“Ben bir 20. yüzyıl insanıyım Nazlıcığım, insanlık tarihi boyunca meydana gelmiş bütün eşitsizliklerin acısını ve utancını duydum. İlk kez benim yaşadığım dönemde dünya tam bir bütünlük kazandı, ilk kez dünyalılar birbirlerinin varlığını bilerek, duygu ve düşüncelerine ortak olarak, kederde ve sevinçte paylaşmayı hissederek yaşamayı öğrendiler. Henüz başındayız yeni bir hayatın ve en büyük sorun bence kadının yaşayışta hak ettiği yeri alması…”
Bu satırlar Sadun Tanju’nun Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde tiyatro eğitimi alan torununa yazdığı bir mektuptan… Gençlerin bilgi bombardımanı altında yalnızlık çektiği ve yol bulmakta zorlandığı 21. yüzyılda Nazlı şanslı bir genç. Dünyayı tanımasını sağlayan, kendine yol bulmasını kolaylaştıran bir rehberi var. Bir mektubunda dedesine, “Her mektubunuzda kitapların verdiği bilgiler ve bir dedenin torununa esprili bir şekilde açıklamaları var. Ben bunları başka dede ve torunlar da görsün isterim” diyerek bu şansını diğer gençlerle paylaşmak istiyor.
Karşılıklı sevgi ve saygının her satırından yansıdığı bu mektuplar toplanarak Ay’da Buluşalım başlığıyla kitap haline getirildi.
Gençlerin basın dünyasının çınarlarından Sadun Tanju’dan öğrenecekleri pek çok şey var…
***
KİTABA DAİR…
Ben o zaman 70’li yaşlardaydım. Yılın yaklaşık 10 ayını Bodrum-Turgutreis’de bir kıyı evinde geçirirdim. Torunlarım küçücüktüler.
Yaz gelsin de birkaç hafta birlikte olalım diye tatili iple çekerdik. Nazlı, telefonda sorardı: “Dedeciğim, sizin orada da Ay görünüyor mu?” Yıldızlı gökyüzünü araştırır, Çatal Ada’nın üzerinden Japon feneri gibi asılı Ay’ı görünce: “Evet kızım, testekerlek duruyor orada” derdim. Çığlık atardı Nazlı. “Tamam dedeciğim, şimdi ikimiz de Ay’a bakıyoruz, buluştuk sizinle!” derdi.
Aradan yılllar yıllar geçti. Ben 90’a vardım; Nazlı, yüksek öğrenimi için Paris’e gitti. Ona uzun bir mektup yazdım. Cevap verdi. Baktım, her mektupla daha çok seviyorum hayatı; uzaklaşma, bıkkınlık, yorgunluk hissetmiyorum. Ay’da beni bekleyen bir genç kız var. Bu mutluluğu herkes yaşasın.
Sadun Tanju
20 Şubat 2009
Dedeciğim,
Size Paris’ten ilk kartımı atıyorum. Resimdeki yer Sacre Coeur Kilisesi’nin yakınındaki, “Place de Tertre.” Burada gündüzleri ressamlar oluyor. Çok turistik bir yer. Benim evim buraya çok yakın. Çok seviyorum burayı. Evimden de Sacre Coeur görülüyor zaten. Size ayrıca arkadaşlarım buradayken çektiğimiz resimlerden bazılarını yolluyorum. Albüme ben orada olmasam da, yeni resimlerim girmiş olur! Tatilimde, tavsiye ettiğiniz gibi Paris’i detaylı gezeceğim. Bir kitap aldım, Paris’in az bilinen yerlerini gösteriyor. Bol bol video çekerim, geldiğimde izleriz. Bir gün bize gittiğinizde internetten sizi göreyim de, özlemimi biraz olsun gidereyim. 10 Nisan’ı iple çekiyorum!
Sizi çok özlüyorum Dedeciğim.
“Parisienne” torun; Nazlı
Turgutreis, 3 Ekim 2009
Nazlı,
Sonunda şöyle bir karar aldım. Yaşamımın geri kalanında can sıkıntısı içinde of-puf etmek istemiyorsam, birşeyler yapmam lazım.
Gittikçe yalnızlığım artıyor ve seninle bile uzaktan yaptığımız telefon görüşmeleri bu yalnızlığı hafifletemiyor. Biliyorsun, uzun yıllardır yaşamla ilişkimi bol bol okuyarak koruyorum. Herkese, yaşlılıkta en büyük mutluluğun okuyabilmek, düşünebilmek ve hâlâ yeni birşeyler öğrenmekte olduğunu hissetmek duygusu olduğunu söylüyorum. Şimdi 90 yaşıma yaklaşırken,
yaşamı biriyle paylaşmadıkça insanın can sıkıntısı çekebileceğini düşünmeye başladım. En yakınımda sizler varsınız ve ben şimdi birbirimizi ne kadar tanıyoruz sorusunu kendime soruyorum.
Geçenlerde Ayşe Arman, Hürriyet’te “Babamı tanıyamadan kaybettim.” diye dert yanıyordu. Düşün, 40 yaşında babasını kaybediyor ve arkasından böyle hayıflanıyor. Ben 16 yaşımda babasız kaldım. Dolayısıyla babamı hiç tanımıyorum. Bu hissimi Bazı Anılar ¹ adlı kitabımda anlatmıştım. Ben bu yaşımda bile Nazlıcığım, babamı rüyalarımda bir yabancı gibi görürüm, evimizde bir pansiyoner gibidir, hem beraber hem yabancı… Kaç kez uyandıktan sonra uzun uzun düşünmüşümdür. Hatırlarsan, sana, İpek’e ve Alp’e zaman zaman sorarım, “Benim kitaplarımı merak edip okudunuz mu?” diye. Torunlarımın beni ne kadar tanıdıklarını hep merak etmişimdir. İşte açıklıyorum. Size kendimi anlatacağım.
Bunun için de seni seçtim. Şimdi uzaklardasın ve bir nostalji içinde beni okumak, dinlemek için vakit bulursun.
Seninle iyi bir iletişim kuracağız. Sen başlangıcındasın, ben sonundayım hayatın ve üç dört nesil bir arada çok hızlı bir dönemde yaşıyoruz. Tribünde seyirci gibi duruyorum ama her olaydan etkileniyorum; siyasal, sosyal, kültürel haberler karşısında hep o eski atak, doğruyu, güzeli, iyiyi arayan iç dünyamı hâlâ capcanlı buluyorum. Bir dede ve torun olarak hayatın yorumunu yaparsak hoşça vakit geçiririz diye düşünüyorum. Bir deneyelim bakalım.
Destur… Bismillâh…
Benim değer verdiğim bir gazeteci dostum vardır. Reşit Aşçıoğlu. yazları o da Turgutreis’te oturuyor, görüşüyoruz. Geçen yaz sonu 635 sayfalık tuğla gibi kalın bir kitap getirdi. Galileo
Galilei’nin ünlü İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog’unu İtalyancadan çevirmiş. Şöyle özetleyeyim. Dört asır öncesine kadar insanlık, Dünyamızın Evren’in göbeğinde hareketsiz durduğuna ve Güneş’in onun etrafında döndüğüne inanıyor. Galileo da “Hayır, Dünya düz değil yuvarlaktır, hem kendi etrafında hem de Güneş’in etrafında dönmektedir; Ay’a gelince, Dünyamızın uydusu olup kendi ışığını değil Güneş’in ışığını yansıtmaktadır.” dediği için Engizisyon Mahkemesi hakimlerinden zılgıt yiyor: “Ne yani, siz Tanrısal gerçekleri saptırmak mı istiyorsunuz?”
Tesadüf bu ya, Galileo’dan sonra Stephen Hawking’in hayatını anlatan bir kitap geçti elime. Hawking, zamanımızın en büyük evrenbilimcisi. Bugün 67 yaşında. Galileo’nun ölümünün 300. yılına rastlıyormuş doğum tarihi, 8 Ocak 1942. Hawking, tekerlekli sandalyeye mahkûm, ufalmış, 40 kiloya düşmüş, bir kemik yığınına dönüşmüş, sadece mavi gözlerinde hayat işareti olan kas hastası bir adam. Ama beyniyle Evren’in efendisi. Aristoteles ile Galileo arasında 2000 yıl var, insanlar bilim diye Aristoteles’in ve Vatikan’ın sözünden dışarı çıkmamış; sonraki 300 yılda da, Evren’i keşfe çıkıp şaşmışlar. Hani Dünya merkezdi, Güneş etrafında dönüyordu?
Güneş’in 350.000 Dünya büyüklüğünde bir yıldız olduğu, Güneş sisteminin bütün uydularıyla beraber Samanyolu Galaksisi’nde çok küçük bir küme oluşturduğu, Evren’de 200 milyar kadar galaksi (gök ada) bulunduğu; bütün bu kitlelerin yapısı bilinmeyen bir karanlık madde içinde adeta yüzdükleri; Evren’in kozmik bir saat mükemmelliği içinde çalıştığı artık biliniyor ve Stephen Hawking gibi beyinler şu soruya cevap arıyor: “Bu saati yapan kim? Kuran kim?”
Böylece kızım, bilim yoluyla yeni mistik labirentlere sürükleniyoruz.
Ay’a giden astronotlara sormuşlardı “Tanrı’ya rastladınız mı?” diye. Şimdi Evren’in efendisi Hawking’e de aynı soruyu soruyorlarmış.
Bilgimiz arttıkça Evren’in muhteşem işleyişi karşısındaki şaşkınlığımız ve hayranlığımız artıyor, dinin büyüsü galiba bilimde ve akılda da bizi sarıp sarmalamaya başlıyor.
Gelecek mektupta bir başka konuda gevezelik ederiz.
Kucaklarım.
Turgutreis, 6 Ekim 2009
Nazlı,
Halikarnas Balıkçısı hakkında lisede birşeyler okumuşsunuzdur. Bizim okullarımızda edebiyat dersleri, ancak şans eseri insanda derin izler bırakacak seviyeyi gösterir. Hocanız Halikarnas Balıkçısı’ndan hoşlanmışsa, şöyle bir değinip geçmiştir. Ben, yaklaşık 30 yıl kadar önce onunla ilgili etraflı bir hayat hikâyesi yazmıştım. Önce Hürriyet’te yazı dizisi olarak çıktı, sonra da bir kitabımda yer aldı. Okumuş muydun diye soramıyorum şimdi. Ama tavsiye ederim ilk fırsatta oku. Ben bu yaşımda hâlâ onunla ilgili bir şeyler bulunca kaçırmıyorum.
Halikarnas Balıkçısı, Cevat Şakir’in hikâye ve romanlarında kullandığı takma addır. İlk dönem Cumhuriyet aydınlarından biriydi. Anadolu’nun taşına toprağına, tarihine ve coğrafyasına vurgun, Evren’e hayran, yaşamda her şeyin sevgiye layık olduğunu düşünen ve söyleyen bir koca yürekti.
Onu anlatırken, kahramanlarından birinin kısa portresini şöyle çizmişim, onun yerine geçip: “Barba Paho’yu burada tanıdım. Kahvecilik yapardı. İçki verirdi. Balığa çıkardı. Berberdi. Elinden ufak tefek ameliyatlar da gelirdi. Yaman da testi güveç kabı saksı küp yapardı ha!.. Ayağı ile çarkı döndürüp eliyle çamuru şekillendirirken sanırsın ibadet ediyor. Geçmişin macerasını yaşarmış gibi, bu toprak hamurunun içinde Keyhüsrev’in veya Büyük İskender’in eti kanı var mıdır diye düşünüyor…”
Şimdi, dedem bunları neden anlatıyor diye merak edersin. Balıkçının kızı anılarını yazmış, merakla okudum. Aile içi yakınlıktan doğan birkaç ayrıntı dışında yeni birşey öğrenmedim ama, geçmiş 50-60 yılı eski bir filmi seyreder gibi gözümün önünde canlandırdım.
Bak, asıl ben sana “UFO’lar hakkında ne düşünüyorsun?” diye soracağım. Geçen akşam TV’de Saba Tümer karşısına bir genç adamı almış UFO muhabbeti yapıyordu. Sorularına ve attığı kahkahalara bakılırsa işin biraz da alayında gibiydi. Oysa karşısındaki konuşmacı, bilimsel araştırmalar yapan bir dernekleri olduğunu, uluslararası düzeyde ve üniversiteler arasında çalışmalar yaptıklarını filan söylüyordu.
Geçen mektubumda yazmıştım ya, son 300 yıl, Dünya ne büyük değişimlere sahne oldu… Evren’de yerimizi ve rolümüzü nasıl derin derin düşünmeye başladık! Dernekler kurulmuş, Uluslar arası bir ağ meydana getirilmiş… Nöbetçi kameralar gökyüzünü tarıyor.
Işıklı ve esrarlı uçan daireleri yakalayan kamera zum yapınca UFO’nun pencerelerinde bir hareketlenme olduğunu bile fark ettiriyor bize… Tekrar tekrar ve titrek görüntülerle bir belgesel seyrettiriyorlar bize ve doğal olarak düşünmeye başlıyoruz: “Neden olmasın? Dünya’da hayat varsa ve biz Evren’de bir kum tanesi bile değilsek, başka yıldızlarda hayat olmadığına nasıl inanabiliriz?”
Al bakalım sana yeni bir inanmak inanmamak meselesi… Dede-torun dünya işlerini konuşuyoruz.
Oysa Nazlıcığım, şöyle de düşünebiliriz değil mi? Evren’de yaşam konusunda elimizde birtakım bilgiler var. Şimdiye kadar sadece Dünyamızdaki şartların yaşama uygun olduğunu saptamışız.
Dünya’nın kalın bir atmosferi var. Bu atmosferin azot, oksijen ve argon’dan ibaret bileşimi ve Dünyamızın ortalama 15 derece olan sıcaklığı gezegenimizde yaşamı sağlıyor. Güneşe uzaklığımız 150 milyon kilometre. Güneş’teki sıcaklık 5500 derece olarak ölçülmüş. Ona en yakın Merkür’de 430 derece sıcaklık var. Demirden ibaret bir kitle olduğu söyleniyor. Güneş’e yaklaşık 6 milyar kilometre uzaklıktaki Plüton’un ise incecik bir atmosferi var ve sıcaklık -230 derece. Kısacası bizim Güneş ailesinde bizden başka hayat yok. Bütün bunları nasıl ölçüp biçmişler dersen, sana küçük bir hikâye anlatırım.
Bizim eski mizahımızda bir tip vardı, “Meşhedi Ağa”. Acem asıllı, palavracı bir karakter. Trenle Konya ovasından geçerken, arkadaşı sormuş:
“Meşhedi Ağa, şu ovaya yayılmış sürüde kaç koyun var, söyle bakalım?”
Meşhedi hemen cevap vermiş: “Sekiz bin sekkiz yüz seksen sekkiz!” Yahu nasıl saydın hemen demiş arkadaşı, Meşhedi ona da cevabı yapıştırmış: “Ayahlarını saymişem, dörde tahsim etmişem!”
Kısacası kızım, ben bilimin yalancısıyım. Bize Samanyolu gök adasından yolcu filan gelmez. Ama baksana 200 milyar gök ada (Galaksi) saymışlar Evren’de. Evren dediğin âlemin çapını ölçmüşler, 40 milyar ışık yılı gelmiş. Bir ışık yılında 10 trilyon kilometre yol alındığına göre, 40 milyarla çarp, işte sana Evren! Bak, deden ne hesaplar yapıyor…
Öpüldünüz.
Turgutreis, 15 Ekim 2009
Nazlı,
Yirmi yaşına geldin, artık ehil bir vatandaş kimliğine sahip sayılırsın. Seninle memleket ve dünya meseleleri üzerinde ciddi bir görüş alış-verişinde bulunmadık sanıyorum. Şu sıralarda iki önemli sorunumuz var. Kürt açılımı ve Ermenistan’la bir protokole bağladığımız Türk-Ermeni barışı. Bilmiyorum, bugüne kadar bu konular seni ilgilendirdi mi?
Eğitim sistemimizin çağdaş bireyi bilgilendirme, eğitme, aklını ve duygusunu geliştirme konularında başarılı olduğu söylenemez. Bana sorsalardı. 86 yıllık Cumhuriyetimizin eğitim konusunda sayısal sonuçlarla böbürlendiğini, içerik ve kaliteyi es geçtiğini söylerdim. Bu 86 yılın 66 yılında çalışan vatandaş kimliğimle işin içindeyim; bir gazeteci ve yazar olarak üç nesil Cumhuriyet siyasetçisi, bürokratı, iş adamı, askeri, sanatçısı, kısacası her alandaki
aydını ile iç içe yaşadım; gördüğüm en büyük eksiklik, hâlâ çağdaş değer yargılarında temel bir birlikteliğimizin olmayışıdır.
Bu girişten sonra, Nazlıcığım, şimdi gelelim sana söylemek istediklerime.
Belki kendi kendine sormuşsundur; bir tarihî süreçte beraber yaşadığımız bu iki halkla bozuşmamızın sebebi ne? İşte şimdi seninle bu sorunun cevabını aramaya çalışacağız.
Bizim Anadolu’ya gelişimizin tarihi Malazgirt’le başladı denilir. Demek ki 11. yüzyılda geldik. Türklerin İslamı kabul edişlerinin üzerinden 3 asır geçmişti ve yeni bir yurt ararken Ermenilerin, Kürtlerin, Rumların ortak yaşadıkları topraklara gelmiştik. İsa doğduğu zaman dünya nüfusunun 125 milyon civarında olduğu söylenir. Bin yıl sonra kaç milyon oldu bilmiyorum. Ama, yirminci yüzyılın başlarında, ben doğduğumda 2 milyar olmamıştı. Şunu
anlatmak istiyorum, tenha bir dünyada yaşıyordu insanlar ve kalabalıklaştıkça yeni yurtlar aramaya çıkıyorlardı. Biz Anadolu’ya geldiğimizde, daha önce gelip yerleşenlerle şiddet olayları da yaşadık, uzlaşma yolları da aradık; Selçuklulardan başlayarak egemen devletler kurduk ve 5 asır sonra, Osmanlı Devlet-i Âliye’si, sadece Anadolu’nun değil dünyanın en büyük egemen devletlerinden biri oldu. Osmanlı belgelerine göre o tarihte yaklaşık nüfus 11-12 milyon ve Türkler Anadolu’da çoğunlukta. Fatih İstanbul’u aldığı zaman şehrin nüfusunun 40 bin kişi olduğunu biliyor muydun? Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi olup dünyanın en büyük şehri unvanını kazanınca 500 bin kişilik bir kent haline geldi. Kızım, görüyorsun, geçmişi derinleştirdikçe o kadar çok ayrıntı ortaya çıkıyor ki, temel konudan uzaklaşıyorsun. Kısacası şu: Anadolu etnik zenginliği bizim için bir nimet idi. O sayede bir medeniyet yarattık ve şimdi şu çelişkiye bak ki, bin yıl sonra, öz vatandaşlarımızla tarifsiz kederler içindeyiz. Sen, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere “sadık vatandaş” dendiğini biliyor musun? Devlet her alanda onlara güvenmiştir ve mimaride, musikide, siyasette, ticarette, her alanda onlara yer vermiştir. Kürtlere gelince, müslüman kimlikleriyle başlangıçta pek dışlanma hissine kapılmamışlardır ama, özellikle son yüz yıldaki aydınlanma, onlara etnik ayrılıklarının acılarını derinden duyurmaya başlamıştır. Hasan Cemal’in Kürtler kitabında okumuştum. Felât Cemiloğlu adında Diyarbakırlı bir dostuyla sohbet ederken, Hasan: “Ben anne tarafından Gürcü ve Çerkez, baba tarafından Makedonum; eşimin annesi Boşnak babası Arnavut.” demiş. 12 Eylül 1980’den sonra teröristlere yardım ve yataklık suçlaması ile yakalanıp Diyarbakır askeri hapishanesinde 8 ay işkence gördükten sonra suçsuzluğu anlaşılan Cemiloğlu, hüzünle “Ne kadar rahat söylüyorsun böyle şeyleri.” deyip devam etmiş: “Ben hiç rahatça Kürdüm diyemedim.”
Uzun uzun tartışmalara girmeye gerek yok. Bugün milli sınırlarımız içinde 15 milyondan fazla Kürt vatandaşımız var ve bizim başarısız politikalarımızla, etnik ayrılıklarının farkına varmışlar.
Artık kendi dillerini konuşmak, öğrenmek, yayın yapmak, televizyonlarda şarkı söylemek, ben Kürdüm demek, parti kurmak, belediyelere sahip olmak gibi haklar ve özgürlükler içlerindeki öfkeyi hafifletmiyor. 1978’den beri süren PKK terörünü biliyorsun; içerdeki hoşnutsuzluğu bir iç harbe dönüştürmek için 30 yıldır kanayan bir yara gibi canımızı acıtıyor. Şimdi siyasal iktidar bir açılım projesi peşinde. Nasıl bir çözüm bulunacak, kimse bilmiyor. Bilinen,
çağımızda, geniş bir coğrafyaya yayılmış yaklaşık 35 milyonluk bir etnik topluluğun, üstelik Ortadoğu gibi stratejik bir bölgede her türlü siyasal entrikaya müsait bir ortam yaratabileceğidir. İşin içinden nasıl çıkacağız bilmiyorum. Cumhuriyet tarihi boyunca yapabildiğimiz en kapsamlı enerji ve sulama projesinin Güney Doğu’da olduğunu, uzun yıllardır bu projeyi bitiremediğimizi, yakın geleceğin en büyük sorununun su kaynaklarına sahip olmak veya olmamaktan doğacağını da unutmamamız gerekiyor. Nazlıcığım, sizin kuşak Kürt sorununu çözülmüş bulursa, talihlisiniz.
Elif Şafak’ın Baba ve Piç romanını okumuş muydun? Orada, Ermeni meselesini, aile içi yasak bir ilişkiye benzetir ve baba ile piç etrafında günahkâr bir atmosferde insanın içine işleyen acı bir hikâye anlatır.
Evet, 1915’te trajik bir olay yaşanmıştır. Fransız İhtilali’nin uyandırdığı milliyetçilik akımları bütün dünyayı sararken Osmanlı da nasibini almış, son iki asırda İmparatorluk isyanlar ve kopmalarla ufalmaya başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda Doğudaki Ermeniler dış kışkırtmalarla özgür bir devlet hevesine düşürülünce, zaten askerî bir yapıya sahip hükümet radikal bir karar aldı ve Doğu sınırımızdaki Ermeni yerleşim bölgelerini boşaltıp güvenlik sağlamak gerekçesiyle 700.000 Ermeni vatandaşımızı Suriye istikametinde göç ettirdi. Amaç ne olursa olsun, o günün şartlarında böyle bir yolculuğa zorlamak zulümdü ve bir insanlık faciası idi. Yollarda çoluk çocuk, genç ihtiyar bir milyon kişi ölmüş, 300 bin kişi ölmüş fark etmez; olay, ölüler için de diriler için de bir insanlık utancı idi. Elif Şafak’ın romanında utanç ve acı nasıl unutulmamışsa, bu sürgün olayı da öyle unutulmamıştır. Üstelik unutulmaması için bir gerekçe de geliştirilmiştir. Bugünün dünyasında yaklaşık 6 milyon Ermeni’nin yarısı Ermenistan’da, diğer yarısı her tarafa dağılmış olarak yaşamaktadır. Birliği, soykırım iddiası
etrafında sağlamak inancındadırlar. Bu inanç nasıl kırılacak, umut etmek zor.
Ama, son zamanlarda uluslararası bir gayretle, Zürich’te Türkiye ile Ermenistan arasında bir yakınlaşma bir uzlaşma umudu yeşertecek bir protokol imzalandı. Parlamentolar, halklar, dünya kamuoyu ve medya bu kan davasını bitirelim, geçmişi unutalım diyecek mi?
Dün gece televizyonda bir açık oturum vardı. Katılımcılar olumlu bir sonuca varılmanın güçlüğünü anlatıyorlardı. Oturumu yöneten genç kadın: “Öyleyse neden bunca ciddi devlet adamı, diplomat, siyasetçi bu protokol için seferber oldu, imzadan sonra dizilip fotoğraf filan çektirdi?” dedi.
Katılımcılardan emekli büyükelçi Şükrü Elekdağ diplomasinin bir sırrını açıkladı. Böyle uzlaşılması zor olaylarda siyasal bir belgeye ihtiyaç duyulursa, hazırlanan metnin bir yerine öyle ustalıklı ifadeler sokuşturulurmuş ki, ihtiyaç halinde tarafların sözleşmeyi bozmasını kolaylaştırırmış. Bunun diplomaside “bilinçli bunaklıkbudalalık” anlamına gelen bir deyimi de varmış, söyledi ama tam duyamadım.
Yani kızım, bütün bu ciddi sorunlar bir oyunun parçası gibi algılanıyor. Oysa, geçmişten günümüze gelen meseleler ne kadar acı verici, ne kadar ilkel, ne kadar çağımıza yakışmıyor.
Bana söyleyeceklerin varsa, yaz.
———
¹ Sadun Tanju, Bazı Anılar, Yalçın Yayınları, İstanbul, 1998.
“Ay’da Buluşalım / Dedem Sadun Tanju ile Mektuplaşmalarım” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Mektup
- Kitap AdıAy'da Buluşalım / Dedem Sadun Tanju ile Mektuplaşmalarım
- Sayfa Sayısı144
- YazarSelin Nazlı Ustaoğlu
- ISBN9786054518142
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviPan Yayıncılık / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Makam Odası – Linç ~ Barbaros Şansal
Makam Odası – Linç
Barbaros Şansal
Yer paspasım verildi ama kovam yok Bu gece de bir döşeğim var ya artık bana gam yok Pijama yerine sırtımda linçte yırtılan fanila Göğsümde...
- Babaya Mektup ~ Franz Kafka
Babaya Mektup
Franz Kafka
“Çok sevgili baba, geçenlerde bir kez, senden korktuğumu öne sürmemin nedenini sormuştun. Genellikle olduğu gibi, verecek hiçbir cevap bulamadım, kısmen tam da sana karşı...
- Şimdi ve Burada; Mektuplar (2008-2011) ~ Paul Auster, John Maxwell Coetzee
Şimdi ve Burada; Mektuplar (2008-2011)
Paul Auster, John Maxwell Coetzee
Okyanus aşırı ülkelerde yaşayan çağımızın iki büyük yazarı, Paul Auster ile J.M. Coetzee, yazışmalarından bir kitap yaptılar. Auster ve Coetzeenin iki yılı aşkın bir...
Güzel kitap.
okumayı düşündüğüm bir kitap