Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ayla’yı Dinler misiniz?
Ayla’yı Dinler misiniz?

Ayla’yı Dinler misiniz?

Evin İlyasoğlu

“Yaşama sevinciyle, başarılarla ve bir o kadar da acılarla, zorluklarla yüklü bir hayat.” Yakınlarda yitirdiğimiz ünlü keman sanatçısı Ayla Erduran’ın sanatı ve yaşamöyküsü yayınlandığında…

“Yaşama sevinciyle, başarılarla ve bir o kadar da acılarla, zorluklarla yüklü bir hayat.”

Yakınlarda yitirdiğimiz ünlü keman sanatçısı Ayla Erduran’ın sanatı ve yaşamöyküsü yayınlandığında ilgiyle karşılanmıştı. Kitabın yeni basımı raflarda.

Bu kitap için ne dediler:

“İlyasoğlu’nun her okuyanın yüreğinden yakalanacağı kitabı Ayla’yı Dinler misiniz?’i okurken; benim hayatım roman sözünün A. Erduran için geçerliliğini düşündüm… buradaki gerçek olayların çoğunu bir Tolstoy romanından alınmış sayfalar olarak göreceksiniz, okuyacaksınız…” -Doğan Hızlan

“Ayla Erduran’ın yaşamöyküsünü dile getiren kitabı duygu patlaması yaşayarak okudum. İlyasoğlu kitabını Ayla Erduran’ın ağzından yazmış. Çok da iyi etmiş. Kendi müzik bilgisini ve birikimini de yine Ayla’nın ağzından metne kaynaştırmış. Belki de bunca yoğun duyarlılık bundan doğuyor…” -Zeynep Oral

“…Kozmopolit son Osmanlı aile tipinin Cumhuriyet Türkiye’sine eklemlenirken geçirdiği çalkantıların içinden çıkan bir ses, bir çığlık Ayla’nın çırpıntılı, coşkulu, nefes nefese yaşanmış hayatı…” -Filiz Ali

*

Biraz Sabır Küçük Çocuk

“Biraz sabır, küçük çocuk, biraz sabır.
Ama, Allah’ın koyduğu yerde,
Yıldızlar daima yalnızdır.”
behçet necatigil

Omzumu düz tutmalıyım. Dik durmalıyım. Olmadı, hâlâ bir omzum ötekinden yüksek duruyor. Tam düzeltiyorum, yürümeye başlayınca bozuluyor. Bu apartman, uzun bir vapur gibi, bir ucundan öbür uca yürüyüp salona varıncaya kadar düşüyor omzum. Yine tıka basa doldurmuşlar salonu. Müzisyenler, prensesler, sanatçılar, soylular, siyasetçiler, doktorlar… Nasibe teyze, filozof Nuri Bey amca, Ancopulo, Maria… Bana incecik zümrüt bileziği veren Fahrünissa Zeid, Füreya, Yunus Nadi, Nadir Nadi, Fuat Köprülü, babamın doktor arkadaşları, Dr. Kemal Atay, karısı Samiha Hanım, Yahya Kemal, Madam Deleon, Narmanlı’nın sahibi Sıtkı Bey, Hüsrev Gerede, Büyük Kulüp’ün o zamanki üyelerinden babamın arkadaşları… Daha kimler kimler gelip gidiyor! Eski İstanbullular; Osmanlı dönemini de yaşamış, Atatürk’ü de tanımış kişiler. Benim haftalık cezam: Her hafta sonu bu konuklara keman çalmak. Tek eğlenceleri zavallı ben. Onlar gibi nazik olmalıyım. Salonun ortasına vardığımda önce, “Bonjur,” demem, sonra reverans yapmam gerekiyor. Kemanı kaldırıp çenemin altına sıkıştırınca yine bir omzum düşüyor. Başka türlü taşıyamıyorum ki onu. Herkesin derdi de bu: “Omzunu doğru tut!” Bu konserlerden nefret ediyorum. Her bakıma nefret ediyorum. Kaskatı oluyorum bazen. Neyse, başlıyorum çalmaya, bitince alkış kopuyor. Alkışla birlikte, her kafadan bir ses çıkıyor: “Harika çocuk… Üstün bu çocuk… Müthiş bir kulak… Ne öğrenme kolaylığı… Nasıl da ezbere alıyor… Daha nota filan okuduğu yok… Aaa, sen nasıl bir doktor çocuğusun bakayım, bu ne sıskalık! Dizlerin çıkmış, raşitik gibisin.” Raşitik mi? Bu da ne demek? “Ayıp sana, vallahi raşitiksin!” Neden anneme babama söylemiyorlar da beni azarlıyorlar acaba? Her neysem! “Süt içiyor musunuz kızım?” Bu hanım, o prenses bilmem kim olmalı. “Ona çok nazik davranmalısın,” dedi annem. Zaten onlara onlar gibi davranmayı öğrenmişim. Başka model yok ki önümde, hep onlar var. Ne yuvaya gidiyorum, ne parkta oynuyorum. Kendi yaşımda hiç kimseyi tanımadım. Bu kalabalığın içinde hep yapayalnızım. Çaldım, bitirdim işte. Hâlâ soruyorlar, konuşuyorlar, uğultu artıyor… Bir köşede sessizce oturan babamı görüyorum. Gülümseyerek bakıyor bana, “Hadi git, kurtar kendini,” der gibi, sıcacık. Uğultunun ve giderek çoğalan sigara dumanı bulutunun içinden sıyrılıp mutfağa atıyorum kendimi. Mutfaktaki aşçılar, garsonlar, hizmetçiler; nasıl da yakın her biri bana. Hele dadım, dünyanın en tatlı yaratığı! Onların arasında istediğim gibi gülüşüp şakalaşıyorum, hiçbiri nasıl oturduğuma, nasıl durduğuma, omzumun yüksekliğine, dizlerimin raşitiğine filan karışmıyor. Bedenimdeki bütün kasları gevşetip kıkırdamaya başlıyorum mutfağa girince. Dilediğim kadar pasta yiyorum onlarla; yemek öncesi olsa da. Mutfak benim tek özgürlük pencerem, tek sığınağım. Ceylan apartmanı. Eski Taksim Bahçesi’nin tam karşısında. Zengin bir yaşam tarzımız var. Davetler, sofralar, aşçılar, uşaklar, hizmetçiler, dadılar. Soframız açık, kapımız açık. Annemin eve çağırdığı insanlar ona göre en önemli insanlardır. Kendisi de çok önemlidir. Ben de önemli olmalıyım. Hep yükseklerde gözü. Orta karar, kör topal işlere geçit yok. En iyisi olmalı her şeyin. Babam doktorluğuyla iyi kazanmış. Bizlere akıtıyor. Bolluk içindeyiz. Her akşam sofralar donanıyor, hele cumartesi-pazar konukları apayrı. Onlara, sofradaki yemeklerin yanı sıra bir de benim konserim ikram ediliyor. Pazar konserlerim gitgide azap olmaya başladı. Daha ağır parçalar çaldıkça daha dikkatli olmam gerekiyor. Kusursuz, pürüzsüz çalmalıyım. Annem, konser öncesi beni karşısına alıp gözünü gözüme dikiyor, iyice korkutuyor: “Bak bu çalacağın Mozart konçertosunda hiç ama hiç şaşırmayacaksın. Şaşırırsan çok ama çok kötü bir şey yapmış olursun!” Bu sıkı tembihle ortaya çıktığımda öyle bir kasılıyorum ki, ilk yaptığım şey şaşırmak oluyor. Anneme göre, onun çocuğu bir mucize! Böyle üstün, harika bir çocuk, katiyen hata yapmamalıdır. Ne doğal bir çocuk sevgisi görüyordum, ne doğal bir ödül alıyordum. Güzel giyinmeyi, şık giysileri çok beğeniyordum. Ama hiçbir zaman bir baloya gitmek için tuvalet dikilmeyecekti bana. Bütün süslü, uzun elbiselerim konserler için yapılacaktı. Tüm çocukluğumu ve ilk gençliğimi, belirli kurallar çerçevelemişti. Sanki dört bir yanım, özenli bir yapı ustasının elinden çıkmış duvarlarla örülüydü. Bazen düşünürdüm, sirkteki hayvanlar bile bir marifet yapınca onlara şeker filan veriliyordu. Annem de beni çalıştırmak için karşımda oturup bebeğime elbise dikiyor. Benim dünyama kapı aralayıp bebeklerime sevecen davranıyor. Bu da benim ödülümdü herhâlde. Aslında onu yapmasa da ben çalışırım, zaten kemanın sesini çok seviyorum. Bu çalgıdan daha güzel ses çıkartabilmek için ben de uğraşıyorum. Güzel sesi duyunca da ona biraz daha tutuluyorum. Beni dünyanın merkezindeki çekim gücü gibi kendine çekiyor çalgım. Her şeyimle yakından ilgili annem. En zorlandığım şey, ayda bir, büyük hamam günü: Tam otuz üç sabun yapılmalı uzun saçlarıma. Ama hele bir kirli tarak süreyim sonunda, kafaya bir tokat yemek kaçınılmaz olur o zaman. Çok dikkatli olmalıyım. Ailede annemin tarafının tüm üyeleri Büyükada’da dünyaya gelmiş. Yıl 1934. Ben, sadece bir yıl oturduğumuz Babıâli’de, İran Sefareti’nin köşesindeki Süreyya Paşa Apartmanı’nda doğmuşum. Annem otuz üç, babam kırk sekiz yaşındaymış. Zavallı annem, birçok düşük yapmış, hatta bir kez de ölü çocuk doğurmuş. Beni doğurabilmek için altı ay yatakta yatmış. Neyse ki ben de onu fazla bekletmeden, yedi aylık dünyaya gelmişim. Doğumum sırasında apartman komşumuz Samiha Hanım annemin yanındaymış. Ne rastlantıdır ki annemin ölümü sırasında da, İsviçre’deki evimde benim yanımdaydı Samiha Hanım. Cumhuriyet’in ilk yılları. Bütün aydın aileler yeni devrimlerin esintisiyle kız çocuklarını eğitmeye koyulmuş, özellikle varlıklı olanlar kızlarına bir çalgı çaldırtmaya başlamışlardı. Nedense erkek çocuklar değil de kızlar bir çalgı çalıyordu. Herhâlde bu, Atatürk’ün kadınlara haklar tanımasının bir sonucuydu. Önceki kuşağın çaldığı ud ve kanun, yerini Batı çalgılarına, piyano ve kemana bırakmışlardı. Nuriye teyzem piyano, annem de keman çalıyordu. Annem, Zeki Üngör ile kemana başlamış, hep daha yükseğin peşinde olduğu için yurt dışına gitmeyi aklına koymuş. Yirmili yaşlarındayken büyükannemi kandırmış, ablasını da ikna ederek yanına almış ve o zamanlar Avrupa’nın müzik merkezi olan Viyana’ya, müzik eğitimi almaya gitmişler. Viyana konservatuarının sıradan bir hocası olabilir mi, doğal ki en ünlü hocasını bulmuş. Daha ilk derslerde iki kız kardeş durmadan kıkırdadıkları için hocayı kızdırıp dersten kovulmuşlar. Kararlı ve inatçı annem, “Madem bu hoca beni kovdu, ben de bu kez Viyana’nın en büyük hocasına giderim!” demiş ve böylece Viyana Devlet Akademisi’nde Arnold Rosé’yi bulmuş. Annem Kadriye Ali Rıza, uzun boylu, kapkara saçlı, kapkara kaşlı, kapkara gözlü, beyaz tenli, gösterişli bir genç kız. Rosé’nin soylu malikânesinde uşaklar karşılamış onu, yaldızlı bir salona götürmüşler. Yılların usta kemancısı Rosé piyanoya oturmuş, bu hoş hanıma eşlik etmeye hazır: “Ne çalacaksınız Fräulein?” Yanıt: “Mendelssohn keman konçertosu.” Çok güzel. Başlamışlar. İyi de henüz beş-altı ölçü çalındığında müziği kesen Rosé, acı kararını açıklamış: “Ben sizinle uğraşamam, ancak bir öğrencime sizi devredebilirim!” Bu yenilgiler üstüne, hemen İstanbul’a dönüp Karl Berger’den ders almaya başlamış annem. Aynı kısa zaman diliminde, Viyana’daki teyzem de ünlü Alman piyanist ve besteci Emil von Sauer’in bir öğrencisiyle çalışma fırsatı bulmuşken, annem dönünce, o da kardeşiyle İstanbul’a dönerek Ferdi Statzer ile sürdürmüş piyano çalmayı. Berger de, Statzer de, kendi dallarında İstanbul’un en ünlü hocalarıymış o zamanlar. Annem son derece atılgan, cesaretli bir karakter, teyzem ise tam tersine, çekingen, kendini ortaya atmayan bir yapıya sahip. Annem, dünyanın merkezindeki çekim noktası. Herkes onun çevresinde dönüyor. Başlı başına bir fenomen. Eline başka güçler geçseydi belki çok ünlü bir lider olurdu. Akıllıydı, tuttuğunu koparırdı, ne istediğini bilirdi… Evimizde müziksiz dakika yok. Annem teyzemle birlikte çalıyor. Hep tempo kavgası yapıyorlar. Ne de olsa solfej molfej gibi teknik bilgileri yok. Ama her şeyi çalıyorlar. Mesela Franck’ın Sonat’ı! Beethoven’in keman konçertosu! Biri piyanoda, biri kemanda. Annem, Beethoven dolu dolu tınlasın diye gidip banyoda çalıyor. Duvarlara yansıyan ses, daha güzel büyüyormuş orada. Komşular da illallah diyorlar annemden. Apartman boşluğunda daha da büyüyerek yayılan kemanı saatlerce dinlemek bir felaket olsa gerek. Dadım bir gün beni Taksim parkına götürmüş, bir geçit töreni varmış. Daha dengemi ancak sağlayabilecek kadar yürüyorken, bando şefi kesilmişim! Başta annem, bütün aile, bunu ilerisi için bir işaret olarak kabul etmiş. Teyzemin piyanoda çaldığı Chopin’lere tutkunum. O başlayınca, nerede olsam koşup dibine oturuyorum piyanonun. Sessizce dinliyorum. Salon konserlerimde de teyzem, bana piyanosuyla eşlik ediyor. Bu kalabalık evin içinde benim bir iç dünyam var. Her şeyi inceliyorum. Örneğin bir süre eve, anneme İspanyol dansları öğretmek için İngiliz bir kadın geldi. Acayip şapkalar giyerdi. Elinde kastanyetler, Şarlo gibi şapşal bir şeydi. Ona çok gülerdim. Annem de danslara uygun bir kıyafet edinmişti; saçına güller takar, fırfırlı etekler giyer, kastanyetlerle dans ederdi. Gelip giden her çeşit insanla evimiz, kılığı, davranışı, kahkahası, konuşma şekli, tikleri, onlar gittikten sonra anlatılan hikâyeleri, her şeyleriyle bir tiyatro sahnesi gibiydi benim için. Aslında onları tanımazdım. Daha doğrusu bana tanıştırılmazlardı. Ama kendime göre sınıflandırdığım özellikleriyle iç dünyama yerleşiyordu her biri. Her şeyi dinliyorum. Müziği, konuşulanları, radyoyu, plakları. Her şeyi izliyorum kendi köşemden. Gelen giden konukları, babamın hastalarını, ailenin fertlerini, hizmetlileri… Bırakmışlardı beni. Keman çalmamın dışında ne yaptığım, kimi dinleyip neyi izlediğim hiç kimseyi ilgilendirmiyordu. Herkesi ilgilendiren, yalnızca kemanımdı. O çalgı, benim büyüklerle aramdaki köprüydü. Babam sürekli, yaptığı ameliyatları anlatırdı. Sabah ameliyata giderken belli ki, sahneye çıkacak bir sanatçı gibi sıkıntılar yaşardı. Herhâlde bir şey yemek istemez, bir an önce ameliyathanedeki hastalarına kavuşma telaşında olurdu. Sabahları annemin hep aynı ses tonuyla bağırıp çağırmasını duyardım: “Behçeet, kahvaltısız evden çıkılmaz!” Ordinaryüs profesör, ürolog Behçet Sabit Erduran. Yaşı gereği, biraz da büyükbaba sayılır aslında. Melek gibi, çok şeker bir insan. İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki Üroloji Kürsüsü’nü o kurmuş, ünlü cerrah Milens’in keşfi olan ameliyatı Türkiye’de ilk kez gerçekleştirmiş. Celal Bayar’a bile bu ameliyat uygulanmış… Monako’daki Grimaldi Şatosu’nun sahibi olan Profesör Voronof’la, zavallı maymunlar üstünde çeşitli denemeler yapmışlar. Sabahları ameliyat yapıyor, öğleden sonra hasta bakıyor. Maddi olanakları çok iyi. Ünlü bir doktor. Bizi de iyi koşullarda yaşatıyor. Büyükbabam erken ölmüş, babam kendi kendini yetiştirmiş, mesleğini ve çevresini kendi başına yaratmış. İstanbul’da doğmuş. Bir yanı, Trakyalı bir Osmanlı ailesine, diğer yanı Kırım’dan gelen bir kola dayanıyor. Geleneklerine saygılı bir aile. Çanakkale’de Fenerler Müdürü olan babası Mevlevi’ymiş. Ney çalarmış. Babam beş kardeşin ikincisi. İstanbul’da doğmuş. Vesim amca, en büyük amcam, karısını hiç görmeden evlenmiş. O zamanın kurallarına göre kara çarşaflarla gelen bir gelin! Cezmi amcam Çanakkale’de yaşıyordu. Babaannem, o zamanlar koleradan ölmüş. Babam da küçük kardeşi Cemil’i yanına alıp büyütmüş. Cemil amcam pilot olmuş. Çok modern bir adamdı. Bize üniformasıyla gelir, kendi dostlarını da getirirdi. Ben çok heyecanlanırdım geldiğinde, onunla çok eğlenirdim ve onu çok severdim. Bir de dört yaşında ölen kız kardeşleri varmış, ona da çok acırdım. Babam Balkan Savaşı’na katılmış, hizmetlerinden ötürü madalya kazanmış. Sultan Reşat, onu 1916’da Berlin’e yollamış. Orada Profesör İsrael ile çalışmış. Çanakkale Savaşı’nda doktor olarak görev almış. Cephede bir İngiliz askerin bacağını kesmesi gerekirken adam tutturmuş, “Bu koşullarda olmaz, İngiltere’ye dönüp orada ameliyat olacağım,” diye. Babam, durumun ciddiyetini anlatıp, “Sana on dakika veriyorum, ya evet, ya hayır!” diyerek çadırın dışına çıkıp yürümeye koyulmuş. On dakika sonra çadıra isabet eden bir bomba her şeyi yerle bir etmiş. Babam, 1923’ten 1953’e dek yayınlanan Üroloji tıp dergisinin editörüydü; gelen yazıları derleyip toparlıyor, derginin basımını sağlıyordu. O dergide, dünyanın üroloji dalındaki en ünlü tıp doktorları tartışmalar yapıyor, yeni buluşları anlatıyorlardı. 1934 yılında yüz elli yedi yaşında ölen Zaro Ağa ile ilgili incelemeler yapmıştı. Zaro Ağa’nın son prostat ameliyatını yapmış ve öldüğündeyse, yaşının saptanması için otopsi bulgularını inceletmiş, Amerika’ya göndermişti. Samsun’u tifodan kurtardığı da dilden dile gezerdi. Atatürk bu nedenle kendisine kalpaklı bir fotoğrafını imzalayıp vermiş, resmin üstünde, eski Türkçe yazı ile teşekkürlerini dile getirmişti. Atatürk babamı çok sevmiş, Ankara’da kalmasını istemiş. Babam ise üç yıl Ankara Hastanesi’nde hizmet verdikten sonra, “Ben İstanbullu’yum, burada yapamam,” demiş. En yakın arkadaşlarından birisi Rauf Orbay’dı. Babam, dünyanın dört bir yanındaki önemli tıp kongrelerine çağrılırdı; New York, Kanada, Viyana, nerelere gitmezdi ki… Mısır’daki Yahya Paşa’yı ameliyat etmek için Kahire’ye çağrılmıştı. Herhâlde 1943 yılıydı. Yahya Paşa, Mısır’da, Kral Faruk’tan sonra ileri gelen en önemli kişilerden biriymiş. Babam, annemle beni de yanına aldı, Haydarpaşa garından trene bindik ve yola koyulduk. Günlerce gecelerce bu trende gittik. Her yerde savaş kokusu ve savaş tedirginliği vardı. Tam Churchill’in, Roosevelt’in filan Kahire’ye gittiği dönemdi. Savaş devam edecek kararı alınmıştı. Annemle babam çok üzülüyorlardı bu haberleri duydukça. Trenle Halep, Kudüs güzergâhı üstünden gidiyoruz; Kudüs’te King David Oteli’nde kaldık. Sonra yine yola koyulduk. Yol boyu her yer bombalanıyor. Trenin koridorları, üniformalı askerlerle tıklım tıklım dolu. Halk bitkin, her yer pislik içinde. Çoluk çocuk tıkışmışlar. Askerlerin üst düzey olanları kompartımanlara yerleşmişler. Beni ve annemi, bir İngiliz subayla aynı kompartımana koydular. Neyse ki subay nezaket gösterip koridorda kalan babama kendi yerini verdi ve bir başka arkadaşının kompartımanına geçti. Dere tepe gittik, sonunda Kahire’ye vardık. Beni her şeyden sakınıp Taksim’e bile bırakmayan insanlar, bu korkulu yolculuğa nasıl çıkarmışlardı, hiç bilmiyorum! Kahire’de Shepherd Oteli’ne yerleştik. İyi de, nedense gider gitmez beni lobide bir koltuğa oturtan annem ile babam, birlikte bir yere gittiler. Annem giderken sıkı sıkı tembih etti: “Hiçbir yere kıpırdamak yok, bu koltukta usluca oturup bizim dönmemizi bekleyeceksin.” Onlar gözden kaybolunca biraz ilerde oyun oynayan çocukların yanına yanaştım. Halı boyuyorlardı. Ellerinde mavi bir pudra vardı. Oraya buraya sürüp gülüyorlardı. Bir tanesi de gelip muziplik olsun diye benim saçıma boca etti. Masmavi oldu saçlarım. Hemen lavaboya koştum, yıkamaya çalıştım, el sabununu sürdüm, daha çok yayıldı, yapıştı. Annem gelince tabii ki kıyamet koptu: “Neden sözümü dinlemedin, neden yerinden kalktın!” Babam işi idare etmeye çalışıyor, “Belki mürekkeple oynamıştır,” diyor. Hemen sığınıyorum, “Evet babacığım, mürek

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Anı-Biyoğrafi
  • Kitap AdıAyla’yı Dinler misiniz?
  • Sayfa Sayısı288
  • YazarEvin İlyasoğlu
  • ISBN9789751422170
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviRemzi Kitabevi / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Ben Leyla Gencer – La Diva Turca ~ Evin İlyasoğluBen Leyla Gencer – La Diva Turca

    Ben Leyla Gencer – La Diva Turca

    Evin İlyasoğlu

    Ünlü keman virtüozu Isaac Stern “İlk 79 Yılım” adlı kitabının önsözünde şöyle der: “Müziğin hizmetine girmek bir meslek edinmek değil, bir yaşam biçimidir. Bunun...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur