Çocuklar! Hepimizin yaptığı gibi siz de ana babalarınızı hayal kırıklığına uğratmak için doğdunuz, çünkü ana babalarımız, bize içinde sonsuza kadar mutlu yaşayacağımız, yumuşak minderlerle döşeli, yaldızlı kafesler hazırladılar.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Avrupa enkaza dönüşürken, hastalarını ve kendisini iyileştirmek için modernin ötesinde bilgi arayışına çıkan Constance’la açılır sahne. Freud’cu bir psikanalist olarak, Cenevre’deki savaş yorgunları ve travmalı insanlarla ilgilenen genç kadın, aynı zamanda eski sevgilisi Sebastian’ın oğlunun da tedavisini üstlenir. Sebastian ise, İskenderiye merkezli gizli gnostik kardeşliğe karşı görevini yerine getirmek için Cenevre’den ayrılmak üzeredir.
Avignon Beşlisi’nin dördüncü kitabı Sebastian, kutsalın yozluğa teslim olduğu, yanılsamalarla dolu bir dünyada varoluşun anlamını, insan zihninin ve ruhunun karanlık girintilerini soruşturuyor.
“Keskin ve alaycı… İnsanı okumaya teşvik eden sinsi bir güç var Durrell’da.”
The Observer
1
Anımsama
Prens kızgındı. Hemen o an Affad’la birlikte Mısır’a dönmeye karar verdi. Constance’a âşık olmak gibi “geçici bir istek”e direnemediği için onu fena halde azarlamıştı. Resmî limuzinle Cenevre Havalimanı’na giderlerken de hâlâ bu konuyu konuşuyordu onunla. “Tam bir münasebetsizlik,” dedi, “üstün deneyimini, o araştırıcılara karşı yükümlülüklerini düşünürsek.” İskenderiye’deki bilinircilerin o küçük derneğinden söz ediyordu, ikisi de o derneğin üyesiydi ve onların inanç ilkelerine yürekten bağlıydılar. Evet, o konuda Affad büyük bir suçluluk duyuyordu; kendi isteğinin ihanetine uğramışlık duygusuydu bu. Belleğinde Constance’ın yüzü belirmişti, sanki Constance onu elinde olmadan yaptığı şey için azarlıyordu. “Âşık olmaya hiç hakkın yoktu,” dedi Prens ters ters. “Onu incitmene izin vermeyeceğim.” Affad’ın boğazından bir sabırsızlanma sesi çıktı. “Senin dediğin gibi bir şey yok ortada. Bir başka sözcük bulmalıyız. Engouement1 duymayacağım ona. Başka türlü bir şey bu. Deli divane olmak falan değil.” (Fransızca konuşuyorlardı, yüksek bir ses tonuyla.) Uzun bir sessizlikten sonra Affad, “Benim için yepyeni bir deneyimdi; şapa oturdum – j’ai calé. Evet, Prens, kendimi tutamadım. Ayrıca ona sen sanki kendin âşıkmışsın gibi konuşuyorsun.” Bu, Prens’i korkunç öfkelendirdi, çünkü doğruydu. Gücenmiş bir hindi gibi esrarlı gurultular çıkardı, bir patiska mendiline sümkürdü. Çözümü olmayan bir sorundu. Sinsi aşk cinleri, elbet çağdaş dünyanın sunduğu o suyuna tirit ahlaksal azıkla beslenmiyordu artık. Affad, gizemcinin ahlaksal coğrafyasını oluşturan o gizli alanı ya da âlemi, vicdan azabına karışan derin bir özlemle düşünüyordu. Bir keresinde arkadaşı Balthazar büyük bir üzüntüyle şöyle demişti: “Ben kendi hayatımı yaşadığımı sanıyordum, oysa hayatım beni yaşıyordu hep, dış yardım almadan. Bunu anlamam yarım yüzyıl sürdü. Özsaygıma ne büyük bir darbe!” “Senin davranışın demode bir davranış,” dedi gene Prens. “Gebelik önlemleri değiştiğine göre. Kadınlar bir zamanlar bir erkeğin hayatının biricik olayıydı, bugün kadınlar alt tarafı saman gibi bir meta. Kolay elde edilir olmak onların değerini düşürdü.” “Constance’ın değil.” “Tabii ki Constance’ınkini de,” dedi yaşlı adam. Affad sessizce oturmuş geçmişi düşünüyordu. Constance’ı ilk gördüğünde gözlerine inanamamıştı, onun güzelliği öylesine farklı gelmişti ona. (“Yaşadıkları çağa uygun davranmayan insanlardan nefret ederim,” dedi Prens hışımla, bile bile kırıcı olmaya çalışarak.) “Doğrusu ben de ederim. Ama belli bir zamanda, belli bir parçamız çağın gerisinde kalıyor, zamansal olarak tarih öncesinde kalmakta direniyor. Duyularımızı, atalarımızın öpüşleri teslim almış durumda; biz aşkın yalnızca dağıtımcılığını yapıyoruz, yaratıcısı değiliz. Yatırımcısı hiç değiliz.”
“Saçma!” dedi Prens. “Bu şeytansı duygunun bir kez hiç de ölmek üzere olmadığını anlayınca ne yapacağımı şaşırdım. Boş yere ondan kaçmaya çalıştım, gerçekten de çaba gösterdim!” “Saçma!” diye haykırdı Prens, limuzinin tabanına ayağıyla vurarak. Öfkeden… yalnızca ahlaksal bir kızgınlıktan değil, kıskançlıktan deliye dönmüştü. Affad, “İffet yeminini bozmuş bir papaz yardımcısıymışım gibi davranıyorsun bana. Buna izin veremem,” dedi. Ama bu doğru değildi, konu çok daha ciddiydi. Sözcüğün en gerçek anlamıyla bu bir ölüm kalım ve esirgemezlik sorunuydu. Kendi amaçlarının gerisine düşmüştü. Eski zamanlarda esirgemezlik, işte bu özel şeytanın gönlünü almak için icat edilmişti. Girit Minotauros’unu yatıştırmak için telef edilen tüyü bitmemiş yüzlerce oğlanı, buluğa ermemiş yüzlerce kızı düşünün! “Son doğum günümde yaşlı teyzem Fatima, bana bir telgraf gönderdi, şöyle diyordu: ‘Ölüm, o bilinmeyen şey için önemsiz olduğuna göre, senin için neden önemli olsun?’ Haksız mı?” “Evet, haksız,” dedi Affad, sırf terslik olsun diye, çünkü Prens çok can sıkıcı olmaya başlamıştı, ona daha fazla ödün vermenin anlamı yoktu. Tanrıbilimsel konular başka şeydi – Yıldız Komitesi’nin önüne çıkıp bağlılığının hesabını vermesi gerekecekti, yani, ama bu onun içtenliğini her türlü sondajlama hakkına sahip küçük bir iç komiteydi. Onlar, Prens gibi Constance’tan haberli falan değildi. “Aslında, senin bunca karşı olduğun duyguya, Constance’ın kendisi de biraz fazlaca tıbbi bir tavır takındı,” dedi; Prens’in kıza duyduğu sevgisinin çevresinde zihninin büzüştüğünü hissediyordu. Constance bir keresinde küçümseyici bir ifadeyle aşkın angoisse vésperale’inden, “akşam kederi”nden söz etmişti, ama sonra birden yumuşamış, gözlerine yaşlar dolmuştu, elini ağzına götürdü, sanki ağlama isteğini bastırmak istiyordu. Alçak sesle eklemişti: “Mon Dieu! Quel sentiment de déréliction!” 1 “Evet, senin dediğin gibi galiba bu bir saçmalık, ama çok pahalı bir çılgınlık biçimi. Kız, yüksek ateşle yatağa düşecek ve bütün angustia’sını2 tıp mesleğiyle ilgili görevlerine aktaracak. O ölü yaprak yığınının karşısına nasıl çıkacak, çevresini kuşatan o sinir hastalarının?” Bir süre sessizce yol aldılar, Prens sinirli sinirli kaş çatarak parmaklarını çatlatıyordu. O yürekli kızın, diye düşünüyordu, bu tatlı engerek yılanı herifin büyüsüne ve çılgınlıklarına karşı kendini savunmak zorunda kalması. Çıldırmak işten değildi, çünkü kendisi de Affad’ı, en yakın arkadaşını sever gibi seviyordu. “Sana üzüntümü açmaya neredeyse cesaret edemiyorum, çünkü çok sert tepki gösteriyorsun. Acaba onu gebe bırakmaya çalıştığımı söyleseydim örneğin, ne derdin – ikimizi kesin olarak birleştirecek tam bir felaketi yani, göze aldığımı. Ha?” Bu sırrı duyunca yaşlı adam oturduğu yerden fırladı, ama bir şey demedi; bir süre dümdüz ileriye bakarak oturduktan sonra, “Kızcağız biliyor mu? Kesinkes?” dedi. Affad, onun kolunu sevgiyle tutarak yanıtladı: “Ne yazık ki evet!” Biraz şaşırtıcı bir biçimde Prens kuş gözü gibi parlayan gözlerini ona çevirdi, beklenmeyecek bir sevgi ve duygudaşlıkla, “Ne şanssızlık! Zavallı kız! Ama öbür türlü olsa onu yüzüstü bırakma kararını vermen daha güç olabilir, bu karar daha acımasız görünebilirdi. Koca bir korkak gibi davranmışsın, benim düşüncem bu; iki tarafı da umut kırıklığına uğrattın, Eros’u da Thanatos’u3 da. Evet, başı öne eğik dolaşabilirsin oğlum. Bu ahlaksal elyaf eksikliği için aşkı suçluyorsundur herhalde?” Bu kez de Affad, “Saçmalık!” dedi kızararak; tepkisinin sertliğinin farkında olduğu yüzünün kızarmasından belliydi. Düşünceleri tam bir daire çizdikten sonra gelip kendi kendini suçlamanın batağına saplandı, hayatı üzerinde son sözü söyleme hakkının o gizli derneğin elinde olduğunu, her an geleceğine ipotek koyabileceklerini bilmenin yarattığı iç sıkıntısına boğuldu. Ne biçim bir lanetti bu, dostu dostla, sevgiliyi sevgiliyle karşı karşıya getiren bu aşk. Çevresindeki bütün dostlukları yer değiştirmişti, Constance’ın onu seçmesiyle birlikte hepsi yerlerinden oynamıştı. Uzanıp yatan Blanford’ın yatağının yanında, bundan hiç de daha az kasvetli olmayan dakikalar geçirmişti; Blanford’ın arkadaşlığı artık onun için Prens’inki kadar değerliydi. “O lanet romanın bazı bölümlerini Constance’ın okumasına izin vererek hata ettim; senin inançlarının, senin hayatın için ne kadar önemli olduğunu öğrendi böylece… Ona söylemedin, değil mi? Ah, Tanrım, çok özür dilerim. Ama onun açısından sen yalnızca hastasın, adeta; seni elinde tutmak, seni yakalandığın din manyaklığının bu tehlikeli türünden kurtarmak için yanıp tutuşuyor olmalı!” Affad dinlerken ellerini ovuşturuyordu. Kendisini daha fazla çözümlememesini rica etti dostundan. O lanet roman, Blanford’ın yanında, yatağın üzerinde duruyordu. Blanford ara sıra dalgın dalgın ve derin bir kederle ona dokunuyordu. “Sebastian, lütfen beni bağışla,” dedi. Affad ayağa kalktı. Yatakta yatan arkadaşının kaygılı yüzüne sevgi ve duygudaşlıkla bakarak bir süre ayakta dikildi. “Aubrey,” dedi yüksek sesle, sonra sustu. Bir tek müzik notası gibi bir tek sözcük. Bir “Hoşça kal” eklemedi, çünkü gereksizdi – çünkü soyut anlamıyla düşünülürse hiçbir yere gittiği yoktu. Ama şunu ekledi: “Lütfen, içinden gelirse bana mektup yaz; ne zaman geri gelirim hiç bilmiyorum, ama şu an niyetim üç ya da dört ay sonra gelmek.” “Geri döneceğini biliyorum. Olayların düzenini biraz biraz çakmaya başladım, karışıkmış gibi görünen şeyler anlam kazanmaya başlıyor. Mısır’a hasta olduğum için geldiğimi şimdi anlıyorum, sırtımdaki adamdan korkuyordum. Sutcliffe’ten kurtulmak umuduyla bir Sinbad yolculuğu yaptım – Sutcliffe’ten kurtulmak için çeşitli girişimlerde bulunduğumu fark etmişsindir, örneğin köprüyü bir simge olarak kullanıp onu intihar ettirmeye çalıştım. Sokrates gibi bir Ses’ten başka bir şey olmayan bu nesneyle baş etmenin tek yolunun, onun somutlanmasına, yaşamasına, kendini dışa vurmasına izin vermek olduğunu anlamam için belkemiğimde birkaç delik açılması gerekti. Ona yaşama olanağı tanıdığın zaman zararsız bir hayalet durumuna geliyor, gerçek biriymiş gibi kabul ediliyor. Tek beceremediği şey aşk. O da insanın kendine düşen bir şey.” “Aman Tanrım!” dedi Affad iç ezikliğiyle. “Gene mi?” “Onu ben oluşturdum, böbrekte oluşturulan bir taş gibi – ya da bir ur gibi, doğumun hiç eksik olmayan tanığı plasenta tarafından atılması gereken bir insanın ikizi, gölge oluşum gibi. Bunca ağzı kalabalığın canı cehenneme! O yaratık yaşıyor ve öğle yemeğine geliyor, hatta krallığa hizmetlerinden dolayı bir süre sonra İngiliz İmparatorluğu Nişanı alacak. Ah Tanrım, Sebastian, burada kalmanı öyle çok isterdim ki, senden öyle çok şey öğrendim ki!” Arkadaşı hâlâ bir şey söylemiyor, ayakta dikilmiş sevgiyle ona bakıyordu. Blanford çok zayıflamıştı, solgun ve süzgün görünüyordu; belkemiği ameliyatları sağlığından alıp götüreceği kadarını götürmüştü, ama şimdiye kadarki ameliyatlar başarılıydı; cerrah, bundan sonra yapılacak sonuncunun en önemlisi olduğuna inanıyordu. Ondan sonrası kas sisteminin eski gücünü yeniden kazanmasına ve hastanın kalkıp oturmayı, yeniden yürümeyi düşlemeye başlamasına bağlıydı. Zamanın bu noktasından bakıldığında öylesine bir düş olarak görünüyordu ki bu, sonunda kesin bir hayal kırıklığına uğramak korkusu yüzünden kendisi bunu neredeyse aklına getirmeye cesaret edemiyordu. Yatağının yanındaki şişeden bir bardağa su doldurdu, içti, ama o zararsız içkiyle arkadaşının onuruna kadeh kaldırmayı unutmadı. Şimdilik alkol yasaktı, yoksa bir ayrılış anısı olarak içki ikram ederdi. Ama böylesi daha iyiydi. Böylece Affad düşünceli ve kederli bir sessizlik içinde izin isteyip ayrıldı. Aynı öğleden sonra, hastabakıcı Blanford’ı yıkayıp giydirirken Constance umulmadık kısa bir ziyarette bulunmak için başını kapıdan uzattı – yeni bir Constance yani. Çünkü uykusuzluktan ve mesleğinin verdiği gerginlikten dolayı solgun görünüyordu, alışılmadık bir dalgınlık ve durgunluk içinde konuşuyordu. Sevgilisinden söz etmedi, beriki de öyle, çünkü kendisinin de Constance’a âşık olduğunu biliyor, kendi bencilliği yüzünden, kendini önemsemek yüzünden ona zarar verdiğine üzülüyor, bu gerçeklerin inatçı bilgisi mutsuzluk ve şaşkınlığını artırıyordu. Bir süre sessizce oturdular, Constance elini ötekinin kolunun üzerine koymuştu, gerilimsiz bir sevgiyle, belki de biraz, sanki sevgi ve ilgi dilenerek. Şaşkınlıklarının son noktasına gelmemişlerdi daha, bakarsanız. Şimdi konu Livia’nın ölümüydü. Constance’ı en çok şaşırtan şey, haberin Felix Chatto’yu, hiç kimseyi sarsmadığı kadar derinden sarsmasıydı – Felix neredeyse fiziksel olarak yere yığılıp kalmış gibiydi. Toplum içindeki o yeni güveninden, hiç kimseyi iplemez havalarından iz kalmamıştı. Dünya adamı olmanın kolay görkemi uçup gitmiş, geriye ürkek bir üniversite öğrencisi kalmıştı. Oğlanın da bunu gerçekten şaşırtıcı buluyordu – evet, Livia yaşarken Felix ona karşı bir yeniyetmenin tutkunluğunu fazlasıyla duymuştu; ama kendi duygularına asla güvenmemişti, ancak arkadaşı Aubrey’e acı çektirmek hoşuna gidiyordu. Şimdi Constance’ın ona getirdiği haberle birlikte her şeye karşın onu sevmiş olduğu gerçeğini anlıyordu –çünkü hâlâ seviyordu, geriye dönük ve geçmişi kapsar biçimde– onun kayıplara karıştığı, varlığını sürdürdüğünün ancak varsayılabileceği o uzun, gizemli aylar boyunca neredeyse hiç aklına gelmemiş olmasına karşın, onun yok oluşu düşüncesi onu allak bullak etmişti. Constance, insanların yataklarının yanında oturup onlara yatıştırıcı reçetesi yazmaktan bıktım, diye düşünüyordu. Ama bu garip davranış, oğlanın kendisini şaşırttığı kadar Constance’a dokunmuş ve ilginç gelmişti. Örneğin oğlan Livia’nın ölümüyle ilgili en küçük bir bilgi kırıntısına bile susuzluk duyuyordu; nasıl bulunduğunu, gövdenin nasıl kesilip indirildiğini, sonra ne yapıldığını bütün ayrıntılarıyla bilmek istiyordu, hatta kalçasındaki küçük kesik gibi önemsiz ayrıntılara kadar – Constance, kız kardeşinin aklını çelmiş olan eski bir kanının, kazara diri diri gömülme boş inancının gereğini yerine getirmiş, öldüğünden emin olmak için buduna bir çizik atmıştı. Sam’in ölümünde en küçük ayrıntıyı bile öğrenmek için kendisinin nasıl ısrar ettiğini hatırladı – kendisine acı bile verecek olsa, bildiği her şeyi anlatması için Blanford’a nasıl yalvarmıştı. Acıyı böyle emmek, acıyı alt etmenin bir yoluydu – şimdi Felix Chatto’nun da aynı şeyi yaptığının farkındaydı. Livia’yla gizemli değilse bile bilmecemsi bir ilişkisi olan Smirgel’in, yani o Alman ihbarcının adının geçmesi ne ilginçtir ki onun bellek tellerinden birine dokunmuştu – çünkü savaştan önce hepsi birlikte Provence’tayken Livia’nın sık sık ortadan yok oluşları, kentin resim koleksiyonundaki ünlüce tabloları onarma işinin emanet edildiği Alman bir biliminsanının varlığına bağlanabilirmiş gibi görünmüştü. Livia’dan daha yaşlı, zararsız, bilime adanmış biriydi. Smirgel miydi o acaba? İlişkileri o zaman mı başlamıştı? Constance bunu öğrenmek için Affad’a sormalıydı; sonra birden kasığına bir bıçak batırılmış gibi sevgilisinin yokluğunun acısını hissetti. “O kişi Smirgel olmalı!” diye haykırdı Constance, belleğinin acısını boğmak için gereksiz yere vurgulamıştı. “Bana iki ünlü tabloyu onardığını söylemişti. Biri Clement’ın Cockayne’iydi.”1 Bu anı nereden çıkıp gelmişti böyle? Bilmiyordu. Felix, “Birisi Livia’nın kafasını Goethe, Kleist, Novalis’le dolduruyordu, o da Keats’ten ezbere dizeler okuyarak uyanan zavallı Aubrey’in kafasını bunlarla ütülüyordu. Ne yapıp edip bundan hemen kurtulmalıyım, onun hayatımı böyle rasgele berbat etmesine izin veremem,” dedi. Demek aşkın böyle rezil bir yanı da var ha? Constance çevresindeki dünyayı belli bir tutarlılığa hiçbir zaman kavuşturamayacak olmanın suskun umutsuzluğuyla kliniğe yürüyerek döndü. Kendi kendine şöyle dedi: Aranızda yukarıdan aşağıya kadar inen bir engel var – süreç ilk bakışta başlıyor, Shakespeare son derece haklıydı, Petrarca gibi, Marlowe gibi. Tık! Birdenbire birbirinizin düşüncelerini düşünmeye başlıyorsunuz. Başka bütün zihinsel eğilimler anlamsız, önemsiz, bayağı görünüyor… Anlaşılacak daha başka bir şey yok gibi görünüyor! Bulutlar oluşmuş, gölün üstüne inmişti, dağ dekorunda hayatı noktalayacak olan elektrikli, gök gürültülü bir fırtına koparmaya hazırlanıyordu. Constance hâlâ o ilk kucaklaşmanın, o büyük çarpışmanın etkisi altındaydı, şimdi öylesine gerilerde kalmıştı ki bu çarpışma, tarihöncesine aitmiş gibiydi. Gene de oracıkta duruyordu, düşüncesinin yüzeyinde hep vardı. Constance çok değişmişti. Sutcliffe’ ten ödünç aldığı bir kitabın kenar boşluklarında şu notları bulmuştu: “Aynı insanlar, hiç farkında olmadan başkalarıdır da.” Rüzgâr çıkmış, gölün suları kara el izi damgalarıyla dolmuştu. Kendisine yaklaştığını hissettiği sinir çöküntüsü kadar uğursuz bir biçimde, gölün karşı tarafında gökyüzü şişmişti. Bir-iki kez ağlamayı denedi, ama olmadı; ruhu bir kemik gibi kupkuruydu. Sonra yağmur yağmaya başladı, el çantasını başına koydu, araba vapuruna kadar son yüz metreyi koşmak zorunda kaldı. Doktor arkadaşı Schwarz yazı masasında put gibi oturmuş, kendinden geçmişçesine dünya haberlerini, News of the World’ü okuyordu. Günlerce akıl hastalarıyla yaşadıktan sonra, kendisinin deyimiyle bu gerçeklik yolculukları canlılık verici oluyordu; bu cinayetlerin, akılsızlıkların, felaketlerin, hastalıkların bitip tükenmez kataloğunda gerçek dünya varlığını belli ediyor, sınırlarının çizgilerini çiziyordu. Güvenilmezliklerle, cezalarla doluydu – bir dil ya da zihin sürçmesi, insanın doktora ya da psikiyatriste yem olmasına, göl kıyısında çimenliklerin, meyve bahçelerinin arasına yapılmış bu sessiz otelin müşterisi durumuna gelmesine yetiyordu. Burada, eski tanrıbilimlerin kurt yenikleri arasında, onlar bilimin gücünün kalmadığını, entropi yasasının egemen olduğunu biliyorlardı. Bir zamanlar onca “gerçek” olan gerçeklik şimdi yalnızca “var olma eğilimi” gösteriyordu. Doğru denen şey geçiciydi, ölçeğe bağlıydı. Doğru, ancak “genelde” doğruydu. Birisi, belki de Schwarz’ın kendisi, masasının üst yanındaki kara tahtaya şu şiiri karalamıştı.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAvignon Beşlisi 4: Sebastian ya da Güçlü Tutkular
- Sayfa Sayısı248
- YazarLawrence Durrell
- ISBN9789750760396
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yeniden Çarmıha Gerilen İsa ~ Nikos Kazancakis
Yeniden Çarmıha Gerilen İsa
Nikos Kazancakis
Yeniden Çarmıha Gerilen İsa, çağdaş Yunan ve dünya edebiyatının en seçkin kalemlerinden Nikos Kazancakis’in ünlü romanlarından biridir.Yunanistan’ın Likovrisi köyünde Paskalya Yortusu’nda geçen olaylar, köyün...
- Uykusuz Geceler ~ Sherrilyn Kenyon
Uykusuz Geceler
Sherrilyn Kenyon
Sevgili okuyucularım, Ölümsüz olmanın nasıl bir şey olduğunu merak ettiğiniz oldu mu? Ya insan avlayan vampirlerin peşine düşerek geceler geçirmenin? Sınırsız zenginliğe ve güce...
- Mutluluğun Parfümü Yağmur Altında Daha Güzel Kokar ~ Virginie Grimaldi
Mutluluğun Parfümü Yağmur Altında Daha Güzel Kokar
Virginie Grimaldi
“Seni artık sevmiyorum.” Üç kelimeden oluşan bu kısacık cümle Pauline’in hayatını alt üst etmeye yetti. O geceden sonra Pauline hayatla bağlarını kopardı ve sadece...