Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yara
Yara

Yara

Kadri Öztopçu

Daha önce iki öykü kitabını yayımladığımız Kadri Öztopçu’dan bu kez bir roman. Yara, sert, acımasız bir çocukluk öyküsünü anlatıyor. Romanın anlatıcısı, alabildiğine renkli bir…

Daha önce iki öykü kitabını yayımladığımız Kadri Öztopçu’dan bu kez bir roman. Yara, sert, acımasız bir çocukluk öyküsünü anlatıyor. Romanın anlatıcısı, alabildiğine renkli bir babanın, bir tombalacının oğludur. Baba, mahalle kahvelerinin vazgeçilmez simasıdır. Başı bir türlü beladan kurtulmayan, sürekli “içeri” girip çıkan tombalacının öldürülmesiyle birlikte, oğlun yaşamında da ağır, çocuk ruhuyla altından kalkamayacağı bir dönem başlar. Kadri Öztopçu, Yarada anlattığı çevrenin insanlarının tüm hallerine vakıf; onları usta bir ressamın inceliğiyle çiziyor, psikolojik portrelerini, mahalle aralarının jargonuyla bütünleşmiş dillerini tüm gerçekliğiyle gözlemliyor. Sonunda, okurunu yakıcı bir ikilemle baş başa bırakıyor. Nitelikli edebiyat okurlarının büyük beğeniyle okuyacağı, “fazladan” tek bir cümle barındırmayan, iyi çalışılmış, şiirsel, hüzünle yoğrulmuş, izi kolay silinmeyecek bir anlatı, Yara.

CEZA

Sorulmaktan kelimeleri yorgun düşmüş, harfleri lime lime olmuş sorulardır bunlar; yıllardır yine de sorarım: İnsan neden yaşar, derim kendi kendime. Ceza mıdır? Dipsiz, çıkışsız bir kör kuyu mudur hayat? Kapı anahtarı kayıp, penceresi yok bir hücre midir yoksa, esrarlı karanlığında soluksuz kalınan? Başka bir hayat var mıdır, derim sonra, benim bilmediğim. Hiç yaşamadığım. Belki başka bir dünyada. Başka bir zamanda. İmrenilesi bir hayat var mıdır? Sorarım. Bir yandan da şunu: Böyle düşünmek Tanrı’ya karşı işlenmiş bir suç mudur – varsa eğer? Varsa eğer her şeye gücü yeten şefkatli bir Tanrı, adil bir Tanrı varsa eğer –ki inancımı kaybedeli çok uzun zaman oldu– hâlâ neden yaşıyorum ben? Üstelik sırtımda bir tabutla, kavak ağacından. Yıllardır kanayan bir tabutla. Bir çocuk tabutla, gözleri bir çift şaşkınlık. Gözleri iki uzun dehliz; dönüp dolaşıp kendi karanlık, dolambaçlı yollarında; yorgun düşüp sonunda bana çıkan… Çıkınca, sözgelimi ıssız, tekinsiz bir sokakta sırtlamış yürürken onu, kapağını tıklatıp bazen, “Nasılsın?” diyorum, utanç ve şefkatle. Nasıl olduğunu bile bile: “Nasılsın?”

Ne iyiyim ne kötü. Hiçbir şey demiyor, susuyor. Yıllardır kahredici bir suskunluktan ibaret; binde bir, bir çift laf etse de. Bazen de, sözgelimi bir lunaparkın ışıklı cümbüşünde gezinirken; bir dönme dolapta çığlık çığlığa dönerken; Alis’in Etekleri’nde yükselip alçalırken birlikte, kaygısız onlarca çocuk kahkahası, bağırış çığırışı arasında; ya da kuytu bir meyhanede körkütük sarhoşken; ne bileyim, bir mezarlığın hayatla ölümü ayıran duvarı boyunca ürkek adımlarla yürürken; bir mezbeleliğin içinden geçerken yolumuz; eğilip budak deliğine, neden yaşadığımı soruyorum ona, fısıltıyla. Hâlâ, neden? Yanıtlamıyor elbette. Gözyaşı inceliğinde bir kan sızıyor yıllar içinde oluşmuş çatlaklarından; ellerime bulaşıyor; avuç içlerimi ve parmak uçlarımı yakıyor.

Canın yandı mı?
Kim soruyor bunu? Hangimiz? 

Yağmur yağıyor. Şimşek çakıyor. Yıldırım düşüyor uzaklara – denizin üstünde, ufukta, gözlerimi kör eden bir çelik parıltısı… Alıp götürüyorlar beni, çok eskilere… Ve ben orada, yön duygusunu yitirmiş bir sıçan gibi dolaştığım anıların o karanlık dehlizinde, gök gürültüsü kulaklarımı sağırlaştırır, bileğimde gezinen korkak bir usturanın lanet şavkı cesaretimi köreltirken, “Ne uzun bir yolculukmuş hayat,” diyorum, kendi kendime. “Ne çileli, ne uzun… Lanetli bir yolculuk… Bitmek bilmiyor.” Kimse bilmiyor

TABUT

Kimse bilmese de, belleğimin derinliklerinde amansız bir ur gibi duran, her hatırlayışımda içimi çaresiz bir kederin, derin bir pişmanlığın doldurduğu o çok uzak, sisli ve uğursuz geçmişte, Tabut, yeniden, apansız beliriyor, derme çatma bir evin bahçesinde, eller üstünde. Ağıtlar eşliğinde çıkarak evden. Yüzünde bir şaşkınlık ifadesi. Bakışlarında sitem. Korku karanlığı, umutsuzluk… İnsanlar ağlaşıyor ve o, eller üstünde yine, gözyaşları arasında çıkıyor bahçe kapısından da. Zorlanıyor çıkarken. Ayakları geri geri gidiyor. Direniyor sanki. Bırakın beni, diyor yalvaran bir sesle, kimseler duymasa da ben duyuyorum. Oyunlar, haylazlıklar beni bekliyor, diyor. Işıklı cümbüşü lunaparkların. Kaçak girilen sinemaların büyüsü. Deniz bekliyor don paça yüzmeye. Okumaya kitaplar, yazmaya kâğıtlar, kurmaya düşler bekliyor beni. Âşık olmaya kızlar… Büyümeye yıllar bekliyor; etmeyin, eylemeyin… Aldıran yok. Başı kapının kırık dökük pervazına çarpıyor, sarsılıyor. Belli belirsiz bir inilti, canı acımış gibi.

Kimse duymuyor.
Kalabalık dalgalanıyor.
Ne içeri ne dışarı.
Palabıyık, “Durun,” diyor, “bana bırakın, hele çıkaralım kapıdan…”
“Gitmek istemiyor yavrucak,” diyor bir kadın, iki hıçkırık arasında. “Allahım…”

Dalları bahçe kapısına eğilmiş incir ağacında kalıyor olmalı aklı Tabut’un; ağzı sulanıyor. Tabut ki inciri sever. En çok sevdiği meyvedir hayatta, belki bin kez demiştir bunu. Bir bir toplar onları olgunlaştıklarında; bonkördür de, herkesle paylaşır. En çok da benimle. Ellerimiz, ağızlarımız, yüzlerimiz ballanır, yapış yapış olur. “Oğlum,” der, “yedin mi böylesini?” “Yemedim.” Bir tane daha koparır daldan, uzatır. En olgunudur. “Ulan,” derim, “amma çok yedik gene.” Ağzı dolu dolu güler. Kahkahası yeri göğü çınlatır. O çınlamayla, ta fenerin oradan martılar havalanır, gökyüzü martıya keser. Beyaz bir bulut gibi geçerler üstümüzden, gölgelerini bahçeye bırakıp. Çığlıklarını. Denizin kokusunu da, gagalarında taşıdıkları. Bırakarak üstümüze başımıza, giderler. “İster misin,” der, Tabut, o gölgenin serinliğinde, “kusalım gene, geçen seferki gibi.”

“İsterim.”
Bir kahkaha tufanı daha.
Yeni bir martı sürüsü.
Çığlıklar…

Peşinde kadınlar var Tabut’un, acılı çığlıklar atan. Kederleri titreyen ellerine yansımış adamlar, anlamlandıramadıkları bir törenin parçası olmaktan bezgin, ağlamalı mı eğlenmeli mi bilemeyen, hüzünleri sessizliklerinde saklı çocuklar… Bir saygı duruşu gibi duvarlar var; acıdan, isten, yılların tozundan toprağından kararmış. Gözyaşlarını yağmur damlalarının arasına saklamış kapalı pencereler, kapılar… Yaprakları kederden mi korkudan mı bilinmez tir tir titreyen ağaçlar var sonra; sonra, pencere önlerinde boyunlarını bükmüş solgun sardunyalar, menekşeler; kendi kokularından başları dönmüş, sararmış fesleğenler; pencereden pencereye gerilmiş iplere asılı tokaç yorgunu çamaşırlar var, yağmurun altında unutulmuş, yeniden sırılsıklam. Yürekleri bakışlarında atan kuşlar var elbet; saçaklarda, dallarındaki yaprak duldalarında ağaçların. Sonra o ağaçlar var, gövdelerinde bıçak yarası kalpler, isimler; çaresiz, gizli aşklar…

Yağmur suları var; oluklardan, çatılardan, kaldırım kenarlarından ağlamaklı bir şırıltıyla akan. Deniz var; martısıyla, kokusuyla gelmiş. (Denizin o kokusu ki, içimize çekmekle neşelenmişizdir hep, kıyısında, dalgalara bakarak. Bize sonsuzmuş gibi gelen masmavi ufkuna suyun dalıp gitmiş, nice düşler kurmuşuzdur birlikte. Yelken açmışızdır o düşlerde, tuhaf gemilere binip çok uzak adalara, sisli kıyılarına bilinmedik kıtaların. Batık ülkelere, derin deniz diplerindeki. Korsanlarla savaşmışızdır, defineler uğruna nice kelleler alıp.)

Sonra, lunaparkın, sadece kendisinin bildiği kelimelerle konuşan delisi var bir de, aklını yıllar önce, bilinmez neden, Alis’in Etekleri’nde terk etmiş; kendi ekseninde dönüp duran… Ben yokum. Ben o sırada, sokağın alt başındaki sahipsiz, yıkıntı evin kapı boşluğuna sığınmış, içimde tuhaf bir sıkıntıyla, gitgide kararan bir korkuyla duruyorum. O korku ve sıkıntıyla daralıyor içim; içime sığmıyor; soluğum tıkanıyor; alnım, avuçlarım, boynum… hatta bütün gövdem ateşler içinde yanıyor; o melun ağrı birazdan saplanacak bacaklarıma, hissediyorum ve sonra birden burnum kanamaya başlıyor. Mendilime davranıyorum. Bembeyaz bir mendil bu, babaannemin bayram sabahlarında elini öpünce verdiklerinden; bir köşesinde çarpık çurpuk, okunaksız da olsa adımın ve soyadımın baş harfleri işli  elceğiziyle işlemiş ihtiyar, tavandan sarkan tozlu bir ampulün loş ışığında. Gözleri yanıp sulanarak. Burnuma değer değmez mendil kıpkırmızı oluyor; adımın, soyadımın baş harfleri de; sonra bütün harfleri; sonra beni ben yapan her bir sözcüğün harfleri; her işaret, her bakış; sonra bütün dokunuşlar, bütün susuşlar; sonra sevinçler, kederler, umutlar, düşler, ağlayışlar, kahkahalar, oyunlar… Mendil kandan sırılsıklam. Öyle ki, sıksam belki koca bir sürahi dolusu kan akacak. Kanımın aka aka tükenmesinden korkuyorum. Tükenirse ne olur, diye düşünüyorum, ölür müyüm? Ben de bir tabuta mı dönüşürüm böylece, kanayan? Kavak ağacından, açık sarı? Budak deliğini kendi gözüm belleyip olan biteni anlayamadan, şaşkınlık, keder ve korkuyla izlediğim? Sorsam, bunu en iyi Tabut bilir – soramam ama. O kadar uzak ki. O kadar uzağız ki birbirimizden. Aramızdan hayat, aramızdan ölüm, aramızdan derin ve geniş ve kanlı bir ırmak akıyor. Şimşekler çakıyor, gözlerimizi kör eden. Aramıza yıldırımlar düşüyor ardı ardına. Gök gürültüleri bastırıyor sözlerimizi. Burnumu havaya dikip bekliyorum. Yüzüm ıslanıyor yağmurdan.

Sonra birden, yıkıntı evin karanlık bodrumundaki sarnıçtan tuhaf sesler gelmeye başlıyor. Boğuk bu sesler sanki adımı sesleniyor, çağırıyor beni, sorular soruyor bir yılan fısıltısıyla, durup dinlenmeden. Bir suç ortağının, yoksa bir tanığın fısıltıları mı bunlar? Ürperiyorum. O ürpertiyle eğiliyorum içine. Daha dün zorlukla kaldırdığım ağır, paslı kapağının altındaki karanlık, kirli suyunda sarnıcın, yüzümü görüyorum yeniden. Korkuyla, dehşetle açılmış gözlerimi. Bu sen misin, der gibi bakıyorlar bana. Ellerime sonra, ellerimin çaresizce titreyişine. Kendi gözlerimin pis kokulu, leş bir suyun içinden bana bakması, üstelik bunu bir yabancıya, yabancı da değil, bir düşmana bakar gibi yapması ürkütüyor beni; içimi bulandırıyor; yasla dolduruyor bir yandan da. Bu yas, her biri birer keder kuyusu olmuş gözlerimden akmaya başlıyor sonra; ilkin yakıcı damlacıklar halinde, ardından bir sele dönüşerek. Sel, uğultuyla kabarıp köpürüyor. Sarnıç hızla doluyor; yükseliyor su; bir yandan da girdaplar oluşuyor içinde. Beni yutmaya, sarnıcın ta dibine, oradan kim bilir nereye, nerelere savurup atmak istiyor; bense, çıldırmış gibi ellerimi yıkıyorum durmadan o karanlık, kirli suda ve…

Bu belki yüz yıllık sarnıç, giderek kapkara, fırtınalı bir denize benziyordu, göğünde şimşekler çakan. Daha önce hiç görmediğim iri denizkuşları, çakan şimşekleri gagalarında taşıyarak dalgaların kan rengi köpüklerine acı bir ölüm haberi gibi bırakıyor; sonra, çığlıklarla yükseliyorlardı, binbir güçlükle. Kanatlarında ağırlığını duyumsayarak pişmanlığın. Pişmanlık ki, ne denli iri olsa da çünkü bir kuşun ka­natlarının yüklenemeyeceği bir şeydir. Bir külçe. Ezip geçen bir silindir. Bir ateş topudur pişmanlık, kül eden. Kulakların dayanamayacağı bir uğultu. Sabit kalemle yazılmış yazgıdır – kara bir yazgı, silinemeyen. Kanatları bundan kırılarak birer birer kuşların; kavrularak; karanlığında göğün onlar da birer ateş topuna dönüşüyordu ve uzattığım ellerimi yakarak sonra… Tabut, cami yönüne sapıyor eller üstünde. Küçücük bir tabut bu; söylemiş miydim; yeşil çuha kaplı; başucuna topluiğneyle iliştirilmiş bir kâğıtta adı yazılı – ıslandığından okunmuyor. İçimi acıtıyor bu; adsızlığın ona yakışmadığını düşünüyorum; adını haykırmak istiyorum peşi sıra; boşuna. Sanki bir el ağzımı sımsıkı kapıyor. Boğazımı sıkıyor. Başımı çelik bir cendereyle sıkıştırıyor, acımasızca. O denli hafif, o denli çelimsiz ki Tabut, tek ellerinin parmak uçlarıyla taşıyor adamlar; bir kadın kahredici çığlıklar atıyor ve başka kadınlar da var, teselli ediyorlar onu ve kadın, “Allahı’ndan bulsun,” diyor, “Allahı’ndan bulsun, Allah’ından bulsun, Allah’ından…” Ötekiler derin bir suskunlukla onaylıyor bu ilenişi.

Bakışlarından anlıyorum: Allahı’ndan bulsun, diyorlar, her kimse. Allahı’ndan bulmak nasıl bir şey, bilmiyorum. Allah nasıl bir şey, onu da. Şefkatli mi söylendiği gibi, yoksa acımasız mı? Taş ediyor mu insanı gerçekten, çok kızarsa? Yüz, belki binyıllarca yakıyor mu Cehennemi’nde? Cehennem var mı? Nerede? Allah gerçekten bağışlayıcı mı aynı zamanda? Bağışlıyor mu? Nasıl? Ne zaman? Ne dilersek veriyor mu Allah, babaannemin dediği gibi? İstesem iki gün öncesine… ya da daha iyisi, altı ay, bir yıl önceye sözgelimi, döndürebilir mi her şeyi? Zamanı, hayatı? Sonra olanlar olmamış gibi? Dilersem, yalvarıp? Yalvarıyor Tabut, direniyor, gitmek istemiyor.

Belki gideceği yerin neresi olduğunu, nasıl olduğunu bilmediğinden, belki buralara, bu bir zamanlar köşe bucak, kahkahalar, çığlıklar atarak birlikte koşturduğumuz sokaklara, evlere, Palabıyık’ın çayına, Ahmet Amca’nın turşu suyuna, kütür kütür hıyar turşularına, Neriman Teyze’ nin, gönlünden koparsa eğer, yanağına kondurulacak bir öpücüğe fit, para bile almadan verdiği kıpkırmızı elma şekerlerine, fenerin oradaki martılara, Oltacı Kâzım’ın palavralarına, o palavralarını sıkarken çaktırmadan yürüttüğümüz oltalarına, ara sıra da olsa bir yolunu bulup girdiğimiz lunaparkın şamatasına, oyunlara, haylazlıklara, duvarına gizlice tünediğimiz yazlık sinemaya… hiçbirine doyamadığından; daha şimdiden yüreğinde hepsine derin bir özlemin ateşi tutuştuğundan; geri dönmek, silkinip ölümün derin, uğursuz uykusundan uyanmak, Bir rüya gördüm, görsen inanmazsın, boktan bi’şeydi, korkunç bi’şey, gel hadi gidip kör kuyuya anlatalım da körelsin, gerçek olmasın, demek istiyor. Bahçedeki kör kuyuyu da özlüyor böylece, eğilip içine birlikte seslendiğimiz: Kim var orada? Kimse yok. Seslerimiz kendini yanıtlıyor boğuk bir yankıyla. Gülüşmelerimiz, sövgülerimiz, sırlarımız… Demek biz varız. Kör kuyuda. Karanlığında kuyunun. Rivayet o ki, göremediğimiz dibinden ta Yedikule’nin surlarına, o surların da dibindeki korkutucu zindanlara giden dehlizlerinde… Biz varız. Gidip seslensem şimdi, onun sesi de yankılanır mı gene? Kim var orada?

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıYara
  • Sayfa Sayısı104
  • YazarKadri Öztopçu
  • ISBN9789750719059
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2013

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kimsenin Bilmediği İnsanlar ~ Kadri ÖztopçuKimsenin Bilmediği İnsanlar

    Kimsenin Bilmediği İnsanlar

    Kadri Öztopçu

    Gözlerimizi kimsenin gelmeyeceğini bildiğimiz alacakaranlık yola dikmiş bekliyoruz. Akşam. Güneşin hükmü artık hiçbir yerde geçmiyor. Gölgeler uzun ve koyu. Kuytular gitgide daha serin. Acıkmış...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. 4 Hane 1 Teslim ~ Eyüp Aygün Tayşir4 Hane 1 Teslim

    4 Hane 1 Teslim

    Eyüp Aygün Tayşir

    Sabri gitgide korkusunu yenip dedesinin kara ve kırışık suratına yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı… Yaklaştıkça görünen arttı. Kurumuş çatlamış toprakları gördü Sabri dedesinin yüzünde. O topraklarda...

  2. Uğultular ~ Gönül KıvılcımUğultular

    Uğultular

    Gönül Kıvılcım

    Yaşadığım büyük utancı bedenimden akıtacak daha keskin bir acı arıyordum. İğnenin battığı yerden sızıyordu ılık kan. Parmağımdan süzülen kan benim kanımdı. Yaşadığım korkular benim...

  3. Kabirde İlk Gece ~ Seyit Ahmet UzunKabirde İlk Gece

    Kabirde İlk Gece

    Seyit Ahmet Uzun

    Ahmet dünya hayatında sadece kitapların satırları arasında okuduğu, varlığına inandığı, ama hiç göremediği kanatlı varlıklarla göz göze geldi. Titriyordu. “Bu bu” diyordu “sadece ölüm...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur