Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yıldız Saati
Yıldız Saati

Yıldız Saati

T. S. Learner

GİZEMLİ BİR HAZİNE, AMANSIZ BİR ÖLÜM ÇEMBERİ VE TANRILARI UYANDIRAN BİR MÜCADELE! Mısır, İskenderiye, 1977 Bir gemi enkazını keşfetmek üzere dalış yapan arkeolog Isabella…

GİZEMLİ BİR HAZİNE, AMANSIZ BİR ÖLÜM ÇEMBERİ VE TANRILARI UYANDIRAN BİR MÜCADELE!

Mısır, İskenderiye, 1977 Bir gemi enkazını keşfetmek üzere dalış yapan arkeolog Isabella Warnock, ilk insanların yaptığı, daha önce benzerine rastlanmayan bir eser bulur; bir yıldız saati. İlk zamanlardan bu yana kralların ve firavunların kaderlerini belirlediği söylenen gizemli, eski bir alet. Fakat bu keşif hayatına mal olur.

Bu paha biçilemez eseri korumaksa kocası Olivera kalır. u hazine için her şeyi yapmaya hazır olan Oliver, tarihî bir sırrı korumak adına kendini kadim zamanlara ait büyücülüğün, efsanelerin, Mısır Uygarlığı araştırmalarının ve gizli komploların içinde bulur. Ortadoğunun geleceğiyse bu ölümcül sırrın kaderine bağlıdır Learner, dünya düzenini kendi çıkarları için alaşağı etmeye çalışanların çirkin oyunlarını gözler önüne seriyor.

Geçmiş yılların Ortadoğu politikalarına da değinen bu roman Jimmy Carter, Enver Sedat ve genç Albay Kaddafinin Libyadaki yönetimi üzerine farklı bakış açıları kazandırırken okuyucuyu durmak bilmeyen bir maceraya davet ediyor.

Gerçek ve kurgunun birleşimi, keyifle çabucak okunan bir macera romanı. – THE SUN

Cüretkar ve oldukça gerçekçi. -TELEGRAPH

Kurgusu muhteşem. Yıldız Saati, sahici karakterleri ve incelikli diliyle son zamanlarda yazılan en iyi kıyamet senaryolarından biri. -Peter Millar, THE TIMES

Learner, Dan Brown ve Robert Harrisin tarzlarının iyi bir karışımı. –READER

***

Troy Davies’in anısına
1959-2007
Kural tanımayan, ilham verici ve duygusal anarşist

Yazarın Notu

Bu eser eğlendirmeyi, heyecanlandırmayı ve merak uyandırmayı hedefleyen hayal ürünü bir romandır ve böyle okunmalıdır. Yaşayan bir insana ya da kuruma yönelik herhangi bir benzerlik tamamen rastlantıdır.

Tarihsel kişiliklerin ve arka planlarının büyük bölümü gerçeklere dayalıdır. Söz gelimi, II. Nektanebo, iktidarının sonunda gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuştur. Ancak, Banafrit kurgusal bir karakterdir. Bilinen en eski makine olan iki bin yıllık Antikitera düzeneği gerçektir, bu nedenle daha eski örneklerinin olabileceği varsayımı mantıklıdır.

Son olarak, yazar Mısırın tarihî eserlerinin ülkeden yasa dışı yollarla çıkartılmasını ve izinsiz aramaları şiddetle kınamaktadır.

Giriş

Şimdi, çöle bakarken Mısır’da geçirdiğim yık anımsıyorum — hayatımın en bekrleyici yılıydı. Kumların cam taneciklerine, yer değiştirirken birbirine çarpan, yuvarlanan ve ufukta görünmez bulutlar yaratan zerrelerin oluşturduğu küreciklere, benzemesine her zaman şaşırmışımdır.

Ve o yıl tanrının gözüne sahip olabilseydim, dünyanın bütün çöllerini kapsayan, aynı anda her yeri görebilen bir bakışım olsaydı, kum fırtınaları dindiğinde kumlarm desenler yarattığını ve desenlerin bir şifre —sizli bir kehanet— oluşturduğunu görürdüm.

***

1

Ebu Rucleys petrol bölgesi, Batı Sina, Mısır, 1977

Uzakta bir toz hortumu ufuk çizgisinde kayarak ilerliyor, yörüngesi tekinsiz bir zekâyla zikzaklar çiziyordu. Bedeviler bu tür fırtınaların gömülmeden, çırılçıplak bırakılan, huzur bulamamış ruhlar olduğuna inanırdı. Bu kötü bir işaret miydi? Petrol işçilerinin böyle düşünebileceği korkusuyla etrafa bakındım, işçiler, tulumları kir ve petrolle kapkara iri yarı adamlar, huşu içinde durmuş, aletleri ellerinde doğa olayını seyrediyordu.

Ebu Rudeys petrol alanmm kuyu başı pompalarıyla petrol kulelerinin bulunduğu bölümünden jeneratör uğultusu, dev bir hayvanın hırlaması gibi kumların üzerinde yuvarlanarak geliyordu. Vinçler beyaz gökyüzünün altında birer bekçiydi. 1967 savaşında İsrail’in eline geçen petrol alanı daha iki yıl önce, Kasım 1975’te Mısır denetimine geri verilmişti ve tanklar hâlâ çevresinde devriye geziyordu. Şu anda bir tanesini görebiliyordum, uzakta ağır ağır ilerliyordu. İsrail sınırının çok uzağında olmayan bölge, patlamaya hazırdı. Mısır Devlet Başkanı Sedat’ın iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik son girişimlerine karşm

hava gergindi, bütün bölge barut fıçısı gibiydi. Ani bir hareket bile —rotasından çıkan bir cip, düşüncesizce bağırış çağırışlar— karşılıklı ateş açılmasını tetikleyecek gibiydi.

Kontrol kulesinin tepesindeki personel, sondaja başlamak için son emri vermemi bekliyordu. Yakında bir cip kapısı açık duruyor, sürücüsü radyosunu ayarlıyordu, hareket ettikçe ceketinin altındaki tabancası kumaşı kabartıyordu. Country ve western müziğiyle şarkıcı Muhammed Abdül Vahab’m melankolik sesi birbirine karışıyor, ağlamaklı Arapça türkü kör edici beyazlıktaki düzlükleri sıcakla birlikte inletiyordu.

“Bay Wamock!” diye bağıran sürücü, cellabiyesinin1 kolunun altından çıkan sahte Rolex saatini işaret etti. Başımı sallayarak onayladım ve yeni sondaj kulesine döndüm. Vinç, kayalık arazide asılı duruyordu; kontrol paneline toplanmış ekip bana bakıyordu, beklentiyle gerilmiş başparmağımı aşağı çevireceğim, sondaja başlama işaretini vereceğim anı gözlüyordu. Yardımcım, Mustafa Sairle göz göze geldik, sırıttı ve başmı salladı.

“Başla” işaretini vermek için elimi kaldırdığım anda müthiş bir patlama oldu. Kendimi yere attım, ardından makineli tüfek ateşi başladı.

Isabella’nın, karımın görüntüsü gözümde canlandı, duştan çıkıyordu, ıslak saçları belinde, gülümsemesi işveli, alaycıydı, onu son görüşümdü bu. Sekiz hafta önceydi.

Başımı dikkatle kaldırıp omzumun üzerinden baktım. Birkaç metre ötede fışkıran petrol alev almıştı, bir ateş sütunu halindeydi. “Patlama!” diye haykırdım, yangının kendi kuyumuza sıçramasmdan korkuyordum. Personel çılgın gibi, elleri ayakları birbirine karışarak aşağı iniyordu. Yakında, paniğe kapılmış bir asker cehenneme doğru koşturuyor, makineli tüfeğiyle anlamsızca havaya ateş ediyordu.

“Bin! Bin!” diye haykırdı sürücü. Can havliyle cipe koştum.

Yolun kenarında kapkara dumanlar yükselirken suskunluk içinde kampa geri döndük. Mustafa arka camdan alev alev petrol kuyusuna baktı, artık uzaklaştıkça küçülen parlak bir kuleye dönüşmüştü.

Mustafa, Budapeşte’de okumuştu ve özel okul aksanlı mükemmel bir İngilizce konuşuyordu ama yöntemli veri çözümlemesinin yanı sıra işçilerle olan rahat arkadaşlığı da beni etkilemişti — siyasal huzursuzluğun yaşandığı bir dönemde değerli bir nitelikti bu. Bu onunla birlikte çalıştığım üçüncü projeydi ve birbirimizin kişiliklerini ve sınırlarını anlamaya dayalı sözsüz bir iletişim geliştirmiştik; çoğunlukla gürültüden konuşulanların duyulmadığı sahada çok gerekliydi bu.

“Onca ayın ölçümleri gitti.” Mustafa’nın ifadesi hüzünlüydü. “Haydi, en azından yanan yeni kule değil. Şirket yangını söndürür ve sondaja birkaç hafta geç başlarız.”

“Birkaç hafta yine de büyük para. Bu ülkem için kötü.” Başkan Nasır 1956’da Mısır petrolünü kamusallaştırdıktan sonra çoğunluğu İtalyan, Yunan ve Fransızlardan oluşan işçilerin yerine yerlilerin geçmesinde ısrar etmişti. Ama Nasır 1970’de ani bir kalp krizi sonucu ölünce yerine geçen Sedat yine açık kapı politikası uygulamasına geçti. Çalıştığım danışmanlık şirketi GeoConsultancy bu politikanın bir parçasıydı. Beni buraya, var olan petrol alanının güneyinde sondaj yapıp daha derin ama denenmemiş bir petrol yatağını geliştirme seçeneğini değerlendiren İskenderiye Petrol Şirketi getirmişti. Bu ortam benim bir parçamdı, ruhumun heyecana susadığı bir yerdi. Araziyi körlerin Braille alfabesini okuduğu gibi okuyordum. Kâhin lakabıyla endüstrinin en iyi jeofizikçisi olarak tanınıyordum, petrol bulma yeteneğimle ün yapmıştım. Ama bu lakap beni huzursuz ediyordu: Sanki gizemli bir yeteneğim olduğunu akıllara getiriyordu. Gerçekte, bilimsel araştırmamda çok titizdim ama başkalarının korktuğu ek riskleri göze almaya hazırdım.

Altı ay sonra, Mustafa’nın yardımıyla sonunda onları yeni alanm risk almaya değeceğine ikna etmiştik.

Patlama sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu ama kalp atışlarım yavaş yavaş düzene giriyordu. Dönüp ufuk çizgisine baktım; alaca karanlık denizi kapkara bir kömüre dönüştürmüştü ve ara sıra dalgalar parlıyordu. Gökyüzü koyu bir turuncuydu; denizdeki sondaj kuleleri ufukta garip bir şekilde çok büyük maskeli terk edilmiş gemiler gibi yükseliyordu, endüstri adalarıydılar. Beni her zaman etkileyen bir görüntüydü. Parmaklarımı kokladım; duman ve yanmış petrol kokuyordu. Patlama bazı şeyleri aklıma getirmişti. Isabella’yı özellikle. Onu son gördüğümde kavga etmiştik ve o günden beri de konuşmamıştık. Kükreyen alevlerden korunmak için kendimi yere attığımda birden artık asla barışma şansımızın olamayacağmı kavramıştım. Onu bir daha göremeyeceğim düşüncesi çok korkunçtu.

Petrol jeologları çoğu zaman tek başmadır, alanda sismik verileri çözümler ya da karot örneklerini inceler. Belirli ölçüde bir kendine yeterlilik geHştirirsin, kendi kanmm uğultusu kafanı o kadar doldurur ki sonunda diğer insanlara karşı sağır olursun. Ama beş yıllık evliliğin ardmdan Isabella’yla kaynaşmıştık. Aynı hayvanlardık, ikimiz de tarihin kendini toprağa gömmesinden, geçmiş uygarlıkların bıraktığı izlerden büyüleniyorduk.

Bir su altı arkeologu olarak Isabella’nın avlanma alanları deniz tabanındaki vadiler ve kayalıklardı. Şimdi, Süveyş Kanalının doğu ucundan geçen kıyı yolunda ilerlerken su altı araştırmasına devam edip etmediğini merak ediyordum, bu konudaki ateşli tartışmamızdan sonra bile. Çok eski bir nesneyi, bir yıldız saatini arıyordu. Bunun, Antikitera Düzeneğinin, 190İ de Rodos açıklarında bulunan, Kleopatra döneminden, hatta daha da eskilerden kalan bir eserin ilk örneği olduğuna inanıyordu. Antikitera Düzeneğinin kendisi de olağan dışıydı: Yapımını izleyen bin yıldan fazla bir süre içinde mekânik olarak ondan daha karmaşık bir şey var olmamıştı. Ancak Isabella Antikitera Düzeneğinin öncülleri olduğuna inanıyordu. Karım alanmda başma buyruktu, birkaç olguya ve bir alanm nerede olabileceğine dair sezgilerine dayanarak keşifler yapmakla ünlüydü. Önsezileri çoğunlukla olağan dışı bir şekilde doğruydu; bu çağdaşlarının cesaretini kıran bir şeydi. Yıldız saatini yıllardır arıyordu ve artık arayışının son aylarında olduğuna inanıyordu. Aramalarını İskenderiye yakınındaki Ebu Ivır Körfeziyle sınırlamıştı, Herakleion’un sulara gömülmüş bir dış mahallesi buradaydı, bin iki yüz yıl önce gerçekleşen bir tsunamiyle yıkılan ve Kleopatra’nın saraymm bulunduğu batık Antirodos Adası na yakındı. Benim tavsiyeme rağmen (ve şiddetli tartışmaların nedeni de buydu) son zamanlarda kaçak dalışlar yapmaya başlamıştı. Isabella’nın saplantısına yeni bir gözü dön-müşlük eklenmişti ve bu beni korkutmaya başlamıştı.

Saha kampına varıp oluklu sacdan yapılmış işçi kulübelerinin önüne park ettiğimizde, şirket ne derse desin ertesi sabah erkenden İskenderiye’ye uçmaya karar vermiştim.

Zamana karşı yarışan alan görevlilerinin çabasma karşın, sekiz saat sonra kuyu hâlâ yanıyordu. Traktörlerin taşıdığı kumlarla kuyunun çevresine yapılan setler yangını sınırlamıştı ama yüz binlerce dolarlık değerli petrol, duman duman yok olmaya devam ediyordu.

“Yangını söndürmek imkânsız, dostum.” Petrol alanının müdürü ve kırk yaşlarında, her zaman neşeli bir adam olan Muhammed yenilgiye uğramış görünüyordu. Geniş, ay şeklindeki suratı lekeli tulumunun yakasının çevresinde şişmiş gibiydi ve is kaplı kaşlarmm altında gözleri ateş püskürüyordu. “Kırk adama, onca malzemeye ve kim bilir kaç galon pahalı köpüğe rağmen piç kurusu hâlâ yanıyor. Artık her an geri kalanı da yanabilir ve o zaman daha büyük bir felaketle karşı karşıya kalacağım. İsraillilere lanet olsun.”

“Bu sabotaj değildi,” dedim. “Şanssızlık ve belki biraz ihmal.”

“İhmal mi! Mevcut malzemeyle elimizden geleni yapıyoruz ama İsrailliler kuyuları mahvettikten sonra hâlâ eskisi gibi olamadık. Bu benim suçum mu?”

“Sanırım dışarıdan yardım aramanın zamanı geldi,” diye önerdim ihtiyatlı bir şekilde.

“Asla! Bizim adamlarımız eninde sonunda yangını kontrol altına alacaktır.”

‘“Eninde sonunda’ çok geç olacak.”

Sesimdeki öfkeyi bastırmaya çalışıyordum. Muhammed görünüşü kurtarmak için makineleri tehlikeye atabilecek yapıdaydı.

Müdür bana ters ters bakarken konuşmamızı dinleyen Mustafa sakince yaklaştı. Onu durdurmadım. İkimiz de müdürün öfkesinin burnunda olduğunu ve genellikle ayrım gözetmeksizin hem hükümeti hem de özel girişimi hedef alan şikayet patlamalarıyla başa çıkabilecek diplomasiyi biliyorduk. Bu tür sinir krizleri şimdiden en iyi üç saha işçimin kovulmasına yol açmıştı.

Mustafa’nın sesi uzlaşmacıydı. “Bay Warnock senin profesyonelliğine hakaret etmek istemedi, Muhammed. Bu büyük bir yangın ve alevleri söndürmek için çevredeki en iyi ekip gerekiyor. 0 sadece belki dışarıdan uzmanlık getirmeyi düşünebilirsin demek istedi.”

Ofisin penceresinden dışarı baktım. Alevlerin üzerinde zehirli görünümlü bir sis dalgalanıyor, arazide kıvrılarak ilerliyor ve yolunun üzerindeki her şeyi kirletiyordu.

“Bili Anderson adında Teksash birinin yönettiği bir yangm söndürme şirketi biliyorum,” dedim. “Ucuz değildir ama tam bu işin adamıdır. Kırk sekiz saat içinde burada olabilir.”

Bili Anderson’la Angola’da tanışmıştım. Bir isyancı lideri ve kendi kendini tayin etmiş petrol kodamanıyla olan beyhude müzakere gerçekleşmeyince, şirketim beni hemen ülkeden çıkartmak için küçük bir uçak kiralamıştı. Bili yakındaki Nijerya’daydı, aynı isyancı liderin sabote ettiği hükümete ait bir petrol kuyusundaki yangmı söndürüyordu ve bölgeyi en fazla benim kadar seviyordu. Yerel uçuş pistinin müdürünü bir sonraki Cessna gelene kadar bizi mahzeninde saklamaya ikna etmiştik. Bir kova, bir kasa viski ve bir deste iskambil kâğıdından başka bir şeyimiz yoktu, ikinci gecenin sonunda felsefe, din ve politika konularında şiddetli bir anlaşmazlığa düşmüştük. Sabah olduğunda, can ciğer dosttuk.

“Kırk sekiz saat! Kırk sekiz saatim yok!” Muhammed öfkeyle masasını yumrukladı.

“Hâlâ otuz sağlam kuyun ve de sadece gitmeyi bekleyen yeni sondaj aletlerin var. Kırk sekiz saatin var.” Anderson’ın telefon numarasmı yazdım. “Bu iş bitene kadar İskenderiye’ye gidiyorum. Yukarıda bunlar olurken olası yeni bir petrol yatağı açamam — çok tehlikeli.”

“Şirket bundan hoşlanmayacak.”

“Bu, dostum, senin sorunun.”

Muhammed içini çekti. “Bir hafta, Oliver, söz veriyorum o zamana kadar yangın sönecek, bütün kuyular petrol pompalayacak ve sen sondajına başlayabileceksin, inşallah.”

“Gerçekten Tanrının izniyle.” Telefon numarasını göğüs cebine tıktım. “Beni nerede bulacağını biliyorsun.”

İskenderiye’ye döndüğümde sabahm beşiydi ve hava hızla bozuyordu. Oturduğumuz şirket villasında telefon yoktu, bu olağan dışı değildi — Mısır’da telefon az bulunan bir şeydi ve çoğu insan postaneye gidip telefon yazdırmak zorunda kalıyordu. Yani Isabella’ya döneceğimi haber verememiştim ve onu şaşırtmaktan kaygılanıyordum. Kendi tehlikeli keşif dalışlarına rağmen Isabella benim kendi mesleğimde karşılaştığım tehlikeleri onaylamıyordu. Ama patlamayla ilgili bir şey bilmiyordu ve ona söylemeye niyetim yoktu. Şimdi bütün istediğim bir ateşkes yapmak ve onu tekrar kollarıma almaktı.

Bavulumu eski sömürge villasına giden taş döşeli arka yolda mümkün olduğunca sessiz taşıdım. Güvenlik görevlisi gece mesaisini yeni bitirmişti ve beni dövme demir arka kapıdan içeri aldı; duvarla çevrili bahçe şimdi palmiye ağaçlarını sallayan fırtınaya karşı bir sığmak oluşturuyordu. Alman kurdu Tinnin ayak seslerimi duyunca havlamaya başladı. Adını mırıldanınca inleyerek yere yattı, kulaklarını başına yapıştırdı.

Anahtarımı çıkartırken dikkatle kahyanm dairesinin penceresine baktım. İbrahim ihtiyatlı, suskun bir adamdı; aynı zamanda uykusu ağırdı. Meşe kapıyı kapattım ve geniş giriş salonuna adım attım. Rüzgâr Fransız pencerelerinin panjurlarmı takırdattıkça eski moda tel kafeslerinin içindeki kanaryalar da çılgın gibi ötüyordu. Hemen pencereleri kapattım ve kuşları sakinleştirmek için koşturdum.

Ev 1920’lerde yapılmıştı ve kübizm ile İslami mimarinin kendine özgü bir bileşimiydi. Villada bir zamanlar İngiliz Bel Oil Şirketi nin temsilcisi oturuyordu, şirket Nasır tarafından kamulaştırılmadan önce bu adı taşıyordu. Bu Mısırın sömürge dönemindeki en gözde görevdi, hoşsohbet, istekli İngiliz görevli pamuk ve petrol endüstrilerini yöneten zengin Avrupah ailelerle kaynaşmasını sağlıyordu. Isabella’nınki gibi aileler — On dokuzuncu yüzyıl ortalarında göç eden ve geçmiş yüzyılın üzerine kendi güçlü hanedanlarını kuran İtalyanlar. Eskiden asıl sahibinin portresinin asılı olduğu yerde şimdi Nasır ın bir fotoğrafı vardı — devrilen yönetici sınıfı için muhteşem bir metafor. Bir akşam, sinsice gülümseyen İbrahim el koyulan ve artık gizlenen portreyi bana göstermişti — gıdıklı, Edward dönemi suratının tepesine bir fes konduran aile reisi tam bir sömürge paşasma, devrim tarafından tahttan indirilip sürgüne gönderilen bir prense benziyordu.

Siyasi karışıklıkta özgün mobilyaların büyük bölümü de geride bırakılmıştı. 1956’daki Süveyş Krizi sırasında pek çok İskenderiyeli Avrupalınm yaptığı gibi şirket yöneticisi de bir gecede kaçmıştı ama Art Deco eşyalar, kanepeler ve duvar halıları kalmıştı; ahlaksız bir servetin yadigârları İbrahim tarafından sevgiyle korunuyordu.

Yatak odasının kapısı aralıktı. Perdeler kapalıydı ve içerisi karanlıktı; yerde, dalış maskesi ve kıyafetlerinin yanında duran oksijen tüpüne takılıp düşüyordum neredeyse. Loş ışıkta Isabella nm yatak örtüsünün üzerine yayılmış uyuyan vücudunu zar zor seçebildim.

Sessizce gece lambasını yaktım. Halıların üzerine haritalar yayılmıştı — deniz tabanının örümcek ağlarına benzeyen kartografyası, paralel bir su altı manzarası, gizemiyle ayartıcıydı. Bu yığının ortasında metal bir aletin çizimini gösteren bir kâğıt vardı: ahşap bir kasanın bir arada tuttuğu dişli çarklar ve kadranlardan oluşan garip bir gereç. Kadranlara, bir dizi işaret ve simge işlenmişti, saat kadranları gibiydi. Bunun, resim öğrencisi kardeşim Gareth tarafından yapılan, yıldız saatinin hayali bir tasviri olduğunu biliyordum. Isabella Gareth’la yakındı, aslmda ona benden daha yakındı ve yıllardır biriktirdiği görsel araştırma parçalarıyla onu bilgilendirip aleti çizmesini istemişti. Ve şimdi işte buradaydı —baş düşmanım, hakkında sürekli tartıştığımız şey— odanm ortasına, yere bir tapmak gibi yerleştirilmişti.

Dış dünyadan kopan Isabella üzerinde giysileriyle uyumuştu. Sağa sola saçılmış kâğıtların arasmda yolumu bulmaya çalışırken onun bir dalış gününün ardından yorgunluktan ölerek kendini yatağa attığım hayal etmek kolaydı. Onu uyandırmaya kıyamadım.

Yıpranmış bir deri koltuğa oturup onu seyrettim. İçeri süzülen ay ışığı çarpıcı yüzünü aydınlatıyordu.

Isabella sözcüğün geleneksel anlamma göre güzel bir kadın değildi. Profili kadınsı sayılmak için biraz fazla köşeliydi, dudakları biraz fazla inceydi. Sözünü etmeye değecek bir memesi yoktu, kalçalarını neredeyse tek elimle sarmalayabiliyordum ve bedeninin duruşunda sürekli bir açlık, sanki koşmaya hazırmış gibi bir öne doğruluk vardı. Ama gözleri şahaneydi. İrisleri siyahtı: yeterince uzun süre bakarsan mora dönüşen bir tür abanoz rengiydi. Gözleri yüzünün en şaşırtıcı özelliğiydi: gereğinden fazla büyüktüler, yüzünün diğer hatları gözlerinin altında eziliyordu sanki. Sonra elleri vardı —uzun parmaklarıyla güzel, çalışan eller— güneş yanığı ve yıpranmış, suyun altında saatlerce kalmış ya da antika nesneleri özenle birleştirerek geçen saatleri gösteren.

Villanın dışında, bir çobanaldatan kuşu öttü. Isabella kıpırdandı, inledi ve yan döndü. Gülümsedim ve içimi çektim, tar-taşmamızdan ve ardından haftalarca süren öfkeli suskunluktan pişmanlık duyuyordum. Isabella benim bağlanmışlığımdı: kültüre, duyguya, mekâna. Ve ben mekân özlemi çeken bir adamdım. Cumbria’da bir maden köyünde büyümüştüm ve bazen şimdi bile rüyalarımda Ordovisyen kireç taşından geniş düzlükleri, çocukluğumun manzarasmı görüyordum. Tutarlılık, doğanm yavaş yavaş evrilen görünümleri beni çekiyordu. Kendimi betimlemem gerekirse, bir dinleyici, az konuşan bir adam olduğumu söylerdim. Isabella farklıydı. O dili kendini tanımlamak, anı yakalamak ve lafı tarihe geçirmek için kullanırdı. Bununla birlikte, sessizliği, özellikle de benim sessizliğimi okuyabilirdi. Ona âşık olmamın ikinci nedeni buydu.

Isabella hareket etmedi. Sonunda kendimi tutamadım. Eğildim ve o uyandı, uyanıklık yüzünde yavaş yavaş dolaşıp sonunda bir gülümsemeye dönüştü. Bir şey söylemeden uzandı ve kollarını bana doladı. Kendimi bıraktım ve yanma yattım.

Isabella’nm cinselliği doğasmm organik bir parçasıydı; ikimizi de heyecanlandıran doğal bir vahşilik. Acayip yerlerde sevişmiştik: bir telefon kulübesinde, kalabalık Hint limanı Koçi’de bir teknenin tentesinin altında, İskoç kırlarında. Ama hangi bağlamda olursa olsun, Isabella kontrollü olmayı severdi. Kirpikleri yanaklarıma sürünerek öpüştük ve ona sarıldım. Az sonra gözlerindeki alevden, sertleşen meme uçlarından ve ıslaklığından başka bir şey yokmuş gibi hissediyordum.

Sonrasında yatakta uzandım, o tekrar uykuya dalarken yanma kıvrıldım. Odayı seyrederken camlara vuran yağmurun sesini dinliyordum. Nihai düşüncem şükretmekti — evliliğim için, yaşamım için, hayatta kaldığım için. İnsanın gecenin köründe hissettiği o berraklık anlarından biriydi: bunun mutluluk olabileceğinin sessizce anlaşıldığı an.

İki saat sonra uyandığımda Isabella’yı açık balkon kapısının önünde dururken buldum; saçları darmadağınık uçuşuyordu, sabaha karşı çıplaktı, ipek perdeler rüzgârın hareketlendirdiği dönen dervişlerdi.

“Isabella, hava buz gibi.”

Bana aldırmadan ağaçların üzerindeki alçak, gümbürdeyen bulutlara bakıyordu. Yataktan çıktım, bir sabahlık aldım ve ona giydirdim, sonra kapıları kapattım.

“Lütfen, biraz uyuyabilir miyiz?”

“Yapamam. Oliver, kaç yıldır bu yıldız saatini bulmak için çalışıyorum? On mu, on beş mi? Ve bugün bulacağım, bunu biliyorum.”

Pencereden dışarı baktım, gökyüzü dünkü kadar karanlıktı. “Bu dalış havası değil.”

“Ben yine de dalıyorum.”

“Fırtına dinene kadar bir iki gün daha bekleyemez mi?”

“Hayır. Oliver, anlamıyorsun… ” Susup uzaklara baktı. Savımı değiştirmeye karar verdim.

“Desteğin olacağını tahmin ediyorum — Fransız arkeologlar mı, İtalyanlar mı?”

Amelia Lynhurst adlı bir İngiliz arkeolog ile daha yeni Stadyum’un yakınında bir ofis açan genç bir Fransız akademisyen dışında, Kleopatra’nın batık sarayının körfezde olduğu söylentilerine karşm su altı arkeolojisi İskenderiye’de neredeyse duyulmamıştı. Son zamanlara kadar, yoksullukla ve İskenderiye halkıyla uğraşan siyasi durum öncelik kazanmıştı.

Isabella alaycı bir şekilde güldü. “Korkarım sadece ben ve Fahir.”

Fahir Alsayla, Isabella’nm son birkaç aydır birlikte çalıştığı genç bir dalgıçtı. Güvenilir ve hevesli olmasının yanı sıra çok iyi de bir dalgıç olan genç Arap arkeolog değileli.

“Tanrım, Isabella.” Onun izinli bir ekibin parçası olmasını isterdim. Mısır’da, hem düşmanlarının gizlice gözetlemesinden hem de tarihî su altı hâzinelerinin daha da fazlasmm yağmalanmasından anlaşılır bir şekilde kaygılanan bir ülkede yasa dışı dalmak tehlikeliydi. Bunu yapmanın tek yasal yolu, Mısırlı bir yetkilinin ve tanınan yabancı arkeologlar grubunun eşlik etmesiydi, bunlar Isabella’nm asla tam anlamıyla uymadığı kurallardı. Kendi alanında bir asiydi ve bu yüzden sevilmiyordu. Ama mesleki duruşu ne olursa olsun seçtiği konumlarda çoğunlukla şansı yaver giderdi. Bu hem iyi hem de kötüydü, meslektaşlarının hem şüphe hem de korku duymasına yol açan bu gizemli doğruluktu.

Tartışmayı reddettiğim bu kehanet yeteneğini, paylaşıyor gibiydik. Bu ortak sezgiyi kabullenmenin sadece bilimsel eğitimime değil aldığım sıkı Katolik eğitimine tepki olarak benimsediğim şiddetli ateizme de zarar vereceğini hissediyordum her zaman.

“Bunu daha sonra konuşalım.” Isabella’yı tekrar yatağa çekmeye çalıştıysam da başaramadım.

“Oliver, bugün dalmak zorundayım! Her şey planlandı. Kleopatra’ya ait olduğuna emin olduğum Ra enkazının alanını bulduk. Actium Savaşı ndan kalma. Yıldız saati gemide olabilir — Yunan tarihçi Siculus taç giyme töreninde Kleopatra’ya bu tür bir nesne verildiğinden söz eder.”

“Acelen ne? Yıllarca bekledin. Herhalde birkaç gün daha bekleyebilir.”

“Benim birkaç günüm yok.” Çaresizliği yeni boyutlara ulaşmıştı ve sıkıntısının nedenini anlayamıyordum: Bütün bildiğim Isabella’nm kolayca inatlaşmasıydı. Ona baktım, başka bir taktik arıyordum.

“Tatlım, bütün alan askerî bölge.” Kolumu beline doladım.

“Hazırlık yaptım. Teknede bir görevli olacak.”

“Sahi mi? Yoksa bu senin rüşvet verdiğin kuşkulu bir tip mi?”

Silkinip kolumdan kurtuldu. “Bu dalışı yapıyorum, ne olursa olsun!”

Ama ülkesinin altında endişeli göründüğünü düşünüyordum. Belki bizimle ilgiliydi, evliliğimizle, kariyerlerimizle. Ama onu daha iyi tanımasaydım korku olduğunu düşünebilirdim.

“Yani yıldız saatinin sahiden de o teknede olduğuna mı inanıyorsun?” diye sordum, daha uzlaşmacı bir şekilde. “Kleopatra onu neden şiddetli bir deniz savaşının ortasına götürsün ki?”

“Umutsuzdu. Dönemin siyasi ittifakları değişmiş, Octavianus iktidarını güçlendirmeye çalışırken Kleopatra ve Marcus Antonius’u tehlikeli bir konuma sokmuştu. Kleopatra Marcus Antonius’un askerî üstünlüğü konusunda yanılgı içinde olduğunu biliyordu. Octavianus kazanırsa, sevgilisini öldüreceğini ve çocuklarını kurban edeceğini de biliyordu. O sadece kazanmak için oynayan bir kadındı. Siculus yıldız saatini ne zaman denize açılmak ve

saldırıya geçmek gerektiğini bildiren güçlü bir silah olarak tanımlıyor. Sevgilisine yardım etmek için onu yanma almış olmalı.”

Yüzümden bir şey belli etmemeye çalışıyordum. Neden ve sonuç dünyasına inanıyordum: baskı altında kalan karbon elmas oluşturuyordu; ezilen kireç taşı da mermer; sıkışan organik maddeler, petrol. Benim dünyam buydu: somut, kullanılabilir. Isabella’nm dünyası çok daha ruhaniydi: olayların sonucuna dair karmaya dayalı bir mantığı vardı; kişiselin siyasal üzerinde dolaysız etkisi vardı, mikronun da makro üzerinde. Bunun yanlış yönlendirilmiş bir algı olduğunu düşünüyordum; kendini beğenmişliği besleyen insan merkezli bir bakış açısı; deterministin anlamlı kader kavramma yatırımı.

“Eğer yıldız saati Kleopatra’nın elindeyse ve savaşm sonucunu etkileyebiliyorsa, neden kaçtı ve Marcus Antonius’u Octavianus’a bıraktı?” diye sordum.

“Bilmiyorum. Ama onun yerinde ben olsaydım, son dakikaya kadar kaderimi değiştirmek için mücadele ederdim. Yıldız saati onu kurtarabilirdi, bunu biliyorum.” Saplantılı havası beni kaygılandırıyordu. Yine, içimde onu koruma arzusu uyandı ama Isabella ile araştırmasının arasına girmenin evliliğimizin ve kesinlikle bana duyduğu saygının sona ermesi demek olduğunu biliyordum. Mesleğini yapma hakkı için bilinçli olarak hem ailesiyle hem de kültürüyle savaşan son derece bağımsız bu kadının kararma güvenmekten başka seçeneğim yoktu. Yine de bu dalışta tam olarak adını koyamadığım rahatsız edici bir şey vardı — bütün o saplantısı bu tek olaya yönleniyor gibiydi.

Kulakları sağır eden bir gürültü duyuldu. Şiddetli bir rüzgâr Fransız pencerelerini açtı ve bambu sandalyelerden birini devirdi.

“Bu kasırga havası,” dedim ona kapılan kapatırken. “Bugün dalmıyorsun!”

“Benim için dalmamak çok tehlikeli!” diye bağırdı.

Isabella artık neredeyse isterik bir haldeydi ve tartışmayı sürdürmenin anlamsız olduğunu biliyordum.

“Yarın dalabilirsin, ilk ışıkla birlikte,” dedim ona sarılarak. “Seninle geleceğim, tamam mı? Ama bugün bizim. Güzel bir şey yapacağız. Büyük babanın doğum günü değil mi? Büyük anneni ziyaret edebiliriz. Yarın sabaha fırtına diner ve görüş mesafesi daha iyi olur.”

“Anlamıyorsun,” diye mırıldandı göğsümde. Ama onu yatağa götürmeme izin verdi.

O zaman dünyanın bütün zamanına sahip olduğumuzu sanıyordum.

Egzoz dumanının üzerinden denizin tuzlu kokusu geliyordu ve akşam tezgâhlarına yerleştirilmiş kavanozlardan hafif tütsü kokuları yükseliyordu, her yerden gelen ama hafif lağım kokusuyla bozulan bir aromaydı bu. Isabella taksinin cammı kapattı, Kumiş’ten aşağı doğru, Doğu Limanı nm ışıldayan dönemecinden geçen uzun kıyı yolunda ilerliyorduk. Bir kırmızı ışıkta durduk ve kaldırımdaki kafelere baktım. Küçük masalar erkek gruplarıyla doluydu, bazılarının üzerinde soluk kahverengi cellabiyeler ile mavi türbanlar, fellahlann geleneksel kıyafeti vardı, diğerleri Batılı giysiler içindeydi, renkli kordonlu sapları kıvrıla büküle içicinin ağzma ulaşan kocaman nargileleri paylaşıyorlardı. Kafelerden birinin içinde siyah beyaz bir televizyon, tartışan erkeklerden ve delikanlılardan oluşan küçük bir topluluğa bağırıyordu. Bir futbol maçı oynanıyordu. Penaltı verildi ve birden sevinçle bağırmaya başlayan adamlar bana İngiltere’yi, babam ve kardeşimle futbol seyrederek geçirdiğim uzun öğleden sonralarını hatırlattı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Vampir Günlükleri – Avcılar Vol. 1 – Fantom ~ L. J. SmithVampir Günlükleri – Avcılar Vol. 1 – Fantom

    Vampir Günlükleri – Avcılar Vol. 1 – Fantom

    L. J. Smith

    SEVGİLİ GÜNLÜK, EVDEYİM! Fell’s Church kasabasında yaşayan hiç kimse, Kurucular Günü’nden bu yana hayatın her zamanki gibi devam etmediğini bilmiyor. Ben ve en yakınlarım...

  2. Daisy Mason Nerede? ~ Cara Hunter Daisy Mason Nerede?

    Daisy Mason Nerede?

    Cara Hunter

    On olaydan dokuzunda suçlu, kurbanın tanıdığı biridir. Bu, içlerinden birinin yalan söylediği anlamına geliyor. Mason ailesinin bahçesindeki partide her şey harikaydı, ta ki ailenin...

  3. Middlesex ~ Jeffrey EugenidesMiddlesex

    Middlesex

    Jeffrey Eugenides

    ÖLMEDEN ÖNCE OKUMANIZ GEREKEN 1001 KİTAPTAN BİRİ Ben iki kez doğdum: İlkinde 1960 yılının Ocak ayında, Detroit için inanılmaz derecede dumansız bir günde kız...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur