Asırların ayırdığı bir kurtadam ile vampir…
Ölüm ile yaşamın sınırlarını zorlayacak kadar kuvvetli bir tutku!
Önüne çıkan engellerle durdurulamayacak, vahşi bir kurtadam…
Vampirlerin elinde yıllar boyunca işkence görmüş olan savaşçı Lachlain MacRieve, binyıldır beklediği eşinin bir vampir olduğunu keşfedince öfkeden deliye döner. Nefreti ve öfkesi kendisini içten içe tüketirken, vampiri ya kabullenecek ya da öldürecektir.
Çılgın bir fantezinin eline düşen, büyüleyici bir vampir…
Hayatı boyunca korunaklı bir evde yaşamış olan Emmaline Troy, ailesiyle ilgili sırları gün yüzüne çıkarmak isterken, güçlü Lykae tarafından esir alınır. Ona karşı duyduğu korku ile karanlık arzular iç içe geçtikçe kafası da karışmaya başlayacaktır.
İkisini de tüketen bir arzu…
Geçmişten gelen bir düşman tekrar ortaya çıktığında, bu korkunç kötülüğün karşısında birleşip arzularını aşkla taçlandırabilecekler midir? Gururlu savaşçı dize gelebilecek midir? Narin ve güzel vampir kendisini savunabilecek midir?
***
Benim yaşayan, hakiki Viking’im Richard için.
Teşekkürler
Bize “ilkel çığlık dostları” adını takan Beth Kendrick’e çok teşekkürler. Sen ve bir telefon olmasaydı yazdıklarımın ucunu kaçıracaktım. Harikulade Sally Fairchild’a bana sürekli destek verdiği için teşekkür ederim. Ve Pocket Books’tan Megan Mckeever’a tüm kalbimle teşekkür ediyorum, kendisi muhtemelen şu anda beni kitaplarla ilgili bir krizden kurtarıyordur.
GİRİŞ
Bazen, kemiklerinin üzerindeki deriyi yalayan alevler sönerdi.
Bu, onun aleviydi. Zihninin hâlâ mantıklı düşünebilen küçücük bir parçasmda buna inanıyordu. Bu onun aleviydi çünkü onu yüzyıllardır mahvolmuş bedeni ve çürüyen zihniyle beslemişti.
Uzun zaman önce -kimbilir üstünden ne kadar zaman geçmişti-Vampir Sürüsü onu Paris’in derinliklerindeki bu yer altı mezarlığına hapsetmişti. Bir kayaya zincirlenmiş, ayakta duruyordu; iki zincir bacağından, biri de boynundan geçiyordu. Önünde, ateşler saçan cehenneme bir geçit açılıyordu.
Burada bekliyor ve ızdırap çekiyordu; zayıf düşüren ama tıpkı yaşamı gibi asla tükenmeyen bir ateş duvarına sunulmuştu. Ölümsüzlüğü onu her seferinde bir kez daha diriltene dek tekrar tekrar yanacaktı.
Şimdiye dek alacağı intikamın detaylı düşleriyle ayakta kalmıştı, yüreğindeki gazabı büyütmek elinde kalan son şeydi.
Ta ki o kadın gelene kadar.
Yüzyıllar boyunca üzerindeki sokaklarda esrarengiz, yeni şeylerin dolaştığını duymuş, ara sıra Paris’te değişen mevsimleri koklamıştı. Ama şimdi kadının kokusunu almıştı; eşinin, sadece onun için doğmuş olan biricik kadının.
Yakalandığı güne dek, bin yıldır en küçük bir ipucuna rastlamadan aradığı kadının.
Alevler azalmıştı. Şu anda kadın yukarılarda bir yerde dolanıyordu. Canına tak etmişti. Bir kolu, zincirlerin kalın metali derisini kesene dek gerildi. Önce bir damla, sonra şakır şakır kan aktı. Bedenindeki her bir kas uyumla çalışıyor, daha önce, neredeyse sonsuzluk boyunca beceremediği şeyi yapmaya çalışıyordu. O kadın için bunu yapabilirdi. Yapmalıydı… Zincirin iki baklası kırılırken çığlığı boğazına takılarak öksürüğe dönüştü.
Başardığı şeye inanmazlık edecek zamanı yoktu. Kadın o kadar yakındı ki onu neredeyse hissedebiliyordu. Ona ihtiyacım var. Diğer kolunu da kurtardı.
İki eliyle birden boğazına dolanmış metale sarıldı, kalın ve uzun vidanın yerine çakıldığı günü hayal meyal hatırlıyordu. İki ucunun neredeyse bir metre aşağıda birleştiğini biliyordu. Gücü tükeniyordu ama kadın bu kadar yakınındayken onu hiçbir şey durduramayacaktı. Metal, bir kaya ve toz yağmuru altında gevşedi ve mağaranın boşluğunda savruldu.
Uyluklarındaki bağa atıldı ve hem onu hem de bileğindekini çözdü, sıra diğer bacağını tutanlara gelmişti. Kaçışını şimdiden gözünde canlandırabiliyordu, hiç bakmadan asıldı. Hiçbir şey olmadı.
Kafası karışarak kaşlarını çattı ve bir daha denedi. Çaresizlik içinde homurdanarak tekrar asıldı. Yine olmuyordu.
Kadının kokusu uzaklaşıyordu… Zamanım tükeniyor. Acımasızca kurtaramadığı bacağına baktı. Kendini kadının koynuna gömdüğünü hayal ederek acıyı yok saydı ve titreyen ellerle dizinin yukarısına doğru uzandı. Onun kollarında tadacağı huzurun hasretiyle kemiği kırmayı denedi. Zayıflığı yüzünden en az bir düzine deneme gerekti.
Pençeleri derisini ve kasları yırttı ama uyluk kemiği boyunca uzanan sinirler piyano telleri kadar gergindi. Azıcık yaklaştığında bile tahayyül edilemez bir acı yukarı tırmanıyor ve vücudunun üst kısmında patlayarak gözlerini karartıyordu.
Çok zayıftı. Fazlasıyla kan kaybediyordu. Ateş çok yakında harlanacaktı, Vampirler düzenli olarak geri dönüyorlardı. Onu tam da bulmuşken kayıp mı edecekti?
“Asla,” diyerek dişlerini gıcırdattı. İçindeki canavara teslim oldu, özgürlüğünü dişleriyle alacak, yağmur oluklarından su içebilen ve leş yiyerek hayatta kalabilen canavara. Uzvun parçalanmasına sanki uzaktan acı dolu bir sahneyi seyredermiş gibi baktı.
Çektiği işkencenin içinden emekleyerek çıktı, bacağını orada bırakıp bir geçit bulana dek nemli yer altı mezarlığının gölgelerinde sürüklendi. Yerlere saçılmış kemikler arasından geçide doğru emeklerken düşmanlarına karşı hep tetikteydi. Kaçabilmek için ne kadar yol katetmesi gerektiğine ilişkin en ufak bir fikri bile yoktu ama yolunu -ve bu yola devam etmek için ihtiyacı olan gücü- kadının kokusu sayesinde bulabiliyordu. Ona vereceği acı yüzünden pişmanlık duyuyordu. Kadın ona öylesine bağlanacaktı ki adamın acılarını ve korkularını kendisininmişçesine hissedecekti.
Buna engel olamazdı. Kaçıyordu. Üzerine düşeni yerine getiriyordu. Teni hâlâ yanarken kadın onu anılarından kurtarabilir miydi?
Sonunda yavaş yavaş yüzeye çıktı ve karanlık sokağa baktı. Ama kadının kokusu azalmıştı. Ona en çok ihtiyaç duyduğu anda kadını ona kader getirmişti ve eğer onu bulamazsa Tanrı onun –ve bu şehrin- yardımcısı olmalıydı. Zalimliği efsaneviydi ve kadın için bunu sınırsızca ortaya salardı.
Bir duvara yaslanarak doğrulmak için çabaladı. Taş kaldırımlı sokakta pençe izleri bırakırken bir kez daha kokusunu alabilmek için nefesini düzenlemeye çalıştı.
Ona ihtiyacım var. Kendimi kollarına bırakmaya. O kadar bekledim ki…
Koku gitmişti.
Gözleri yaşla doldu ve kaybının şiddetiyle titredi. Izdırap yüklü çığlığı şehri titretti.
“Hepimizin, iyi adamların bile içinde, uykumuzda dışarıyı gözleyen, kanun tanımaz, vahşi bir hayvanın ruhu gizlidir. Sokrates (M.Ö 469-399)”
1
Bir hafta sonra.
Sen ırmağındaki bir adanın üzerinde, asla yaşlanmayan bir katedralin gece manzarası eşliğinde, Paris sakinleri sokağa çıkmıştı. Emmaline Troy ateş yutanların, yankesicilerin ve charıteur de melerin arasından geçti. Sanki katedral onları eve çağıran Gotik bir ana gemiymişçesine Notre-Dame’ın etrafına üşüşen siyah giysili insanların arasında amaçsızca dolandı. Ama yine de dikkat çekiyordu.
Yanlarından geçtiği insan erkekler ona bakmak için başlarını çeviriyor, bir şeyler hissederek kaşlarını çatıyor ama emin olamıyorlardı. Muhtemelen kadim zamanlardan gelen genetik hafızaları, onun en çılgın fantezileri veya en karanlık kâbusları olduğunu söylüyordu.
Emma her ikisi de değildi.
Paris’te tek başınaydı, Tulane’den yeni mezun olmuş bir öğrenciydi ve açtı. Başarısız geçen bir başka kan arayışı yüzünden güçsüz düşmüş, bir kestane ağacının altındaki rustik banka çöküp gözlerini kafelerden birinde espresso servisi yapan garson kıza dikmişti. Keşke kan da böylesine kolay dökülseydi, diye düşündü. Evet, keşke bitip tükenmez bir musluktan ılık ılık ve bol bol aksaydı, böylece karnı sadece hayalini kurarken bile guruldamazdı.
Paris’te açlıktan ölmek. Hem de arkadaşsız. Daha beteri olmuş muydu?
Çiftler taşlı kaldırımda sanki onunla alay edercesine el ele dolaşıyordu, Ona mı öyle geliyordu yoksa bu şehirde âşıklar birbirine daha mı tutkulu bakıyorlardı? Özellikle de bahar vakti. Geberin piçler.
îçini çekti. Ölmesi gereken piç kuruları olmaları, onların suçu değildi.
Bu arbedeye, bomboş otel odası ve Işık Şehri’nde bir başka kan torbacısı bulabileceği fikri yüzünden girmişti. Eski bağlantısı güneye gitmişti. Paris’ten İbiza’ya kaçmıştı. İşini bırakmasıyla ilgili çok az açıklama yapmıştı ve sadece “Yeniden doğan kralın dönüşüyle şaşaalı Paris’te” bazı “ciddi haltların” döndüğünü söylemişti. Her ne demekse.
Bir vampir olarak îrfan’a, insanları sadece hayallerde yaşan varlıklar olduklarına inandıran bir sınıfa üyeydi. Ama buradaki İrfan kalabalık olmasma rağmen Emma, torbacısının yerine yenisini koyamamıştı. Sormak için izini sürdüğü her yaratık sadece bir vampir olduğu için ondan kaçmıştı. Emma’nın bir safkan bile olmadığını ya da bir başkasını asla ısırmayan muhallebi çocuğunun teki olduğunu bilmeden çil yavrusu gibi dağılmışlardı. Korkunç üvey halalarının herkese anlatmayı pek sevdiği gibi, “Emma bir güvenin kanatlarını koparsa bile gözyaşı dökerdi.”
Israrla çıkmak istediği bu yolculuktan Emma’nın eline hiçbir şey geçmemişti. Ölmüş olan annesiyle babası hakkında bilgi toplama görevi -bir Valkyrie olan annesi ve kim olduğu bilinmeyen vampir babası tam bir başarısızlıktı. Halalarının onu geri çağırmasına sebep olacak bir başarısızlık. Çünkü kendi kendini besleyememişti. Acınası bir durum. İçini çekli. Bunu yetmiş yıl boyunca kafasına kakacaklardı.
Bir gürültü duydu ve düşen garson kıza üzülmeye vakit bulamadan bir gürültü ve bir tane daha geldi. Merakla başını kaldırdı. Tam o anda yolun karşısındaki masa şemsiyelerinden biri beş metre kadar havaya fırladı ve ta Sen’e kadar sürüklendi. Bir yolcu teknesi düdüğünü öttürdü ve Fransızca küfürler duyuldu.
Yürüyüş yolundaki meşalelerle yan yarıya aydınlanan, uzun boylu bir adam kafe masalarım, şövaleleri ve yüz yıllık pornografik eserler satan kitap stantlarını ters yüz ediyordu. Turistler çığlıklar atarak yıkımdan kaçmaya çalıştılar. Emma soluk soluğa ayağa fırlayıp çantasını omzuna astı.
Adam ona doğru gelerek kendine yol açarken siyah trençkotu arkasında dalgalanıyordu. Vücut yapısı ve doğal olmayan, akıcı hareketleri yüzünden Emma onun insan olamayacağını düşündü. Uzun saçları gürdü ve yüzünün yansını gizliyordu, birkaç günlük kirli sakalı vardı.
Titreyen eliyle Emma’yı işaret edip, “Sendiye hırladı.
Kız her iki omzunun üzerinden bakınarak, adamın çağırdığı talihsiz sen’i aradı. Kendisiydi. Lanet olsun, bu kafayı yemiş herif onda karar kılmıştı.
Adam avucunu açarak kıza gelmesini işaret etti, sanki gideceğinden çok emindi.
“Ee, şey, seni tanımıyorum” diye ayakladı kız, geri geri gitmeye çalışırken ama aniden banka dayandı.
Adam ona doğru gelmeye devam etti, aralarındaki masaları görmezden geliyor, kıza doğru ilerlerken yolunu değiştirmek yerine onları oyuncak gibi bir kenara fırlatıyordu. Soluk mavi gözlerinde öfke dolu bir amaç yanıyordu. Adam ona yaklaştıkça gazabını daha da fazla hissediyordu ve bu kızı rahatsız ediyordu çünkü onun türü gecenin avcısı kabul edilirdi, av değil. Ve çünkü içten içe ödleğin tekiydi.
“Gel.” Kelimeyi sanki zorlukla telaffuz etmişti. Kıza bir kez daha işaret etti.
Gözleri fal taşı gibi açılan kız başım iki yana salladı ve havada takla atarak bankın üzerinden geriye sıçradı. İndiğinde adam ardında kalmıştı, hızla iskeleye doğru koşmaya başladı. İki günden uzun süredir kansız kalmıştı ve güçsüzdü ama adadan kaçmak için Archeveche Köprüsü’nü geçerken hissettiği dehşet yüzünden hızlanmıştı.
Üç… dört blok geçmişti. Ardına bakmaya cesaret etti. Adamı göremedi. Ondan kurtulmuş muydu? Çantasından aniden yükselen müzik sesi yüzünden bir çığlık attı.
Hangi lanet olasıca, Crazy Frog’u cep telefonu melodisi olarak kaydetmişti? Gözlerini kıstı. Regin hala. Dünyanın en çocuksu ölümsüzüydü ve bir Sirene benziyordu.
Vampir topluluklarında cep telefonları sadece hayati meselelerde, acil durumlarda kullanmak içindi. Yoksa arayanlar, New Orleans’ın karanlık çıkmaz sokaklarında avlanmalarım böler ve en küçük bir titreşim bile daha aşağı mahlukların kulaklarım dikmelerine sebep olurdu.
Telefonu açtı. İti an çomağı hazırla: Işıltılı Regin.
“Şu anda biraz meşgulüm,” diye terslendi Emma bir kez daha omzunun üzerinden geriye bakarken.
“Ne yapıyorsan bırak. Toplanmakla vakit harcama. Annika seni acilen havaalanına bekliyor. Tehlikedesin.”
“Hadi ya.”
Klik. Bu bir uyan değil, emirdi.
Uçağa bindiğinde detayları soracaktı. Sanki eve dönmek için bir neden gerekiyormuş gibi. Tehditten bahsedilmesi bile topluluğuna apar topar geri gitmesine ve onu tehdit edecek her şeyi öldürüp kötülüğü uzakta tutacak Valkyrie halalarının yanına dönmesine yeterdi.
İndiği havaalanına giden yolu hatırlamaya çalışırken yağmur yağmaya başladı. Önceleri sıcaktı ve çiseliyordu. Nisan âşıkları saçakların altına sığınırken hâlâ gülüşüyorlardı ama hava hızla soğuyordu. Kalabalık bir caddeye geldi, trafiğin içinde kendini daha güvende hissediyordu. Silecekleri ve kornaları tam gaz çalışan arabaların arasından sıyrıldı. Takipçisini görmemişti.
Boynundan sallanan tek çantayla hızlı hareket ediyordu, açıklıkta bir park ve onun ardındaki havaalanını görene kadar ayağının altından kilometreler geçmişti. Isınan jet motorlarının etrafındaki buğulu havayı ve uçağın tüm pencerelerindeki perdelerin sıkıca kapalı olduğunu görebiliyordu. Neredeyse varmıştı.
Emma kendini adamdan kurtulduğuna ikna etmişti çünkü gerçekten hızlıydı. Aynca kendini olmayan şeylere inandırmakta da maharetliydi, numara yapmakta pek ustaydı. Gece okuluna gitmek kendi seçimiymiş, kızaran bir yüz onu susatmamış gibi davranabilirdi.
Habis bir kükreme duyuldu. Emma’nın gözleri açıldı ama arkasına dönmek yerine arazi boyunca koşmaya devam etti. Çamurlu toprağa düşmeden bir saniye önce ayak bileklerine sarılan pençeleri hissetti ve yere sırtüstü düştü. Bir el ağzım kapadı ama zaten çığlık atmamak için eğitilmişti.
“Benim gibilerden asla kaçma.” Saldırganının sesi insan gibi değildi. “Kaçamazsın. Ve bundan hoşlanırız.” Sesi bir canavarınki gibi gırtlaktan geliyordu ve pürüzlüydü ama aksam… İskoç muydu?…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Edebiyat Fantastik Korku - Gerilim Roman (Yabancı)
- Kitap AdıArzuların Esiri
- Sayfa Sayısı400
- YazarKresley Cole
- Çevirmen Damla Özlüer
- ISBN9786055289560
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm , Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Biz Hep Şatoda Yaşadık ~ Shirley Jackson
Biz Hep Şatoda Yaşadık
Shirley Jackson
Dünyadan gizlenerek yaşayan iki kız kardeş ve gölgesini geçmişten bugüne, onların üzerine düşüren gizemli bir olay… Usta yazar Shirley Jackson, bu kısa ve mücevher...
- Kanlı Ay ~ Pelin Çelik
Kanlı Ay
Pelin Çelik
BEBEK BEDENİNİ TANRIÇA HEKATE’YE EV YAPAN ANBER VE ONU KANLI AY’DA KURBAN EDECEK OLAN İBLİS ARES SALENMİR’İN AŞKLA BEZENMİŞ KANLI HİKAYESİ Eşsiz zihni gözlerinin...
- Tek Tadımlık Hayat ~ Dr. Lee Lipsenthal
Tek Tadımlık Hayat
Dr. Lee Lipsenthal
Her günü son günmüş gibi yaşayın Nasıl olsa bir gün haklı çıkacaksınız! Steve Jobs (Stanford Üniversitesi’ndeki konuşmasından…) Çoğu zaman uçurumun kenarına gelmeden hayatın değerini...