Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yarım Kalan Yürüyüş
Yarım Kalan Yürüyüş

Yarım Kalan Yürüyüş

Mehmet Eroğlu

Milliyetçi Cephe, Uzakdoğu’da bir liman, İzmir’de bir yetimhane, 12 Eylül’de bir darbe… Korkut, Sedat’ı arıyor. Savcı soruyor, birileri anlatıyor. Ferzan büyülüyor. Bıçak yarası. Mırıltılar,…

Milliyetçi Cephe, Uzakdoğu’da bir liman, İzmir’de bir yetimhane, 12 Eylül’de bir darbe… Korkut, Sedat’ı arıyor. Savcı soruyor, birileri anlatıyor. Ferzan büyülüyor. Bıçak yarası. Mırıltılar, uğultular, itiraflar. Herkes çektiği acının kölesi. Kurtulmak, unutmaya çalışmak… Sır yok. Hepimiz insanız… Mehmet Eroğlu, devrimci eylemcilerinin dünyasını anlatmayı sürdürüyor.

Ağır yaralı, hüzünlü, öfkeli, ölmeye hazır, romantik kahramanlarının savaşını ve aşklarını ustalıkla resmediyor. Yine de yapabileceğimiz, kurtarabileceğimiz bir şeyler olmalı.

Yarım Kalan Yürüyüş, hayatın başka türlü aktığı bir koyuluğun romanı. Yirminci yüzyıl kurtarıcılara, şövalyelere muhtaç değil mi? “On sekiz yaşındayım ve kendimi küçümsüyorum. Hâlâ varoluşumu anlamlı kılacak, yaşamımı biyolojik bir zorunluluk olmaktan kurtaracak bir açıklama bulabilmiş değilim. Hayatın sırrı nedir?… Açıklamayı soruların ardında aramaktan bıktım.”

Birinci Bölüm 

– 1 – 

Ilıca, 21 Temmuz 1983

Sürekli bir eksiklik duygusu, zaman zaman akla gelen, uysal bir diş ağrısına benzeyen acı: Unutmak buydu. Genişliği, vücudunun boyutlarını küçülten, başını boşlukta uçuyormuşçasına döndüren rahatsız edici bir duygu gibi algılıyordu. Şaşkın bir sesle güldü. Belki de alışamadığı, adımlarını, gözlerini engellemeyen sınırsızlıktan çok genişlik düşüncesinin sürekliliğiydi. Sigarayı dudaklarına yerleştirdi. “Onu bulmalısın…” Kulaklarındaki uğultunun arasında seçebildiği yalnızca bu sözcükler oldu. Uzun ve bıktırıcı bir çabayla yatıştırmaya çalıştığı panik, çevresinde genişleyerek büyüyen o duyguyla birlikte yeniden, tıpkı bastırmayı başaramadığı bir soluk gibi göğsünü zorluyordu. Kibriti yaktı. Çevresindeki nesneler pusudaki düşman gibi üzerine çullanmaya hazırdı; yalnızca karanlık, son altı yıldır bir alışkanlık gibi hep birlikte olduğu loşluk dosttu ona. Elini yakan kibriti yere atıp, önündeki geniş, sessiz asfalt yolu süzdü. Şehrin merkezini dolduran kalabalık, anlaşılmayan bir düzen içinde sağa sola hareket eden arabalar, uzaktaki bir pompa sesini andıran gürültü, denize paralel olarak uzanan yolu izleyerek sürdürdüğü yürüyüş boyunca birer birer ortadan kaybolmuştu.

Şehrin bu bölgesi aşağıdaki yaz akşamının gürültüsünden uzaktı. Ortalığa hâkim olan sükûnet sanki geniş bahçelerin içinde, ağaçların arasında gizlenmiş villalar için tanınmış ayrıcalıklardan biriydi; bahçeleri yoldan ayıran ve çeşitli süs bitkileriyle örtülmüş duvarlar da sessizliğin keskinleştirip belirginleştirdiği bu ayrıcalığın koruyucu kanatları gibi duruyorlardı. “Onu bulmalıyım…” Mırıltıya dönüşen düşünce, sessizliği dalgalandırdı. Nefesini tutup geceyi dinledi.

Dudaklarının arasında tutamadığı sözcükler az ilerideki bahçede kayboluyordu. Sigarayı yere atıp duvarın dibine, sokak lambasından dökülen ışığın erişemediği karanlığa sığındı. Eli! Elini cebine götürdü. Garipti; avuçları az sonra tehlikeyle karşılaşacakmış gibi terlemişti. Yeniden güldü. Karanlık bu kez sesini içine çekip öğüttü. Sol elini cebinden çıkarıp, duvara dokundu: Taş geceden daha sıcak, ama daha güven vericiydi. Bir süre çevreyi dinledi: Yol boyunca duvarların arkasından duyduğu havlamalar kaybolmuştu.

Düşüncelerini geriye bırakıp suç ortağından ayrılır gibi duvardan uzaklaşarak yola doğru yürüdü. Oteldeki yaşlı adam yanılmamışsa gelmişti; Sedat’ın evi bu bahçelerden birinin içindeydi. Yaşlı adam yanılmamıştı; az sonra önünde durduğu ışıklı kapıdaki numara onu doğruluyordu. Avucundaki buruşuk, nemli kâğıdı cebine yerleştirdi. Girişteki kulübe boştu. Bahçeye girmeden gözleriyle çevreyi araştırdı. Ortalıkta bekçiye benzer kimse yoktu; on, on beş metre ilerideki geniş yapının alt katındaki ışıklar da açıktı. Birkaç adım atıp durdu. Yine o tedirgin edici, avuçlarını terleten duyguyla ürpermişti: Işıklar ulaşamayacağı, yürüyemeyeceği kadar uzaktı. Eli, göğüs cebindeki pakete uzandı. Sigara! Evet, yardımını isteyebileceği tek şey sigaraydı. Sigarayı oyalanarak yaktı. İri karo mozaikle kaplanmış yol ileride sağa dönüyor ve binanın arkasında kayboluyordu.

Avuçlarını yokladı. Ter durmamıştı. Gözlerini zorlayarak kapadı. Faydasızdı; Sedat’ın yüzü katı, düşüncelerinin erişemeyeceği kadar kalın bir karanlığın ardında kalmıştı. Kirpiklerini Sedat’ın yüzü değil, tiz, binlerce kez duyduğu o ses araladı. Sigarayı dudaklarından alıp öne doğru eğildi. Yanılmış mıydı? Omuzlarını garip bir hareketle silkerek binanın geniş cephesini bölen pencerelere doğru yürüdü. Müzik! Gece birden sessizliği yitirdi: Binanın arka tarafından neşeli bir melodi yükseliyordu. Bir süre sessizliğin sınırında bekleyip yeniden ortalığı dinledi. Yanılmamıştı; müziğe karışan ince çığlıklar salondan geliyordu. Pencere açıktı; daha iyi duymak için tül perdeyi araladı.

İçerisi güçlü bir ışıkla aydınlatılmıştı. Şaşırmış gibi perdeyi bırakarak geri çekildi. O ses; ona hep karanlığı hatırlatan ses: Loş laboratuvar, kirli, koyu zemin, zehirli gaz tüplerinin durduğu köşe ve… Düşünceleri acıyla kesildi. Sonra, “ve kafesler,” diye mırıldandı. Görüntüler hâlâ çok belirgin, gözlerine batan bir bıçak kadar keskindi: Güneşi özlemiş tiz çığlıklar, durmadan çalışan gaz pompaları, telaşla koşuşan Sedat ve Hasan; sarı, karanlığı yakan alevler… Garip bir önseziyle durup, bakışlarını yere indirdi. Ayaklarının dibinde nefis bir tazı vardı. Gülümseyerek alçak sesle ıslık çaldı, sonra elini içeriye girecekmiş gibi pencereye uzattı…

– 2 –

Ferzan Bağcı’nın ifadesi:

“Elini, içeriye girmek istiyormuş gibi pencereye uzatmıştı. Vücudu, ışıklı pencerenin önünde aşağıdan yukarıya doğru kalınlaşan bir ünlem işaretini andırıyordu. Çok uzun değildi; hayır, değildi, ancak gövdesi omuzlarına doğru birden genişliyor, vücudunun esnekliğine uymayan kalın ve güçlü kolları, iri düğümleri hatırlatan omuzlarıyla birleşerek boyunu olduğundan daha kısa gösteriyordu. Başı garipti; siluetinin güçlü hatlarının yanında, vücuduna sonradan eklenmiş küçük bir küreye benziyordu… “Onu ilk kez 21 Temmuz akşamı orada, böyle gördüm. Tarih konusunda eminim. O akşam doğum günümü kutluyorduk; bahçede tek başıma otururken birdenbire karanlığın içinden çıktı. Sonraları, ne zaman o anı hatırlasam onun karanlıktan doğduğunu, aniden var olduğunu düşündüm… Sözlerim size garip mi geliyor? Ama siz onu hiç ayakta ve karanlığın içinde görmediniz; öyleyse ne dediğimi anlayamazsınız. Onun kadar karanlığa uyan, karanlığı tamamlayan başka canlı görmedim…

“Size ne anlatırlarsa anlatsınlar, inanmayın. Hiçbiri onu sevmedi. Ben? Evet, ben sevdim. Hem de onu yalnızca dört kez görmeme rağmen. Beşinci kez gördüğümde… Evet, devam edebilirim, siz ağlamama aldırmayın. Sorun neydi, biliyor musunuz? Onu hep kendi değer ölçülerimizle tartmaya kalktık. O bizim gündelik yaşantımıza sığamazdı, sığmadı da. Siz hiç, elinin bir dokunuşuyla görünmeyenin ötesini gözlerinizin önüne seren birine rastladınız mı? İşte o, öyle biriydi. Kollarındayken gözlerim açık olarak rüya gördüm. Anlattıklarıyla dünyayı dolaştım; gözlerimi kapayınca onun karanlığına karıştım. Ne istese yapardım; ama benden hiçbir şey istemedi. Beni neden beğendi, bilmiyorum; belki güldüğüm için. Gülmeyi önemsiyordu; nedenini bilmiyorum. Çok konuşmazdı. Bir keresinde, ‘Beni anlamaya çalışma,’ dediğini hatırlıyorum. Ama onu dinlemedim, anlamaya çalıştım.”

“Başardınız mı?”
“Hayır. Onu kimse anlayamaz. O, dışarıdaki arkadaşının da
dediği gibi, olağanüstü biriydi.”
“Arkadaşı mı? Hangi arkadaşı?”
“Adını bilmiyorum, dışarıda oturuyor. Konuşması bir garip
olanın yanında oturan… Teyp açık mı? Söylediklerimi banda
mı alıyorsunuz?”
“Evet. Siz yine o geceyi anlatın. Ama lütfen, elden geldiğince
düşüncelerinizi katmadan.”
“Peki… Bankta oturuyordum ve o anda her şey susmuş, sanki her şey ölmüştü. Evet, o gece karanlıkta canlı olan tek şey oydu. Bir ara onu gözden kaybettim. Yine de orada olduğundan emindim; onu hissediyorum. Titremeye başladım. Vücudumdaki bütün hücreler parçalanıyordu. Sonra tekrar gördüm onu. Hâlâ pencerenin önündeydi. Birden Tekir’i, Tekir köpeğimin adıdır, onu hatırladım. Ayaklarımın dibindeydi, ama havlamıyordu. Bir, iki, belki de on dakika öyle kaldık. Neden sonra Tekir yerinden kalkıp ona yaklaştı. Titriyordum. Yine havlamadı, birden yere yatıp hareketsiz kaldı. Ölmüş gibi. Garip mi? Tabii çok garip. Hayatımda bundan daha şaşırtıcı bir şey görmedim. Çığlık attım, ama sesim çıkmadı. Vücudumu sarsan dalgalar sanki onun gövdesinden çıkıyor, çevredeki her şeyi titretiyordu. Tekrar bağırdım, yine sesim çıkmadı…”

“Ferzan Hanım…”
“Efendim?”
“Şu sigarayı alın… Biraz sakinleşin.”
“Titriyorum, değil mi?”
“Evet… Tamam. Su da ister misiniz? Alın.”
“Teşekkür ederim.”
“Şimdi yine anlatın. Ama kendinizi yormadan. Eğer arzu
ederseniz ifadenizi daha sonra da alabiliriz.”
“Hayır!.. Özür dilerim. Bağırmak istememiştim. Sinirlerim,
sinirlerim öyle bozuk ki…”
“Önemi yok. Demek devam etmek istiyorsunuz. Peki, sizi
dinliyoruz.”

“Pencerenin önünden ayrılmadı. Sanki içeride onu çeken bir şey vardı. Sonra Tekir’i gördü ve elini uzattı. Zavallı köpek! O dokunur dokunmaz inleyerek yattığı yerden fırladı ve yok oldu. İşte o anda onu yeniden kaybettim, belki de görünmez oldu. Ya da karanlığa karıştı. Hayır, saçmaladığımı düşünmeyin. İstese bunu yapabilirdi. İnanın bana, karanlığa katılıp yok olabilirdi.” “O akşam içki içmiş miydiniz?” “Biraz içmiştim. Ama anlattıklarıma inanmamakla hata ediyorsunuz. Hiçbir şeyi abartmıyorum. Onu tekrar gördüğümde kasları, avının yerini bulmak için bekleyen bir vahşi hayvan gibi gerilmişti. Sonra garip bir sesle gülüp, omuzlarını havaya kaldırdı. Sonunda dudaklarımı kıpırdatmayı başararak bağırdım:

“‘İçeriye mi gireceksiniz?’ “Beni duyduğundan emindim, ama hemen bakmadı; bir süre daha içerisini seyretti. Sonra döndü; hareketleri insanı şaşırtacak kadar yumuşak ve sakindi. Kaslarındaki o güç, yerini esnekliğe bırakmış, omuzları sönen bir balon gibi küçülmüştü. Hayatımda kaslarına böylesine hükmeden, gücünü böylesine değiştirebilen bir vücut görmedim. Metin! Onu birazdan tanıyacaksınız, dışarıda bekliyor; evet, o da güçlüdür. Ama onun kaslarında yalnızca güç vardır. Rahatsız edici bir tehdide benzeyen, insanda tiksinti uyandıran bir güç. Oysa o! O, güçlü olduğu kadar da yumuşak olabilirdi.” “Sonra ne oldu, Ferzan Hanım?” “Sonra? Evet, bir süre hiçbir ayrıntıyı atlamadan karanlığı süzdü. Çiçek tarhlarının önündeki bankta, gölgelerin içindeydim; beni görmesi mümkün değildi, ama beni görüyordu; emindim. Elini perdeden çekti. Yeniden sordum:

“‘Hırsız mısınız?’
“Bu kez cevap verdi:
“‘Hayır.’
“Sesi derinden, çok öteden geliyordu, ama güven vericiydi;
size garip gelecek, ama çekingenliğin, telaşın izi de yoktu. Hâlâ
o pencereyle ilgiliymiş gibi dalgındı. Yüzünü bana doğru çevirdi. Yapabileceğim tek şey vardı: Konuşmak.
“‘Öyleyse orada, pencerenin önünde ne yapıyordunuz?’
“‘Kanaryalar,’ dedi hiç beklemeden. ‘Ötüşlerini dinliyordum.’
“Kanaryaları dinleyen biri! Düşünün, yalnızca kanaryaları
dinliyormuş. İnandım mı? Evet, sözlerinden şüphe etmek aklımdan bile geçmedi. Korkum ve tedirginliğim o sözcüklerle
dağılıp gitti.
“‘Ne dediklerini anlayabildiniz mi?’ diye sordum.“Pencerenin önünden ayrılıp banka doğru yürüdü. Yüzünü göremiyordum, ama vücudu genç olduğunu ele veriyordu. O hali şimdi bile gözlerimin önünde: Yürürken omuzları dengesini bozuyormuş gibi hafifçe sallanıyor, yere, yokuş aşağıya iniyormuşçasına sert adımlarla basıyordu. “Yanıma gelince durdu. “Ona o anda âşık oldum. Yüzü, bir parçası olduğu karanlığın içindeydi; gözlerindeki garip, parlak yansımanın dışında orada olduğunu belli eden hiçbir şey yoktu. Artık korkmuyordum, ama titremem sürüyordu.

Bana istediğini yapabilirdi. Bilmiyorum, kendinizi hiç öyle çaresiz, teslim olmuş hissettiniz mi? Babam sonraları, ‘onun gibi birisinden korunmak için ya âşık olmak ya da ondan nefret etmek gerekir,’ demişti. Haklıydı; karşısına çıkan bütün kadınlar, ona âşık oldular. Erkekler! Çoğu nefret etti, yalnızca babam, evet yalnızca babam olduğu gibi kabul etti onu.” “Ferzan Hanım, lütfen, olayları anlatmaya çalışın. Bakın, daha dışarıda başka tanıklar da var. Hepsinin tek tek ifadesini alacağız.”

“Anlıyorum, kusura bakmayın, Savcı Bey. Ama… Neyse, nerede kalmıştım?”
“Bankta, yanınıza gelmişti.”
“Evet. Elimi uzatıp oturmasını işaret ettim. Ama oturmadı. ‘Kanaryaların dilinden anlayan birisiyle ilk kez karşılaşıyorum,’ dedim.
“‘Mutsuzlar,’ diye karşılık verdi. Sesi ciddiydi. ‘Sanırım korkmuşlar.’
“Biliyor musunuz, ben o sözleri sırf gerginliği dağıtmak, sessizlikten kurtulmak için söylemiştim. Ama birden gerçekten de
kanaryaların dilinden anladığını düşündüm.”
“Abartıyorsunuz, Ferzan Hanım.”
“Hayır, bence kanaryaların dilinden anlıyordu. Daha sonra,
Aslı’yla konuşunca öğrendim.”
“Peki, Ferzan Hanım, şimdilik bu kadarı yeter. Siz biraz istirahat edin, sonra yine konuşacağız…”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Yürek Sürgünü ~ Mehmet EroğluYürek Sürgünü

    Yürek Sürgünü

    Mehmet Eroğlu

    Dünyanın değişmeyen yanında olmaktan, geleceği güzelleştiren rüyalar görmekten ve vazgeçmemekten mutlu, dakikalardır hasır bir sandalyenin üstünde, sanki kımıldarsa her şeyi yitirecekmiş gibi soluk almadan...

  2. Zamanın Manzarası ~ Mehmet EroğluZamanın Manzarası

    Zamanın Manzarası

    Mehmet Eroğlu

    Acıya dayanacak kadar güçlü olduğumu düşünmüştüm. Garip ama gerçek; aslında acısız yaşayamıyoruz. Çünkü bilgi ve gerçeğin asıl kaynağı olan acı, varlığımızın farkına varmamızı da...

  3. Fay Kırığı – 1 Mehmet ~ Mehmet EroğluFay Kırığı – 1 Mehmet

    Fay Kırığı – 1 Mehmet

    Mehmet Eroğlu

    Hayatın ilk sırrı, bir sırrı olmadığıdır. İkinci sırrıysa, eğer varsa, bu sırrın cevaplarda değil, sorularda olduğudur. Üçüncüsüne gelince: Bir şey yapmak için önce bir...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Mina de Vanghel ~ StendhalMina de Vanghel

    Mina de Vanghel

    Stendhal

    Fransa’da yaşayan eğitimli, varlıklı genç bir Alman kadın olan Mina de Vanghel, evli bir adama âşık olur. Ancak bu aşk oyunu gerçek bir saplantıya...

  2. Rüya Günlüğü ~ Hakan BıçakcıRüya Günlüğü

    Rüya Günlüğü

    Hakan Bıçakcı

    “Fiziksel bir sorununuz var mı Haluk Bey? Ağrı falan?” “Hayır.” “O halde doğru yere geldiniz. Kâbusların çoğu fiziksel ağrılardan, hastalıklardan, özellikle de ateşli hastalıklardan...

  3. Günlük ~ Oğuz AtayGünlük

    Günlük

    Oğuz Atay

    Oğuz Atay’ın edebiyatla ilgili herkes için sürekli merak konusu olmuş günlüğünün bütünü. “Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur