediği zamanlar sabırla çağa ayak uydurabiliyordu. Genel ilerleme, fikirlerin gelişimi, bilimin başarıları gibi konular ilgisini çekiyordu, fakat pas de geants2 atmıyor, mümkün olan her türlü spekülasyonu vaat eden ve çoğu kez de uygulanması imkânsız sınamalar öneren yeni inanca bağlanmak için acele etmiyor, ortaya çıkacak sonuçları bekliyordu. Sanatta cesur adımları selamlıyor, hayatı değiştiren, fakat onu parçalayıp dağıtmayan yeni buluş ve keşifleri alkışlıyor, hayatın yeni taleplerinin zor kullanmadan, doğal biçimde doğuşunu tıpkı taze yeşillikleriyle gelen ilkbaharı kutladığı gibi kutluyordu. Giden düzeni, ömrünü tamamlayan ilkeleri kısır, nankör bir düşmanlıkla uğurlamıyor, onların tarihsel olarak kaçınılmazlıklarına ve “taze bahar yeşilliği” ile olan –yeşil ne kadar yeni ve parlak olursa olsun– yadsınamaz, ardışık bağlantılarına inanıyordu. Bundan dolayı hararetli tartışmalarda uzlaşmaz, inatçı eski düzenin kampına, toprak sahiplerinin zorbalıklarına, keyfî hareketlerine, açgözlülüklerine bombalar fırlatıyor, insanların yüreklerinde insan arıyor, insancıllık üzerine vaaz veriyor, açıklamalarda bulunuyordu. Babuşkanın eski, ezberlenmiş kurallarının altında bir sağduyunun ve dünyevi bilgeliğin gizlendiğini, kesinlikle yeni bir hayatı başlatacak kaynağın tohumlarının orada saklı olduğunu –ama bu tohumların üstünün geçmişin ucube biçimleriyle, fazlalık ve urlarıyla örtüldüğünü– görerek onunla tartışmalarında uysal ve hoşgörülü olmaya dikkat ediyordu. Rayski, Vera’da cüretkâr bir akıl, ruh özgürlüğü, yeni bir şeylere susamışlık keşfederek önce şaşırmış, sonra güzelliğinin çifte, hem dış hem iç ihtişamı karşısında gözleri kamaşmış ve nihayet onun “bilgelik”ten feragat etmesiyle bir ölçüde ürkmüştü. “Ben akıllı bir genç kız değilim,” demiş ve omuz silkmişti Vera. ‘Tuhaf, anlaşılmaz bir kız!’ diye karar vermişti Rayski ve bunun üzerinde düşünmeye başlamıştı. Evet, Marfenka gibi açık yürekli, saf bir çocuk değildi o, bir “küçük hanım” da değildi! Evleninceye dek bir kızın kafa yapısına, ahlakına, eğitimine ve her bakımdan yetiştirilmesine böylesine uzun süre uğraşılarak verilmeye çalışılan bu köhnemiş, yapay kalıp onu sıkıyor ve rahatsız ediyordu. Bu kalıbın herkesçe bilinen sahte, yalan niteliğini hissederek ondan uzaklaşıyor, gerçeğe ulaşmaya çalışıyordu. Rayski’nin Nataşa’da, Belovodova’da beyhude yere aradığı pek çok şey Vera’da mevcuttu: ruh, yürek gücü, özgün yaradılış, kendine has bir zekâ ve karakter… Hem kendi hayatına hem de birçok başka hayata rehberlik eden, kaderin onu sürüklediği her yeri boydan boya aydınlatan, ısıtan, bağımsız, gerçek bir kadına vücut veren bütün güçler toplanmıştı onda! Şimdilik daha çocuk sayılırdı, ama Titanların gücüne sahipti; yalnızca bu gücün gelişimini doğru bir şekilde sürdürmesi ve akıllıca yönlendirilmesi gerekiyordu. Rayski aradığı şeyi bulması için bütün gücüyle ona yardım etmeyi, bilgisinin, deneyiminin, gözlemlerinin tohumlarını böylesine elverişli ve zengin bir toprağa serpmeyi isterdi. Bu bir serap değildi, insanileşmenin bir zaferi, hepimizin katılmaya çağrıldığımız bir görevdi ve bu olmadan hiçbir ilerleme mümkün değildi. Ne var ki çok büyük engeller çıkmıştı karşısına! Bir kere Vera onu yanına yaklaştırmıyor, saklanıyor, kendi kişisel haklarına sığınıyor, genç kız odasının duvarları gerisine çekiliyordu, kısacası onu istemiyordu. Ayrıca, genel olarak durumundan da memnun değildi Vera ve bunu kökten değiştirmeyi çok arzuluyordu; giderek Rayski’den kopuyordu, anlaşılan başka bir havaya, başka bir gıdaya, başka insanlara ihtiyacı vardı. Peki ona bu yeni havayı, gıdayı kim verecekti? Neredeydi o insanlar? Akrabası olduğu için Vera’ya yakın kişi Rayski idi, tesadüfen de olsa, akraba ilişkisi gereği de olsa Vera için bu otoriter kişi Rayski olabilirdi ve olmalıydı da! Zaten babuşka da mektubunda bu görevi ona verdiğini yazmıştı. Vera akıllıydı, ama Rayski daha deneyimliydi ve hayatı tanıyordu. Onu kaba saba hatalar yapmaması için uyarabilir, yalanla gerçeği ayırt etmesini ona öğretebilirdi. Hem bir düşünce adamı, hem bir sanatçı olarak elinden geleni yapar, özgürlüğe susamış bu genç kıza ihtiyacı olan gıdayı verebilir, iyilik ve gerçek kavramlarını öğretebilir ve bir sanatçı olarak ondaki iç güzelliği gün ışığına çıkarabilirdi. Vera’nın yazgısını, gelecekteki yolunu, hayattaki ereğini sezinleyebilirdi ve… ve… bu ereği birlikte hayata geçirebilirlerdi… İşte istediği hep buydu: “birlikte!” Bu arzuyu içinden bir türlü söküp atamıyor, dolayısıyla da içten, mutlak bir özveriyle davranamıyordu. İkinci engel de işte buydu! Üçüncü engelse en büyük olanıydı, gerçi henüz sisle kaplıydı bu konu, tahmine dayanıyordu, ama göz önüne almaya başlamıştı bu olasılığı Rayski. Şimdilik bir şüpheden, kendisinden daha erken davranan birisinin varlığı şüphesinden ibaretti bu. Vera yazgısının dizginlerini güvenip birine teslim etmiş ve hayattaki ereğini her kimse onunla “birlikte” gerçekleştirmeye karar vermiş olabilirdi.

“İşte en kötüsü bu olur, iğrenç!” diye söyleniyor ve hatta, bu üçüncü engel zannının, “rakip” şüphesinin açıklığa kavuşmasını ve doğrulanmasını beklemeden, Vera ile dost olmaya çalışmaktan vazgeçerek iz bırakmadan buradan kaçıp gitmeyi bile düşünüyordu. Başka birinin, örneğin Vikentyev’in aldatılmış olması bağışlanabilirdi, ama Rayski gibi deneyimlerle yoğrulmuş biri, bütün o aşk düşlerinin, gözyaşlarının, bütün o zarif duyguların, sadece [su perisi] Nimfa ile [yarı keçi-yarı insan kır tanrısı] Satir’in altında saklandıkları çiçek demetlerinden başka bir şey olmadığını bilmeyecekti, öyle mi! Bütün bunların nasıl sonuçlanacağı bilinen bir şeydi, eğer Nimfa ile Satir insana, yani karı kocaya ya da iki ebedî dosta dönüşmezlerse ikisi de arkalarında bir iz bırakmadan yok olup gidecekti. ‘Benim Nimfa’m beni kendine Satir olarak seçmek istemiyor,’ diye düşündü Rayski iç geçirerek. ‘Dolayısıyla ne karı kocaya dönüşmek, ne mutluluk, ne de uzun yol arkadaşlığı için bir ümit var! Ama ben onun güzelliğiyle baş edebilirim, benim için nasıl olsa bir şey ifade etmiyor güzelliği…’ Rayski hep sabahları kendini daha canlı, enerjik, her türlü mücadele için daha cesur hissediyordu. Yeni sabah kendiyle birlikte güç, bir dolu ümit, düşünce ve tüm güne ilişkin niyet ve planlar getiriyordu; insan işine daha inatla sarılıyor, hayatın yükünü daha cesurca omuzluyordu. Vera’yı düşünmek de Rayski’yi oyalıyor, eğlendiriyordu; farklı yönlere uçuşan düşünceler, sabahın tazeliği, aile içi buluşmalar, yeni yüzler, kırlar, gazete, yeni bir kitap ya da kendi romanından bir bölüm Rayski’nin sabah saatlerinden itibaren uğraşmayı cazip bulduğu şeylerdi. Gün içinde yaşananlar ancak akşam bir araya getirilir, bir bohçaya sıkıştırılır, insanlar, kimi bilinçli kimi bilinçsizce “günün meselesi”nin bilançosunu çıkarırlardı. Akşamları Rayski de gün boyu biriken düşüncelerden, arzulardan, duyumlardan, buluşma ve yüzlerden nelerin uçup gittiğini, nelerin kaldığını anlamak için kendini yokluyordu. Tümünün uçup gittiği, onunla birlikte yalnızca Vera’nın kaldığı çıkıyordu ortaya… Can sıkıntısıyla, öfkeyle dönüp duruyordu yatağında, kafasında tek bir düşünceyle uykuya dalıyor, yine aynı düşünceyle uyanıyordu.

‘Aktivite, hareket gerek,’ diye karar verdi Rayski. “İş” yokluğundan yine “serap”lara sarıldı, babuşka ile ot, yulaf biçimine gidiyor, tarlaları dolaşıyor, Marfenka ile birlikte köyü ziyaret ediyor, mujiklerin dertleriyle ilgileniyordu. Eğleniyordu da; Vikentyev’in annesini, Volga’nın öte tarafındaki Kolçino köyünü ziyaret ediyor, Mark ile balık tutmaya gidiyordu, ancak yine kavga ediyorlardı, birbirlerini bıktırmışlardı. Ava da gidiyordu, gerçekten eğlenceliydi. ‘İşte bu güzel! Kendimi geliştirmek için biraz daha gayret edip Vera’ya verdiğim sözü gerçekleştireceğim,’ diye düşünüyordu. Bazen üç gün görmediği oluyordu Vera’yı. Vera’nın kahvesini odasına getiriyorlardı; Rayski’nin öğle yemeğini evde yemediği oluyordu ara sıra, her şey olabildiğince iyi gidiyordu. Hatta şehrin dış mahallesinde bir yerlerde güzel bir kıza bile rastlamıştı, bir keresinde oradan geçerken eğilerek onu selamlamış, kızsa gülerek saklanmıştı. Bir denetçinin kızı olduğunu öğrenmişti, ancak neyin denetçisi olduğunu öğrenememişti, zira bizde yığınla denetçi vardır. Denetçinin, kızını denetlemediğini fark etmişti Rayski, çünkü kızın oradan gelip geçen başka kişilere de gülümsediğini görmüştü. Bir keresinde ona el işaretiyle bir öpücük göndermiş, kız nazikçe eğilerek selamlamıştı. Bir iki kez de at sırtında kızın penceresine yaklaşmış, onunla konuşmuş, ona, “Çok güzel bir kızsın, sana sırılsıklam âşığım,” demişti. “Palavra sıkıyorsunuz,” diye yanıt vermişti kız, heceleri uzata uzata. “Size inanacağım ha! Erkekler alçaktır, bunu bilmeyen mi var!” “Hepsi mi öyle sanki?” “Kuşkusuz öyle… Erkekler! Kaç tanesi bana gelip gitti… İyi tanırım onları! Beni aptal yerine koyma! Çek arabanı!” Taşralı şehir kızının deneyimin imbiğinden geçmiş bu “bilgeliği” uzun süre Rayski’yi güldürmüş, neşelendirmişti. Kendini değiştirme hususunda zaferini tamamlamak için, doğruyu söylemek gerekirse var gücüyle çaba harcıyor, bu gayretin altında neyin saklı olduğunu –Vera’yı rahat bırakarak çekip gitmek gibi samimi bir niyet mi, yoksa onu hoşnut tutmak, ona karşı “fedakârlık”ta bulunmak, “yüce gönüllü” olmak mı?– kendine sormuyor, birlikte ziyaretler gerçekleştirmek üzere babuşkaya söz veriyordu, hatta pazar günü pirojki yemeye gelecek olan şehirli misafirlerin huzuruna çıkmayı bile kabul etmişti.

II

Rayski pazar günü Tatyana Markovna’nın tören salonunda büyük bir kalabalık buldu. Her şey ışıl ışıl parıldıyordu. Vişneçürüğü damasko kumaş kaplı mobilyaların kılıfları çıkartılmıştı. Yakov aile büyüklerinin portrelerini nemli bezle silmişti, dolayısıyla şimdi hafta içi baktıklarından daha keskin bakışlarla bakıyorlardı yerlerinden. Döşemelere balmumu sürmüşlerdi. Yakov siyah frak giymiş, beyaz bir papyon takmıştı; Yegorka, Petruşka ve uşak olarak görevlendirilmek üzere köyden yeni getirilen, dik durarak beklemeyi henüz beceremeyen Stepka vücutlarına dar ya da bol gelen, eski, üstlerine gardırobun küf kokusu sinmiş uşak üniformaları giymişlerdi. Misafirler tam öğle saati salonda ve misafir odasında dumanı parlak ve bir çeşit tatlı yemek sosu kokan bir tütün içtiler. Berejkova üzerinde ipek elbisesi, ensesinde çepçik’i, omuzlarında şalı ile kanepede oturuyordu. Babuşkanın çevresine yarım daire şeklinde dizilmiş koltuklara misafirler belli bir düzen içinde oturtulmuşlardı. İlk koltukta üzerinde frakı ve nişanı ile Nil Andreyeviç Tıçkov yer alıyordu; bitişik kaşlı, ablak yüzlü, çenesi papyonuna iyice gömülmüş, göz yaşartıcı bir iyi yüreklilik, yardımseverlik edasıyla konuşan, öz saygısını her hareketinde belli eden bir ihtiyardı. Sonra her zamanki gibi alçak gönüllü, nazik, herkese gülümseyen yüzüyle Tit Nikonıç geliyordu; o da fraklıydı, babuşkaya olan hayranlığı bakışlarından okunuyordu. Misafirler arasında, üzerinde ipekten cüppesi, işlemeli geniş kuşağıyla papaz, Hazine Dairesi bürokratları, şişman, kısa boylu garnizon komutanı albay da vardı. Albayın yüzü kıpkırmızı, gözleri kan çanağı gibiydi, öyle ki insan ona bakınca korkuyordu. Yine şehirden iki üç hanımefendi, köşede fısıltıyla konuşan birkaç genç memur, Marfenka’nın ürkek ürkek çevresine bakınan, birbirlerinin kızarmış, çekingenlikten terlemiş ellerini kuvvetlice sıkan üç beş arkadaşı da vardı gelenler arasında. Yine yakınlardaki yurtluğundan çeşitli ziyaretlerde bulunmak üzere şehre gelen bir toprak sahibi, ergenlik çağlarındaki üç oğluyla birlikte katılmıştı davete. Babalarının gurur ve mutluluk kaynağı olan delikanlılar patileri ve kafaları tam gelişmiş, ama gövdesi henüz gelişimini tamamlamamış, kulakları alnına sarkmış, ama kuyruğu henüz yere değecek kadar uzamamış iri cins köpek yavrularını hatırlatıyorlardı. Bunlar amaçsızca şuraya buraya sıçrayıp koşarlar, boylarıyla orantılı olmayan uzun, çirkin patileriyle ne yapacaklarını bilemezler, kendilerine ait şeyleri başkalarınınkinden ayırt edemezler, öz babalarına havlarlar, atılmış bir banyo kesesini ya da ele geçirirlerse öz kardeşlerinin kulaklarını çiğnemeye hazırdırlar. Baba on dört yaşlarındaki bu çocukları önce topluluğa takdim etti, sonra onları her misafire ayrı ayrı tanıttı; geleceğe ilişkin ümitlerinin büyüsüyle kendinden geçerek çocukların doğumları, eğitimleri, yetenekleri, zekâları, yaramazlıkları üstüne ayrıntılı bilgiler verdi, misafirlerden onları sınava çekmelerini, onlarla Fransızca konuşmalarını rica etti. Çocuk yerine koyarak onları kuytu bir köşeye oturtmuşlardı; yeniyetmeler yuvalarında durmadan ağızlarını açarak yem bekleyen sarı gagalı karga yavruları gibi çocuksu ve aptal görünümlü fizyonomileriyle, ağızları yarım açık halde misafirlerin yüzlerine bakıyorlardı. Bacakları sandalyelerin altına sığmıyor, odanın ortasına kadar uzanan bacaklar birbirlerine karışıyor ve insanların geçmesine engel oluyordu. Onlara uslu olmaları, alçak sesle konuşmaları söylenmişti, gel gör ki on dört yaşlarındaki bu yavruların karınlarından fısıltı yerine gök gürültüsünü andıran bas sesler çıkıyordu. Babaları ağırbaşlılık içinde oturmalarını, “elcik”lerini göbeklerinin üzerinde tutmalarını söylemişti, oysa inceliğini daha kaybetmemiş bu “elcik”lerden daha şimdiden çıkık kemikli kocaman yumruklar türemeye başlamıştı bile! Zavallılar nereye saklanacaklarını, nasıl büzülüp birbirlerine sokulacaklarını bilemiyor, kızarıyor, oflayıp pufluyor ve terliyorlardı. Tatyana Markovna kısmen acıdığı için, kısmen de odanın kalabalık ve boğucu olmasına sebep oldukları ve mersinbalığı koktukları için –bunu Marfenka kulağına fısıldamıştı– onları bahçeye yolladı. Çocuklar burada kendilerini özgür hissederek koşmaya, hoplayıp zıplamaya başladılar, kahvaltıya çağrılıncaya kadar oynadılar, ince dallar, çubuklar havalarda uçuştu. Rayski salona herkesten sonra geldi, o geldiğinde pirojki yenmiş, soslu bir yemeğe geçilmişti. Rayski, taşraya gelişinden önce hakkında pek çok yorum ve söylenti çıkan bir aktörün kasabada ilk kez sahneye çıkışında hissettiği şeyleri hissediyordu. Salona girince herkes aniden durdu, misafirler lokmalarını çiğnemeyi bırakarak dikkatlerini ona yönelttiler. Rayski’nin kim olduğunu herkesin gayet iyi bilmesine rağmen Tatyana Markovna yine de: “İşte torunum, toprağı bol olsun, yeğenim Soniçka’nın oğlu,” diyerek tanıttı onu. Bazıları yarı doğrularak selamladı Rayski’yi, Nil Andreyeviç onun kendisine doğru yönelmesini bekleyerek nazikçe baktı. Hanımlar cilveli cilveli irkilerek kaşla göz arası aynaya baktılar. Ellerinde tabakları ayakta kahvaltı eden genç memurlar vücut ağırlıklarını sırayla bir ayaktan ötekine geçiriyorlardı. Kızlar kıpkırmızı kesildi, sanki büyük bir tehlikeyle yüz yüzelermiş gibi birbirlerinin ellerini sıkıyorlardı. Sakinleşmiş bir halde mama bekleyen on dörtlük yavrular aniden fırlayarak oturdukları duvar kenarından pencereye doğru bir hamle yaptılar, sonra hızla, gürültü çıkararak vaktinden önce gelişmiş bacaklarını sürüyerek geri çekildiler, kasketlerini yere düşürdüler. Rayski hafiften başını eğerek herkesi selamladı, geçip babuşkanın yanına kanepeye oturdu. Bir uğultu duyuldu. “Bak sen, hemen çöküverdi,” diye fısıldadı genç memurlardan biri, “oysa zatıalilerinin gözü onda, bekliyor…” “İşte Nil Andreyeviç, uzun zamandan beri seni görmeyi arzuluyordu,” dedi babuşka, Rayski’ye. Fısıltıyla, “Zatıalileri1 diye hitap etmeyi unutma sakın!” diye ekledi.

“Şu hanımefendi de kim? Ne harika dişleri ve muhteşem göğüsleri var!” diye alçak sesle sordu Rayski, babuşkaya. “Ayıp ayıp, Boris Pavloviç, senin yerine benim yüzüm kızarıyor!” diye fısıldadı babuşka. Nil Andreyeviç’e dönerek, “İşte, Nil Andreyeviç, Boryuşka çoktan beri size takdim edilmeyi arzuluyordu,” dedi. Rayski itiraz etmek için ağzını açacak oldu, ancak babuşka ayağına bastı onun. “Niçin lütfedip de bu ihtiyarı ziyarete gelmediniz, iyi insanlardan hoşlanırım,” dedi Nil Andreyeviç güler yüzle. “Doğrusu bizi sıkıcı buluyorlar, bugünküler bizi sevmiyor, öyle değil mi? Siz de yenilerden misiniz? Gerçeği söyleyin bakayım!” “Ben insanları yeni-eski diye ayırmıyorum,” dedi Rayski ve pirojki’sini yemeye başladı. “Yemeyi bırak, onunla konuşmanı sürdür, sonra yersin!” diye fısıldadı babuşka. “Ben hem yer, hem konuşurum,” diye yüksek sesle cevap verdi Rayski. Babuşka mahcup oldu, sertçe omzunu döndü. “Ona karışmayın, matuşka!” dedi Nil Andreyeviç. “Afiyet olsun, genç adam!” diye ekledi Rayski’ye dönerek. Sonra, “O halde siz insanlar hakkında nasıl hüküm veriyorsunuz, batyuşka? İlginç burası!” dedi. “Bende nasıl bir izlenim bıraktıklarına bakıyor, öyle değerlendiriyorum.” “Övgüyü hak ediyor! Gerçeği severim ben! Pekâlâ, örneğin beni nasıl değerlendiriyorsunuz?” “Sizden korkuyorum.” Nil Andreyeviç keyifle güldü. “Niçin? Söyleyin, açıkça yanıt vermenize izin veriyorum,” dedi. “Niçin mi korkuyorum? İşte bakın…” “Zatıalileri diye hitap et!” diye hatırlattı babuşka fısıltıyla, ama Rayski duymadı. “Herkesi azarladığınız söyleniyor, ayine gelmedi diye birini iyice haşlamışsınız, babuşka söyledi…” Tatyana Markovna olayı hatırlamadı. Birden sıcak gelmeye başladı oda, çepçik’ini çıkarıp yanına koydu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Yalıyar – Cilt: 1 ~ İvan GonçarovYalıyar – Cilt: 1

    Yalıyar – Cilt: 1

    İvan Gonçarov

    İvan Gonçarov, Sıradan Bir Hikâye (1847) ve Oblomov’un (1859) ardından yazımı yirmi yıl süren son romanı Yalıyar’ı 1869’da yayımlayarak “üçleme”sini tamamladı. Rus serflik düzeninin...

  2. Oblomov ~ İvan GonçarovOblomov

    Oblomov

    İvan Gonçarov

    İvan Aleksandroviç Gonçarov, Oblomov’u otuz iki-otuz üç yaşlarında, orta boylu, hoş görünümlü, koyu gri gözlü ama yüz hatlarında herhangi bir fikir, herhangi bir yoğunluk...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Fısıltı ~ Becca FitzpatrickFısıltı

    Fısıltı

    Becca Fitzpatrick

    DÜNYA GENÇLİĞİNİN YENİ HEYECANI HUSH HUSH SERİSİ TÜRK HAYRANLARIYLA BULUŞUYOR… KUTSAL BİR YEMİN KOVULMUŞ BİR MELEK YASAK BİR AŞK… “Okuyucuyu sarsan tüyler ürpertici bir...

  2. Tahran’ın Damları ~ Mahbod SerajiTahran’ın Damları

    Tahran’ın Damları

    Mahbod Seraji

    İran’ın başkenti Tahran’da, on yedi yaşındaki Paşa 1973 yazını en iyi arkadaşı Ahmed’le birlikte evinin damında geçirir. Gelecekleri üzerinde konuşur, hayat hakkında yakıcı sorular...

  3. Postane ~ Terry PratchettPostane

    Postane

    Terry Pratchett

    Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen otuz üçüncü kitabı Postane, alayına posta koymaya ant içmiş özgür ruhlu insanların cirit...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur