“Onu sevmek… Hayır, onu sevmemişti. Onun kolları arasında bulunduğu müddetçe onu sevmediğini, sevmeyeceğini anlamış, fakat ne zaman o istese onun kolları arasında bulunmaya mahkûm olduğunu düşünerek bütün benliğinde bir isyan duymuştu. Ve buna rağmen vücudu garip ve anlatılamaz bir ateşle cayır cayır yanmıştı… Fakat şimdi bir daha, bir daha o erkeğin kolları arasında bulunmak istemiyordu. Belki yine o eller saçlarını, omuz başlarını, yanaklarını ve dizlerini okşamaya başlayınca aynı ateşi varlığında hissedecek ve aynı ateşle vücudu ve dudakları tutuşacaktı ama şimdi ondan uzakken, hayır, bu erkeğe ait olmayı bir daha istemiyordu.”
Alev Dudaklı Kadın, Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama döneminde geçen bir tarihi roman. Üçüncü Murat, Nurbanu ve Safiye Sultan gibi Osmanlı tarihinin en bilinen simaları, başka romanlardan da aşina olduğumuz bir iktidar çekişmesiyle eser boyunca tansiyonu artırıyor. Suat Derviş, daha ilk sayfadan kendini gösteriyor. Şemsiaşk adlı bir cariyenin gözünden esir olmayı, İstanbul’u usul usul saran veba salgınını, halkın zevk ve sefaya dalan saraya isyanını anlatıyor.
Alev Dudaklı Kadın, tam anlamıyla popüler bir tarihi roman. Aksiyonu güçlü, cinsel gerilimi yüksek. Olaylar okurların merak duygusunu tahrik ederek ardı ardına diziliyor. Ancak Suat Derviş ezilenden, hakkı yenenden yana tavrını tüm romana ustalıkla yediriyor.
Hünkârın Kollarında
Yüksek pencerelerin dışında akşamın yavaş yavaş kararmakta olduğu görülüyordu. Pencereden ve pencerenin önündeki tel kafeslerden ve onların dışındaki ağaçların dalları arasından ufak, ufacık bir parçası görünen gökyüzü tirşe ile güvercin kanı pembesinde janjanlar yapan bir canfesi hatırlatıyordu.
Havada güvercinlerin kanat çırpışı vardı. Güneş batmıştı. Ayasofya Camisi’ndeki minarelerden müezzinler akşam ezanını okuyorlar, bu sesler saray bahçesinden yükselen kahkahalar ve şen seslerin arasına benek benek düşüp ölüveriyorlardı.
Şemsiaşk sedirin ipek yastıkları üstüne güzel vücudunu tamamıyla örtmeyen tülden bir gece entarisiyle uzanmıştı. Kara saçları üvez ipekten kılaptan yastıkların üstüne dağılmış, mercan rengi topuklu, sedef renkli ayakları çıplak, entarisinin önü beyaz gül goncaları gibi ufacık göğüslerinin her ikisini de gösterecek kadar açık, kolları başının altında çaprazlanmış, çenesi biraz sivrilerek tavana doğru kalkmış, uzun kirpikli göz kapakları süzgün, bu kirpikler arasından dışarıda görünen bu janjanlı gök parçasını seyrediyor ve saray bahçelerinden yükselen sesleri dinliyordu.
Her zamanki cüce yine saraylıları bahçede kırıp geçiriyor, kahkaha sesleri durulmuyordu. Harem bahçesinin yüksek ağaçlarının gölgelerinde küme küme olmuş genç kızlar, günün bunaltıcı sıcağının hafiflemekte olduğu şu saatte Boğaz’dan esecek bir rüzgârı karşılamak için hep bahçeye çıkmışlardı. Yer yer tepsiler hazırlanıyor, rengarenk halılar yerlere serilmiş… Halılar üzerinde genç ve güzel kadınlar bağdaş kuruvor…
Mislinaz Kalfa davudi sesiyle bir gazel tutturmuş, okuyor ve sanki böyle müezzinlerin İstanbul camileri minarelerinden salkım salkım dökülen ağır ezan seslerini gür ve kalın sesiyle söndürmek, bu sefahat bahçesinden uzaklaştırmak istiyordu.
Cengi Dilruba ve kızları büyük bir akasyanını altındaki yeşil zeminde rengarenk çiçekleri olan halının üstüne uzanmışlar. geceyi hünkarın karşısında oynayarak geçirecekleri için bu bunaltıcı sıcak günün vücutlarına verdigi yorgunluğu geçirtmeye çabalıyorlardı.
Niyazıdil Kalfa bütün haşmetiyle kenardaki söğüt ağacının altındaki halının üzerine atılmış ipek yastıklar arasında oturuyor, ihtiyar yüzünde hala birer emsalsiz mücevher gibi güzelliğini ve kıymetini kaybetmemiş gözleriyle genç saraylıların oyunlarını seyrediyor ve yanında iki genç kalfa geniş yelpazelerle onu yelpazeliyorlardı.
Niyazıdil Kalfa, Canfeda Hatun’dan, Raziye Kadın’dan sonra sarayda en fazla nüfuz sahibi olan bir kadındı. Vaktiyle güzelliğinin devrini yaşamış olan Niyazıdil Kalfa’dan çekinen saraylılar koşuşup gülüşürlerken onun gözlerinin önünden uzaklaşmaya ve rahat nefes almaya çabalıyorlardı.
Sarayın serin tesiri yapan loş odalarının ta içine kadar bu sıcak temmuz gününün bütün bunaltıcı ağırlığı sinmişti. Diger saraylılar gibi akşam serinliğine kavuşmak için bahçeye koşmamış olan Şemsiaşk ipek örtülü, ipek yastıklı sedirin üstünde yarı çıplak bir halde uzanmış bulunuyordu.
Bugünün ağır sıcaklığı gibi yapışkan ve bunaltıcı bir kuvvet genç ruhunu sarmıştı. Bu öyle yapışkan, öyle bunaltıcı bir sıkıntıydı ki, kendisini bataklığa saplanmış bir adama benzetiyordu.
Bataklığa ilk adımını kaptırmış ve yavaş yavaş onun içine doğru gömülen bir bedbaht gibi bu sıkıntıdan kurtulmak için yaptığı her gayrette onun içine biraz daha daldığını, biraz daha gömüldüğünü, bu sıkıntıdan biraz daha kurtulamaz olduğunu hissediyordu.
Evet, bu ruhuna bir ahtapot gibi yapışmış olan kasvet ve sıkıntı onun ruhunda sevinç, keder, hiddet, isyan veya memnuniyet gibi ne kadar his varsa onları emip sömürmüş, onda kendi hakimiyetinden gayri bir duygu bırakmamıştı.
Şemsiaşk halbuki hayatının bu kadar mühim bir gününün sonunda kalbinde bambaşka duyguların bulunacağını zannederdi.
Dün gece hayatında birinci defa olarak bir erkeğin kolları arasında bulunmuştu. O güne kadar görmediği, bilmediği şeyleri dün gece öğrenmişi. Birinci defa olarak bir erkek onun sarmaşık filizleri gibi körpe ve ince vücuduna kollarını dolamış, bu vücudu göğsü üzerine çekmiş, dudaklarını evvela yavaş yavaş ve sonra birdenbire koparmak ister gibi acıtarak öpmüş, öpmüştü.
Allah’ım dün gece o dudaklar kendisine ne çok öpmüşlerdi. Yüzünden, yanaklarından, alnından, saçlarının dibinden. kulaklarının ucundan boynuna, boynundan gerdanina, gerdanından omuz başına ve omuz başından gögüslerine doğru kayan bu dudaklar… Ve ona sahip olma arzusuyla birdenbire insanlık hüviyetini kaybeden hayvanlaşan, hayvan gibi soluyan ve kulakları dibinde durmadan hep aynı fasılalarla aynı şeyi tekrarlayan o erkek sesi…
“Şemsiaşk… Şemsiaşk! Sultanım… Sultanım benim!” diye inleyen bu ses hep kulaklarında ötüyordu. Bu ses hünkarın sesiydi. Evet. Şemsiaşk bu geceyi hünkarın yanında, hünkarın kolları arasında geçirmiş bulunuyordu.
Muhteris ve bitap haliyle hünkart şimdi sanki ta yanındaymış görüyordu. Bütün gece doymak bilmek bir ihtirasla onu kolları arasında hırpalamış, zedelemişti. Sarayda bir kadının bundan fazla ve bundan öte bekleyeceği hangi şeref, hangi mevki, hangi paye vardı?
Dünden beri hünkar gözdesiydi.
Dünkü arkadaşları şimdi onun yanına saygıyla giriyorlardı. Biraz evvel Necmiikbal içeriye girmiş, ona buzlu bir şerbet getirmiş ve eskisi gibi onunla şakalaşmaya cesaret edemeden kapıdan süzülüp gitmişti.
Şemsiaşk haremde şimdi kendisini kaç kadının kıskanmakta, kaçının talihine haset etmekte olduğunu düşünerek Budalalar, diye göğüs geçirdi.
Bir erkek yanında geçirdiği bu gece, o kendisini kolları arasına aldığı vakit, ona bu müthiş bir zevkin başlangıcı ve dudakları dudaklarına dokunduğu zaman hünkarı hiç de beğenmemesine rağmen kendi dukalarınıın alevler gibi tutuştuğunu hissetmişti ve bu dudaklar yüzünde, göğsünde, vücudunda dolaşırken bu sarhoşluk müthiş artmıştı.
Ve sonra…
Ah. hayır…
Hünkarın kolları arasında geçirdiği, bir erkeğin kolları arasında geçirdiği bu gece nihayet bir sukutuhayal ile neticelenmiş bulunuyordu. Vücudunun ilk buse ile uyanıp aradığı zevki vücudu bulmamıştı.
Bilakis…
Kalbinde, vücudunu kendi zevkine alet etmiş olan bu erkeğe karşı bir tiksinti ile onun kolları arasından sıyrılmıştı Hünkar onu kolları arasından bıraktıktan sonra yerinden kalkmıştı.
İçkiden ve zevkten bitap olan Üçüncü Murat âdeta sallanıyordu.
Padişah tekrar yatağa döndüğü zaman bütün vücuduyla onun üzerine abandı ve soğuk dudaklarını onun dudakları üstüne değdirdi ve öpmeden evvel “Şemsiaşk, alev dudaklı kız.” dedi.
Şemsiaşk kıpırdanmadı. Hep uyur gibi, hep ölü gibi, aynı vazivette duruyordu. Hünkar yana döndü ve Şemsiaşk’ın sımsıkı kapalı gözlerinden süzülüp şakaklarından yastıklara doğru akan iki damla gözyaşını görmedi.
Kısa bir zaman sonra yorgun vücudu derin bir uykuya dalmıştı.
Şemsiaşk, vücudunda hissettiği kırıklığa rağmen çabuk uyuyamadı. Onun için birinci planda bir öneme sahip olan şey hünkarın gözdesi oluşu değil de hayatımın ilk gecesini bir erkek koynunda geçirmiş bulunmasıydı.
O da her genç kız gibiydi. Tepesinde bitmez tükenmez bir şehvet kasırgası esen bu saraya girdiği günden beri Piyalepaşa Köşkü’nde hissedip sezemediği birtakım duyguların umumi havadan kendine, kanına da karıştığını hissetmeye başlamıştı. Herkesin zevkine ve nefsine mağlup ve esir olduğu bu sarayda, bu sarayın havasında genç damarlara tatlı bir uyuşukluk veren bir tılsım var gibiydi.
Gevher Mülük Sultan’ın sarayındayken de esasen genç ve ateşli kalbi zaman zaman sebepsiz yere tatlı tatlı çarpardı. Teninin altında kanı ilk bir dalgalanışla ürperirdi. Bazı geceler ne olduğunu kendisinin de iyice hissetmediği ifadesiz bir arzuyla uykusu kaçar… Güçlü arzular içinde yatağının içinde çırpınır durur Fesuphanallah… Bana ne oluyor? Sanki mühr-i vezaret beklerim, diye kendi kendine sorar, haline gülerdi. Bu heyecan nedir? Beklediğim kimdir? Nedir? Ümit ettiğim ve arzuladığım nedir? Bilmediğim bu saadet, tanımadığım bu zevk nedir?
İşte o böyle bir saadet ve zevkin arzusuyla bazı gecelerini uykusuz sabahlardı. Mehtaplı gecelerde yatağında sağdan sola, soldan sağa dönerken genç vücudunun okşanmak ihtiyacıyla tutuştuğunu belirsiz bir şekilde de olsa anlamazdı. Bu kıvranışlarına tek mana bulamazdı.
Evet, bu o kadar belirsiz, o kadar bulanık ve bulutlu bir histi ki bunun mahiyetini kendisi de pek seçemezdi. Fakat ne de olsa bu bekleyişin bir saadete varacağını bilirdi. Hayatta şimdiye kadar eşini hissetmediği tatlı bir saadetin vaadinin kendi vücudunun içinde olduğunu belki sezemezdi. Onun tasavvur ettiği, evet, hayal ettigi zevk daha manevi, daha gayrimaddi bir zevk ve saadetti.
O böyle gecelerde sanki birini beklerdi. Kimi?
Evvelleri… Evet, ilk zamanlarda bu beklenilenin yüzü ve ismi yoktu. Fakat daha sonraları… Böyle tatlı bir rehavet içinde kıvranıp durduğu, gerinip esnedigi ve bir türlü uyuyamadığı gecelerde hep gözünün önüne bir yüz gelmeye başlamıştı. İnatla, ısrarla bu yüzün hayali karşısına dikilir, gözünün önünden silinmez… Bir türlü silinmezdi. Bu genç bir silahtarın yüzünün hayaliydi.
Bundan üç sene evvel onu bir şenlik günü saraya getirmişlerdi. Sarayda, Enderun’da ağalar hüner ve oyun gösteriyorlar, padişahın tahtı kurulmuş, bu hünerleri seyrediyordu. Esasen o sanatkârı da ilk defa o gün görmüştü.
Gevher Mülük Sultan’ın maiyetinde geldikleri saraydaki bu eğlenceyi o da sultan ile birlikte, evet, sultan ve diğer harem kadınları da birlikte Enderun odasını çevreleyen bir balkondan yaldızlı kafesin arkasından seyretmişlerdi.
İşte Şemsiaşk o gece meşalelerin kızıl ışığı altında elinde silah, kendi gibi bir babayiğitle boy ölçüşen bu ağayı görmüştü. Silah oyununda eşi bulunmaz görünüyordu.
Öyle ki oyun sonunda rakibi yere diz çökmüş, sanatkârın da seyircileri içinde bulunduğu bu silah oyununun kahramani sensin demek ister gibi akranı olan delikanlının elini öpmek istemiş, fakat onu kucaklayarak yerden kaldırmıştı.
Oyunu heyecan içerisinde seyretmiş olan genç saraylıların da hepsi “Maşallah, Tebarekallah. Aman bu gûna bir kuvvetli babayigittir. Cenabi teala bu arslanı ana ve babasına bağışlaya.” diye aralarında fısıldaşmışlardı.
Gevher Mülük Sultan, başının örtüsünü ağzına doğru çekerek haznedarının kulağına “Gönül çeker ki insan böyle bir babayiğitle bir gün olsun halvet ola,” diye şaka ederken Şemsiaşk bu sözü işitmişti.
Çünkü Şemsiaşk o zaman Piyale Paşa’nın sarayında cariyeydi ve Gevher Mülük Sultan’ın kutucu ustasının yanındaki çıraklardan biriydi.
Sabahları Gevher Mülük Sultan saçlarını Şemsiaşk’ın taramasını severdi.
“Kutucular içinde bu kadar hünerlisini göremedim,” diye ona iltifat ederdi.
Gevher Mülük Sultan işte o gün bu sözü söylerken Şemsiaşk’ın işittiğini anlayınca ona da bir göz kırpmış, alçakgönüllülük gösterip onu da bu şakanın içine almıştı.
Sonra saray kadınlarına mahsus hoppalıkla genç kızı omzundan tutup kendisine doğru çekerken gözünün ucu ile meydandan uzaklaşan delikanlıyı ona gösterip “Ne dersin Şemsiaşk? Seni azat edip şu babayiğitle evlendirsem gönlün razı olur mu?” diye şakasını ileri vardırmıştı. Yanakları kıpkırmızı olan Şemsiaşk kalbini şiddetli attıran bir mahcubiyet hissiyle bakışlarını önüne indirirken “Pek ayandır ki gönlün bunu ister, ama benim gönlüm istemez, rıza göstermez.” diyerek onu bir el hareketi ile yanından uzaklaştırmıştı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıAlev Dudaklı Kadın
- Sayfa Sayısı376
- YazarSuat Derviş
- ISBN9786257650924
- Boyutlar, Kapak13*19,5, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Birdenbire ~ Serda Kranda Kapucuoğlu
Birdenbire
Serda Kranda Kapucuoğlu
KİMLİK bir şans tanı bugün kendine…yeniden başla, ümitle aşkla… Başından aşağı dökülen kaynar suların içini doldurduğu sıradan ve bir o kadar da farklı bir...
- Son Sefarad (İmparatorluk II – Sultan Bayezid’in Savaşı) ~ Beyazıt Akman
Son Sefarad (İmparatorluk II – Sultan Bayezid’in Savaşı)
Beyazıt Akman
1492. Endülüs medeniyeti katlediliyor. Tüm dünya seyirci kalıyor. Bir Osmanlı Sultanı hariç… Endülüs’teki Osmanlı ajanı Kara Davud, karısı Elif’in hasretiyle yanıp, kendi topraklarına dönmeyi...
- Tan Vakti ~ Galip Argun
Tan Vakti
Galip Argun
İstanbul bütün devrinde büyük gizemlerle, tarikatlarla ve ölümlerle anılmıştır. Çoğu zaman hayatın başşehri diye anılan şehirde vampirler kol atmaktadır. Bu vampirler, bedeninin soğukluğuyla yoğrulmuş,...