Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Başkan Babamızın Sonbaharı
Başkan Babamızın Sonbaharı

Başkan Babamızın Sonbaharı

Gabriel Garcia Marquez

Başkan Babamızın Sonbaharı, küçük bir Latin Amerika ülkesinde kendi zorbalığının kapanına kısılmış bir diktatörün öyküsü. Ölmekte olan bir diktatörün, Tanrı korkusu ile zalimlik arasında…

Başkan Babamızın Sonbaharı, küçük bir Latin Amerika ülkesinde kendi zorbalığının kapanına kısılmış bir diktatörün öyküsü. Ölmekte olan bir diktatörün, Tanrı korkusu ile zalimlik arasında gidip gelen iç çatışmalarının anatomisi. Onun buyruğuyla işkence görenlerin, öldürülenlerin, onun yabanıl cinsel isteklerine boyun eğenlerin, ondan olma adsız çocukların gözünden betimlenen bir diktatörün, “yeryüzündeki en yalnız insan”ın portresi.

Gabriel García Márquez, ayakları gerçeklik toprağına basan bu fantastik romanda, evrensel bir diktatör portresi çizerken, ezenle ezilen arasındaki ilişkinin karmaşıklığını da gözler önüne seriyor. Başkan Babamızın Sonbaharı; Yüzyıllık Yalnızlık ve Kolera Günlerinde Aşk’la birlikte García Márquez’in başyapıtlarından biri.

Hafta sonunda akbabalar, balkon pencerelerindeki ke­penk­le­ri ga­ga­la­ya­rak baş­kan­lık sa­ra­yı­na gir­di­ler, ka­nat çır­pış­la­rı, içer­de­ki du­ra­ğan za­ma­nı dal­ga­lan­dır­dı ve pazar­te­si gü­nü tan ağa­rır­ken, kent, bü­yük bir ölü ve çü­rüyen bir gör­ke­min ılık esin­ti­siy­le, yüz­yıl­la­rın uyu­şuk­lu­ğunu üs­tün­den at­tı.An­cak o za­man, ki­mi­le­ri­mi­zin öner­di­ği üze­re ana ka­pı­yı men­te­şe­le­rin­den sök­mek için koç­ba­şı kul­lan­ma­dan ve da­ha gö­züpek olan­la­rı­mı­zın söz­le­ri­ne uya­rak, yı­kıl­ma­ya yüz tut­muş, kaç ke­re­ler pa­yan­da­lanmış taş du­var­la­rı zor­la­yıp içe­ri gir­me yi­ğit­li­ği­ni gös­te­rebil­dik, ya­pı­nın ce­sur çağ­la­rın­da, Wil­liam Dam­pier’in Lom­bar­di­ya­lı­la­rı­na kar­şı di­ren­miş kos­ko­ca­man, kur­şun ge­çir­mez ka­pı­lar, bir omuz­la­yış­ta açı­lı­ver­di. Baş­ka bir çağın ha­va­sı­na gir­miş gi­biy­dik; sal­ta­na­tın bu ge­niş inin­de­ki be­ton tu­zak­lar­da ha­va da­ha ha­fif­ti, ses­siz­lik epes­kiy­di ve öl­gün ışık­ta nes­ne­ler ko­lay­lık­la se­çi­le­mi­yor­du.

Gi­riş­te, dö­şe­me taş­la­rı­nın boy­dan bo­ya alt­tan sü­ren ay­rı­kot­la­rına bo­yun eğ­di­ği av­lu­da, gö­re­vi­ni bı­ra­kıp ka­çan nö­bet­çinin ku­lü­be­sin­de­ki keş­me­ke­şi gör­dük, si­lah­lık­lar­da­ki pusat­la­rı gör­dük, an­sı­zın bas­tı­ran bir ür­kü so­nu­cu ya­rı­da kal­mış pa­zar öğ­le ye­me­ği­nin ar­tık­la­rıy­la do­lu ta­bak­la­rın di­zil­di­ği uzun, ka­ba tah­ta ma­sa­la­rı, göl­ge­ler için­de hü­kümet ko­na­ğı­nın bu­lun­du­ğu böl­me­yi gör­dük, en tat­sız hayat­lar­dan da ağır iş­lem gör­müş dos­ya­la­rın ara­sın­dan fışkı­ran renk renk man­tar­la­rı, sol­gun iris­le­ri, av­lu­nun tam or­ta­sın­da, en aşa­ğı beş ku­şa­ğın as­ke­rî tö­ren­le vaf­tiz edildi­ği vaf­tiz kur­na­sı­nı gör­dük, ge­ri­de, şim­di at­lı ara­ba­la­rın dur­du­ğu es­ki ge­nel va­li­lik ahı­rı­nı, ka­mel­ya­lar­la ke­le­bekle­rin or­ta­sın­da, ayak­lan­ma gün­le­rin­den kal­ma üs­tü kapa­lı fay­to­nu,sal­gın­dan kal­ma yük ara­ba­sı­nı, kuy­ruk­lu­yıldı­zın gö­rün­dü­ğü yıl­dan kal­ma yol­cu ara­ba­sı­nı, dü­ze­nin yer­leş­ti­ği yıl­la­rın sim­ge­si ce­na­ze ara­ba­sı­nı, ba­rı­şın ilk yüz­ ­yı­lın­dan kal­ma uyur­ge­zer ku­pa­yı gör­dük, toz­lu örüm­cek ağ­la­rı­nın al­tın­da sa­pa­sağ­lam­dı hep­si, bay­ra­ğın renk­le­rindey­di­ler. Bi­ti­şik av­lu­da, de­mir par­mak­lı­ğın ar­dın­da, evin tan­ta­na­lı gün­le­rin­de cü­zam­lı­la­rın göl­ge­sin­de uyuk­la­dıkla­rı, ay to­zuy­la kap­lı gül fi­dan­la­rı var­dı, bü­yük bı­ra­kılmış­lık­la­rı için­de öy­le­si­ne gür­leş­miş­ler­di ki, bah­çe­nin öte­le­rin­den bur­nu­mu­za ka­dar ge­len leş ko­ku­su, kü­mes ko­ku­su, bir sü­re ön­ce man­dı­ra­ya çev­ril­miş ko­lo­ni ki­li­sesin­den yük­se­len te­zek ko­ku­su ve inek­ler­le as­ker­le­rin dışkı ve ek­şi si­dik ko­ku­la­rıy­la kay­naş­mış bu bas­kın gül koku­su­nun sız­ma­dı­ğı tek çat­lak bi­le kal­ma­mış­tı.

Sık, bo­ğucu fun­da­lı­ğı ara­la­yın­ca, ka­ran­fil sak­sı­la­rı, peru zambak­ları ve her­caime­nek­şe­ler­le ke­mer­li ge­çi­di, oda­lık­la­rın barın­dı­ğı böl­me­yi gör­dük, ev içi ıvır zı­vır­la­rı­nın çe­şit­li­li­ği, he­le sü­rüy­le di­kiş ma­ki­ne­le­ri kar­şı­sın­da, ola ki, di­ye düşün­dük, bu­ra­da bin­den faz­la ka­dın ya­şa­mış­tır za­ma­nında, ye­di ay­lık do­ğan piç­ler­den bir or­duy­la, mut­fak­lar­daki sa­vaş ala­nı keş­me­ke­şi­ni gör­dük, mus­luk­la­rın ya­nı başın­da gü­neş­te çü­rü­yen bir­ta­kım giy­si­ler, oda­lık­lar­la asker­le­rin or­tak­la­şa kul­lan­dık­la­rı top­rak ayak­yo­lu­nu ve arka­lar­da Kü­çük As­ya’dan ken­di top­rak­la­rı, ken­di öz­su­la­rı ve nem­le­ri ko­ru­na­rak, kos­ko­ca­man, özel de­niz aşan serler­le can­lı can­lı ge­tir­til­miş Ba­bil sö­ğüt­le­ri­ni gör­dük, onla­rın da ar­ka­sın­da hü­kü­met ko­na­ğı­nı gör­dük, dev bir yapıy­dı ve hü­zün­lüy­dü, ak­ba­ba­lar, di­dik di­dik edil­miş panjur­lar­dan içe­ri da­lı­yor­lar­dı hâlâ.

San­dı­ğı­mız gi­bi, yük­lenmek zo­run­da kal­ma­dık, ana ka­pı bir se­sin usul yük­le­nişiy­le ken­di­li­ğin­den açıl­dı, yol ha­lı­sı inek tır­nak­la­rıy­la de­lik de­şik ol­muş, çıp­lak, taş mer­di­ven­ler­den çı­kıp birin­ci ka­ta var­dık, ilk ge­çit­ten özel ya­tak oda­la­rı­na ka­dar, yer­le bir ol­muş ya­zı­ha­ne­ler, ar­sız inek­le­rin is­ti­la­sı­na uğra­mış pro­to­kol sa­lon­la­rı, ka­di­fe per­de­le­ri ve is­kem­le püs­kül­le­ri­ni ke­mi­ren inek­ler gör­dük, as­ker­ler­le aziz­le­rin, kı­rık dö­kük eş­ya­la­rın ara­sı­na atıl­mış, ye­re ça­lı­nıp ta­ze inek fış­kı­sı­na bu­lan­mış kah­ra­man­lık port­re­le­ri­ni gör­dük, inek­le­rin ke­mi­rip bi­tir­dik­le­ri bir ye­mek oda­sı gör­dük, yine inek­le­rin hış­mı­na uğ­ra­mış, sı­çı­lıp sı­van­mış mü­zik oda­sı­nı, kı­rıl­mış do­mi­no ma­sa­la­rı­nı, ke­çe­le­ri­ni inek­le­rin ke­mir­di­ği bi­lar­do ma­sa­la­rı­nı, bir kö­şe­de öy­le­ce du­ran rüzgâr­gü­lü­nü gör­dük, pu­su­la­nın dört bir ya­nın­da olup bi­ten do­ğa olay­la­rı­na tı­pa­tıp ben­zer ses­ler çı­ka­ran bu gül sa­ye­sin­de ev­de­ki­ler, çe­kil­miş de­ni­ze duy­duk­la­rı öz­le­mi gi­de­re­bi­li­yor­lar­dı; her kö­şe­den sar­kan ka­fes­le­ri gör­dük, bir haf­ta ön­ce, bir ge­ce üst­le­ri­ne ge­çi­ril­miş ör­tü­ler de du­ru­yor­du da­ha ve sa­yı­sız pen­ce­re­den ya­vaş ya­vaş doğan bu ta­rih­sel pa­zar­te­si­den ha­ber­siz saf saf uyu­yan, adına kent de­ni­len o az­man hay­va­nı gör­dük ve ken­tin ötesin­de, uf­ka doğ­ru, es­ki­den de­ni­zin bu­lun­du­ğu uç­suz bucak­sız düz­lük­te, ka­tı ay kü­lün­den oluş­muş ölü kra­ter­le­ri gör­dük.

Bir­kaç ay­rı­ca­lık­lı ki­şi dı­şın­da kim­se­le­rin adım at­ma­dı­ğı ya­sak böl­me­de ak­ba­ba­la­rın dök­tü­ğü ka­nın koku­su­nu duy­duk, ilk ola­rak; ak­ba­ba­lar­dan yıl­la­rın so­luksuz­luk­la­rı­nı ve iç­gü­dü­sel ön­se­zi­le­ri­ni dev­ral­dık, ka­nat çır­pış­la­rın­dan ya­yı­lan çü­rü­me ko­ku­su­nu iz­le­ye rek ka­bul sa­lo­nu­na gi­rin­ce, inek­le­rin kurt­lan­mış is­ke­let­le­riy­le karşı­laş­tık, di­şi­ge­ri­le­ri boy ay­na­la­rın­da de­fa­lar­ca yan­sı­yordu, son­ra du­va­ra giz­len­miş bir ya­zı­ha­ne­ye açı­lan yan kapı­yı it­tik, ora­da onu gör­dük, rüt­be­siz şa­yak üni­for­ma­sı üs­tün­dey­di; çiz­me­le­ri, sol to­pu­ğun­da al­tın mah­mu­zu,ka­ra­da ve de­niz­de­ki bü­tün ih­ti­yar in­san­lar­la bü­tün ih­tiyar hay­van­lar­dan da­ha da ih­ti­yar­dı; yer­de ya­tı­yor­du, yüzüs­tü, sağ ko­lu­nu kı­vı­rıp ba­şı­na da­ya­mış­tı, ya­pa­yal­nız bir zor­ba kim­li­ğiy­le yıl­lar yı­lı sür­dür­dü­ğü ha­ya­tı­nın her ge­ce­sin­de, bi­tim­siz ge­ce­le­rin­de hep na­sıl uyu­muş­sa öy­le.

Yü­zü­ne bak­mak için sır­tüs­tü dön­dür­dü­ğü­müz­de, ta­nına­cak du­rum­da ol­ma­dı­ğı­nı fark et­tik, ger­çi yü­zü­nü akba­ba­lar di­dik­le­me­miş­ti, ama içi­miz­den hiç kim­se da­ha ön­ce gör­me­miş­ti ki onu, ger­çi pro­fi­li bü­tün de­mir pa­rala­rın iki yü­zün­de de var­dı; pul­lar­da, ka­put rek­lam­la­rında, ka­sık bağ­la­rın­da, ke­şiş göm­lek­le­rin­de, her yerde, gerçi göğ­sü­ne bay­rak ve ana­yur­dun sim­ge­si ej­der­ha otur­tulmuş res­mi her za­man, her yer­de gö­ze çar­par­dı ama biz bu re­sim­le­rin da­ha kuy­ruk­lu­yıl­dı­zın gö­rün­dü­ğü yıl bi­le as­lı­na uy­gun sa­yıl­ma­dı­ğı­nı bi­li­yor­duk; o de­vir­de ana baba­la­rı­mız onun kim­li­ği­ni bi­li­yor­lar­dı, on­lar da ana ba­baların­dan duy­muş­lar­dı ve biz, ço­cuk­lu­ğu­muz­dan baş­la­yarak, onun ege­men­li­ği­ni sür­dür­dü­ğü bu ko­nak­ta ya­şa­dı­ğına inan­ma­ya alı­şa­rak bü­yü­müş­tük; bi­ri, bir fes­ti­val­de onu Çin fe­ner­le­ri­ni ya­kar­ken gör­müş­tü; bi­ri, hü­zün­lü göz­le­ri­ni, sol­gun du­dak­la­rı­nı, din­sel be­zek­ler­le süs­lenmiş baş­kan­lık kol­tu­ğun­da ba­şı­nı dü­şün­ce­li dü­şün­ce­li salla­dı­ğı­nı gör­dü­ğü­nü söy­le­miş­ti, çün­kü yıl­lar ön­ce bir pazar, hu­zu­ru­na so­kak­ta­ki kör şar­kı­cı­yı ge­tir­miş­ler­di, beş sent kar­şı­lı­ğın­da, unu­tul­muş şair Rubén Da­rio’nun şiirle­ri­ni okuyacaktı, yal­nız baş­ka­nı­mı­zın iz­le­ye­ce­ği bu şiir gös­te­ri­si için bir to­mar pa­ra al­dı­ğın­dan, key­fin­den ba­yılı­yor­du he­rif, baş­ka­nı gör­me­miş­ti ta­bii, kör ol­du­ğun­dan de­ğil, hum­ma­dan bu ya­na hiç­bir ölüm­lü gör­me­miş­ti ki onu, yi­ne de ora­da ol­du­ğu­nu bi­li­yor­duk, de­ğil mi ki dünya dö­nü­yor­du, ha­yat sü­rü­yor­du, pos­ta ge­li­yor­du, be­le­diye ban­do­su cu­mar­te­si­le­ri alan­da, toz­lu pal­mi­ye­le­rin ve loş ışık­la­rın al­tın­da uça­rı vals­ler ça­lı­yor­du ve ban­do­da, ölen mı­zı­ka­cı­la­rın ye­ri­ni baş­ka ih­ti­yar mı­zı­ka­cı­lar alı­yordu.

Son yıl­lar­da, ko­nak­tan in­san ses­le­ri ve kuş cı­vıl­tı­la­rı gel­me­me­ye baş­la­yın­ca, kur­şun ge­çir­mez ka­pı­lar ile­le­bet ka­pan­dı­ğın­da bi­le, içer­de bi­ri­nin ol­du­ğu­nu bi­li­yor­duk, çün­kü ge­ce­le­ri, bir ge­mi­nin işa­ret ışı­ğı­nı an­dı­ran bir­takım ışık­lar sı­zı­yor­du de­ni­ze ba­kan pen­ce­re­ler­den ve daha ya­kı­na gi­de­cek ce­sa­re­ti gös­te­ren­ler, pa­yan­da­lan­mış du­var­la­rın ar­ka­sın­dan bin­ler­ce toy­nak şa­kır­tı­sıy­la hayvan hı­rıl­tı­la­rı du­yu­yor­lar­dı; bir ocak ikin­di­si, baş­kan­lık bal­ko­nun­da grubu göz­le­yen bir inek gör­müş­tük; dü­şünün bir, ulu­sal bal­ko­nu­muz­da bir inek, ne kor­kunç bir şey, ne bok­tan ül­ke, her­kes inek­le­rin mer­di­ven çı­ka­maya­ca­ğı­nı, yol ha­lı­la­rı sey­rel­miş mer­di­ven­le­ri bi­le çı­ka­maya­ca­ğı­nı bil­di­ğin­den, ine­ğin ne ya­pıp bal­ko­na çık­tı­ğı uzun uzun tar­tı­şıl­dı ve so­nun­da, ine­ği ger­çek­ten gör­dük mü, yok­sa ikin­diüs­tü alan­da ge­zi­nir­ken baş­kan­lık bal­konun­da bir inek gör­dü­ğü­mü­zü mü san­dık, an­la­ya­ma­dık; o bal­kon­da yıl­lar­dır bir şey gör­me­miş­tik çün­kü ve ge­çen cu­ma tan ağa­rır­ken ge­len ilk ak­ba­ba sü­rü­sü de ol­ma­sa, da­ha ni­ce yıl­lar gö­re­me­ye­cek­tik; ak­ba­ba­lar o gün, sağ­lık yur­du­nun sa­çak­la­rın­da hep uyuk­la­dık­la­rı yer­den uçu­şa geç­miş­ler­di, ta iç­ler­den, bir za­man­lar de­ni­zin bu­lun­duğu toz de­ni­zi­nin kı­yı­la­rın­dan dal­ga dal­ga ko­pup ge­li­yorlar­dı; bü­tün bir gün bo­yun­ca ege­men­li­ğin sim­ge­si ya­pının üs­tün­de hal­ka­lar çi­ze­rek uç­tu­lar, ta ki gü­vey­lik süsle­ri­ni tak­mış, kı­zıl tüy­lü bir dö­vüş­ken, kral, ses­siz bir buy­ruk ve­re­ne ka­dar, iş­te cam şan­gır­tı­la­rı, yü­ce bir ölünün sal­dı­ğı esin­ti, an­cak dir­li­ği kal­ma­mış bir ev­de rast­lanı­la­cak o ak­ba­ba sal­dı­rı­sı, cam­dan gi­rip çık­ma­lar o zaman baş­la­dı da, biz­ler içe­ri girme yi­ğit­li­ği­ni gös­ter­dik ve ıs­sız sı­ğı­nak­ta, gör­ke­min yı­kın­tı­la­rı­nı bul­duk, ga­ga­lan­mış göv­de­yi, genç kız eli gi­bi pü­rüz­süz o el­le­ri;sal­ta­nat mührü, or­ta­par­ma­ğı­nın bo­ğu­mun­day­dı, be­de­ni, de­ni­zin derin­le­rin­den em­di­ği kü­çük yo­sun­lar­la asa­lak­la­rı fış­kır­tıyor­du, özel­lik­le kol alt­la­rı ve ka­sık­la­rı; fı­tık ame­li­ya­tı ge­çir­miş ha­ya­sın­da, yel­ken be­zin­den bir fı­tık ba­ğı var­dı, ta­şa­ğı bir öküz böb­re­ği iri­li­ğin­dey­di ama na­sıl­sa ak­ba­bala­rın gö­zün­den kaç­mış tek or­ga­nıy­dı, gelge­le­lim biz­ler onun öl­dü­ğü­ne yi­ne de ina­na­mı­yor­duk, çün­kü böy­le giyim­li ku­şam­lı, uy­ku­sun­da do­ğal bir ölüm­le öl­müş­çe­si­ne, ya­zı­ha­ne­sin­de tek ba­şı­na ikin­ci kez ölü bu­lu­nu­şuy­du bu, bi­li­ci­ler su­la­ra ba­kıp öy­le de­miş­ler­di ya uzun bir sü­re ön­ce. İlk ölü­şün­de,son­ba­ha­rı­nın baş­lan­gı­cın­da da bu durum­da bu­lun­muş­tu, o za­man­lar ya­tak oda­sı­nın ya­pa­yalnız­lı­ğın­da bi­le, ölü­me üs­tün­lük ta­nı­ma­ya­cak ka­dar zin­de bir il­gi du­yu­yor­du ulu­su­na, yaz­gı­sı hiç öl­me­mek­miş gi­bi sür­dü­rü­yor­du ege­men­li­ği­ni; o za­man­lar bu­ra­sı, bir başkan­lık sa­ra­yı­na de­ğil bir pa­zarye­ri­ne ben­zer­di, kü­fe boşal­tan, ge­çit­ler­de eşek­le­rin üs­tün­den ta­vuk kü­mes­le­ri in­di­ren çıp­lak nö­bet­çi­le­ri, aç­lık­tan kı­rı­lan to­run­la­rıy­la ba­sa­mak­la­ra çö­küp dev­let­ten mu­ci­ze­vi ba­ğış­lar bek­leyen di­len­ci ka­dın­la­rı ya­rıp geç­mek, ça­nak­lar­da­ki ge­ce çiçek­le­ri­ni atıp yer­le­ri­ne ta­ze çi­çek­ler yer­leş­ti­ren, yer­le­ri si­len, bal­kon­lar­da ha­lı dö­ven, ku­ru dal­dan pat­pat­la­rın tem­po­suy­la düş­sel aşk şar­kı­la­rı söy­le­yen kü­für­baz odalık­la­rın sıç­rat­tı­ğı pis su­lar­dan sa­kın­mak ge­re­kir­di ve bu şa­ma­ta­da, çek­me­ce­le­rin­de ku­luç­ka­ya yat­mış ta­vuk­lar bu­lan tı­mar­lı ka­mu gö­rev­li­le­ri­nin fer­yat­la­rı, he­la­lar­da oros­pu­lar­la as­ker­le­rin bit­me­yen git­gel­le­ri, kuş çığ­lık­la­rı, or­ta­lık­ta hır­la­şan so­kak kö­pek­le­ri; ka­pı­la­rı açık du­ran bu sa­ray­da, hü­kü­me­tin ne­re­de ol­du­ğu­nu kes­tir­me­nin olanak­sız­laş­tı­ğı bu bü­yük kar­ga­şa­da, kim ki­min ne ol­du­ğunu, kim­den ya­na ol­du­ğu­nu da bil­mi­yor­du.

Evin be­yi, yal­nız­ca bu pa­zar kar­ga­şa­sı­na ka­tıl­mak­la kal­ma­mış, karga­şa­yı ya­ra­tıp yö­net­miş­ti, onun ya­tak oda­sın­da­ki ışık­lar ya­nar yan­maz, da­ha ho­roz­lar öt­me­den, baş­kan­lık mu­hafız­la­rı­nın çal­dı­ğı kalk bo­ru­su, ya­kın­lar­da­ki Con­de Kış­lası’­na ye­ni gü­nün baş­la­dı­ğı­nı bil­di­rir­di, son­ra San Jerónimo Üs­sü için bir bo­ru da­ha ça­lı­nır­dı, son­ra doğ­ru li­man ka­le­si­ne; ka­le­de peş pe­şe tam al­tı ke­re ça­lı­nan bo­ru, ön­ce ken­ti uyan­dı­rır­dı, son­ra da bü­tün ül­ke­yi; bu ara­da baş­kanı­mız otu­ra­ğı­na ku­ru­lup dü­şün­ce­le­re da­lar, ye­ni ye­ni baş­la­yan ku­lak vın­la­ma­sı­nı gi­der­mek ama­cıy­la el­le­ri­ni ku­lak­la­rı­na bas­tı­ra­rak, o şan­lı gün­ler­de da­ha pen­ce­re­sinin al­tın­da uza­nan oy­nak, keh­ri­bar ren­gi de­niz­den ge­çen ge­mi ışık­la­rı­nı göz­ler­di.

Evin yö­ne­ti­mi­ne el koy­du­ğu gün­den son­ra her gün, ağıl­lar­da inek­le­rin sa­ğı­lı­şı­nı denet­ler ol­du, kent­te­ki kış­la­ya üç baş­kan­lık ara­ba­sıy­la yolla­na­cak sü­tü eliy­le tar­tar­dı, mut­fak­ta bir ça­nak ko­yu kah­vey­le bi­raz çö­rek atış­tı­rır­dı, ye­ni gü­nün de­liş­men esin­ti­le­riy­le ne­re­ye sav­ru­la­ca­ğı­nı da­ha tam kes­ti­re­meden, hiz­met­çi­le­rin lak­lakı­na ku­lak ka­bar­ta­rak; evin­de aynı di­li ko­nuş­tu­ğu tek kim­se­ler­di on­lar, en çok on­la­rın iç­ten poh­poh­la­ma­la­rı­na önem ve­rir, en iyi on­la­rın akıl­ların­dan ge­çe­ni okur­du, saat do­ku­za gel­me­den az ön­ce, özel av­lu­su­na, ba­dem ağaç­la­rı­nın göl­ge­si­ne oy­durt­tu­ğu gra­nit ha­vuz­da, kay­na­tıl­mış şi­fa­lı yap­rak­la­rın ara­sın­da uzun uzun yı­ka­nır ve an­cak saat on bir­den son­ra, ta­nın uyu­şuk­lu­ğu­nu üs­tün­den atar­dı, ger­çe­ğin teh­li­ke­li oyunla­rıy­la yüz­leş­me­yi gö­ze ala­bi­lir­di.

Da­ha ön­ce­le­ri, de­nizci­le­rin çı­karma­sı sı­ra­sın­da, ulu­sun yaz­gı­sı­nı ka­rar­laş­tırmak adı­na iş­gal­ci kuv­vet­le­rin ku­man­da­nıy­la bir­lik­te yazı­ha­ne­si­ne çe­kil­miş, önü­ne uza­tı­lan ya­sa­la­rı, ge­nel­ge­le­ri par­mak ba­sa­rak im­za­la­mış­tı, o za­man­lar oku­ma-yaz­ma bil­mi­yor­du, ama onu ye­ni­den ulu­suy­la ve sal­ta­na­tıy­la baş ba­şa bı­ra­kıp git­tik­le­rin­de de ya­zı­lı hu­ku­kun ağır aksak yön­tem­le­riy­le ka­nı­nın ze­hir­len­me­si­ne izin ver­me­di; se­siy­le,sö­züy­le, fi­zik gü­cüy­le sür­dür­dü ege­men­li­ği­ni, her za­man, her yer­de ka­tı pin­ti­li­ğiy­le ha­zır ve na­zır­dı, ama o yaş­ta­ki bir ih­ti­ya­ra gö­re akıl al­maz sa­yı­la­bi­le­cek bir zinde­li­ği var­dı, cü­zam­lı­lar, el­le­rin­den sağ­lık tu­zu em­me­ye can atan kör­ler, sa­kat­lar ku­şa­tır­dı çev­re­si­ni, dep­rem, güneş tu­tul­ma­sı, ar­tıkyıl­lar gi­bi Tan­rı yan­lış­la­rı­nı onun düzel­te­ce­ği­ni ilan eden okurya­zar po­li­ti­ka­cı­lar­la gö­züka­ra dal­ka­vuk­lar; kar­da yü­rü­yen fil adım­la­rıy­la oda­la­rı ar­şınlar, dev­let iş­le­ri­ni de ev iş­le­ri gi­bi ay­nı ko­lay­lık­la, ya­lınlık­la yü­rü­tür­dü; şu ka­pı­yı bur­dan sök şu­ra­ya gö­tür, gö­türür­ler­di; yi­ne ge­tir lüt­fen, ge­ti­rir­ler­di; ku­le­nin saa­ti on iki­de on iki ke­re vur­ma­ma­lıy­dı, iki ke­re vur­ma­lıy­dı ki, ha­yat da­ha uzun gö­rün­sün; buy­ruk ye­ri­ne ge­ti­ri­lir­di bir an du­rak­sa­ma­dan, bir an bek­le­me­den; ölüm­cül sies­ta saa­ti­ni say­maz­sak ta­bii, o za­man oda­lık­la­rı­nın göl­ge­si­ne sı­ğı­nır, iç­le­rin­den bi­ri­ne sal­dır­dı­ğı gi­bi ka­dı­nı soy­ma­dan, ken­di de so­yun­ma­dan, ka­pı­yı ört­me­den gi­ri­şir­di işe, ca­nı tez bir gü­ve­yin göz­ya­şı iş­le­mez so­luk­la­rı, al­tın mah­muzu­nun tut­ku­lu çın­la­yı­şı ve kö­pek­si inil­ti­ler du­yu­lur­du bü­tün ev­de, bu aşk saa­ti­ni ye­di ay­lık doğ­muş piç­le­rin pis ba­kış­la­rın­dan kur­tul­ma­ya ça­lış­mak­la har­ca­mış ka­dı­nın şaş­kın­lı­ğı, çı­kın bu­ra­dan di­ye ba­ğı­rı­şı, git av­lu­da oy­na, ço­cuk­lar gör­me­me­li böy­le şey­ler ve san­ki ulu­sun se­mala­rın­dan bir me­lek geç­miş gi­bi an­sı­zın di­ner­di ses­ler, hayat du­rur­du, her­kes par­ma­ğı­nı du­dak­la­rı­na bas­tı­rıp taş ke­si­lir­di, so­luk al­maz­dı; ses­siz­lik, şşt, ge­ne­ral ka­rı dü­züyor, onu ya­kın­dan ta­nı­yan­lar bu kut­sal âna da bel bağ­lamaz­lar­dı pek, çün­kü hep iki yer­de bir­den ola­bi­lir­miş gibiy­di, ak­şa­müs­tü saat ye­di­de, do­mi­no oy­nar­ken gö­rürler­di, oy­sa ay­nı an­da ka­bul sa­lo­nun­da­ki siv­ri­si­nek­le­ri defet­mek için te­zek yak­tı­ğı­nı gö­ren­ler de olur­du, son pen­ce­re­de­ki ışık­lar sö­nün­ce­ye, baş­kan­lık ya­tak oda­sı­nın ka­pı­sın­da­ki üç kol de­mi­ri­nin in­di­ğini, üç ki­li­din ki­lit­lendi­ği­ni, üç sür­gü­nün sü­rül­dü­ğü­nü ku­lak­la­rıy­la du­ya­na kadar boş avun­tu­lar­la oya­lan­maz­lar­dı; taş dö­şe­me­ye, yorgun­luk­tan ba­yıl­mış­ça­sı­na bir göv­de dü­şer­di, gel­git­le birlik­te bit­kin bir ço­cu­ğun so­luk­la­rı de­rin­le­şir­di, ta ki rüzgârın ar­pı, ağus­tos­bö­cek­le­ri­nin ses­le­ri­ni ve ke­man­la­rı­nı sus­tu­ra­na ka­dar ve ko­ca­man bir dal­ga, ge­nel va­li­ler­le kor­san­la­rın es­ki ken­ti­nin so­kak­la­rı­nı ta­ra­yıp da hü­kü­met ko­na­ğı­nın bü­tün pen­ce­re­le­rin­den kos­ko­ca­man bir ağustos cu­mar­te­si­si gi­bi içe­ri yük­le­ne­ne ka­dar, bir cu­mar­te­si ki ay­na­lar­da mid­ye­ler bü­yüt­müş, ka­bul sa­lo­nu­nu kö­pekba­lık­la­rı­na tes­lim et­miş, ta­ri­hön­ce­si ok­ya­nus­la­rın ulaş­tığı en yük­sek dü­ze­yi aşıp top­ra­ğın, mekânın ve za­ma­nın yü­zü­nü si­lip geç­miş­ti, yal­nız o, tek ba­şı­na, bo­ğul­muş bir ada­mın düş­le­rin­de, düş­le­rin ay su­yun­da yü­zü­ko­yun sürük­le­nip kal­mış­tı, şa­yak er üni­for­ma­sı, çiz­me­le­ri, al­tın mah­mu­zuy­la, sağ ko­lu ba­şı­nın al­tın­da kıv­rıl­mış. İlk ölümü­nü iz­le­yen acı­ma­sız yıl­lar­da, ken­di­si yo­kuş aşa­ğı gider­ken, do­ru­ğa tır­ma­nan, ken­di­si coş­ku­dan kö­pü­rür­ken, ba­şa­rı­sız aşk­la­rın acı­sı­nı çe­ken ikin­ci eş ki­şi­li­ği, ne dal­kavuk­la­rın ile­ri sür­dü­ğü gi­bi do­ğa­nın ta­nı­dı­ğı bir ay­rı­ca­lık, ne de ha­sım­la­rı­nın söy­le­di­ği gi­bi bir top­lu san­rıy­dı; başka­nı­mı­za tı­pa­tıp ben­ze­yen Pat­ri­cio Ara­gonés, ku­sur­suz hiz­me­ti ve kö­pek­çe bağ­lı­lı­ğıy­la onun bah­tı­nın açıl­ma­sı­nı sağ­la­mış­tı; aran­ma­dan bu­lun­muş bir ben­zer; ge­ne­ral haz­ret­le­ri de­miş­ler­di, Kı­zıl­de­ri­li köy­le­ri­ni do­la­şan düzme­ce bir baş­kan­lık ara­ba­sı­na rast­la­dık, he­rif üçkâğıt­çı­lıkla pa­ra ka­za­nı­yor; evet, ölü­ler evi­ni an­dı­ran oyuk­lar­da sa­kin göz­le­ri gör­müş­ler­di, sol­gun du­dak­la­rı, ka­di­fe el­dive­niy­le önün­de diz çö­ken hal­ka avuç do­lu­su tuz sa­çan, pü­rüz­süz, ta­ze ge­lin eli­ni; ara­ba­nın ar­ka­sın­dan gi­den iriya­rı iki sü­va­ri, sağ­lık da­ğı­tı­mı kar­şı­lı­ğın­da pa­ra top­lu­yordu, dü­şü­nün ge­ne­ra­lim, dü­pe­düz kü­für­dür bu; ama gene­ral, sah­tekârı ce­za­lan­dır­ma­mış, onu giz­li­ce hu­zu­ru­na ge­tir­me­le­ri­ni, halk iki­si­ni bir­bi­ri­ne ka­rış­tır­ma­sın di­ye de ba­şı­na bir çu­val ge­çir­me­le­ri­ni bu­yur­muş,son­ra da böy­lesi bir eşit­li­ğin ko­şul­la­rı­na düş­me­nin utan­cı­nı çek­miş­ti, Al­lah kah­ret­sin bu he­rif be­nim iş­te, de­miş­ti, ger­çek­ten de adam onun ka­lı­bı­na gir­miş­ti san­ki, yal­nız öbü­rü, gene­ra­lin bu­yur­gan se­si­ni as­la çı­ka­ra­mı­yor­du, bir de onun ha­yat çiz­gi­si, baş­par­ma­ğı­nın di­bin­de, hiç ke­sin­ti­ye uğ­ramak­sı­zın bir hal­ka çi­zi­yor­du; ada­mı he­men kur­şu­na diz­ dirt­me­yi­şi, yal­nız­ca ken­di kuk­la­sı ola­rak kul­lan­ma­yı tasar­la­dı­ğın­dan ötü­rü de­ğil­di, bu ta­sa­rı çok son­ra gel­miş­ti ak­lı­na, ama öz yaz­gı­sı­nın şif­re­si­nin bir dü­zen­ba­zın avucun­da yat­tı­ğı­nı dü­şün­mek, dü­pe­düz ca­nı­nı sı­kı­yor­du. Ge­ne­ral bu ku­run­tu­la­rın yer­siz­li­ği­ni kav­ra­ya­dur­sun, Patri­cio Ara­gonés, ko­lu­nu bi­le kı­pır­dat­ma­dan al­tı sui­kast at­lat­mış ve fa­la­kay­la yas­sıl­tı­lan ay­ak­la­rı­nı sü­rü­ye­rek yürü­me­ye alış­mış­tı, ar­tık onun da ge­ne­ral gi­bi ku­lak­la­rı vın­lı­yor ve kış sa­bah­la­rı tan ağa­rır­ken ha­ya­sı sız­lı­yor­du, al­tın mah­mu­zu ta­kıp çı­ka­rır­ken ka­yış­la­rı bir­bi­ri­ne do­laştır­ma­yı, böy­le­lik­le kar­şı­sın­da­ki­le­ri oya­la­ma­yı, za­man kazan­ma­yı da öğren­miş­ti, tüh Al­lah kah­ret­sin şu to­ka­la­rı, Fla­man de­mir­ci­le­ri şun­ca­cık işi bi­le be­ce­re­mi­yor­lar kera­ta­lar; ba­ba­sı­nın dükkânın­da şi­şe­ci­lik yap­tı­ğı gün­ler­de­ki şak­la­ban­lı­ğı, ge­ve­ze­li­ği du­rul­muş, dü­şün­ce­li, dal­gın bir adam olu­ver­miş­ti; in­san­la­rın ne­ler de­dik­le­ri­ne al­dır­mıyor, göz­ler­de­ki göl­ge­ler­den, ne­le­ri giz­le­dik­le­ri­ni kes­tirme­ye ça­lı­şı­yor­du; sen ne der­sin pe­ki, di­ye sor­ma­dan, soru­la­rı as­la ya­nıt­la­mı­yor­du, mu­ci­ze sat­tı­ğı gün­ler­de­ki aylak­lı­ğın­dan da iz kal­ma­mış­tı, ken­di­ne iş­ken­ce eder­ce­si­ne di­di­ni­yor, ye­rin­de du­ra­mı­yor­du, bo­yu­na yü­rü­yü­şe çı­kıyor­du, za­man­la eli büs­bü­tün sı­kı­laş­tı, gö­zü doy­maz oldu, giy­si­le­ri­ni çı­kar­ma­dan, yer­de ya­tı­yor­du ge­ce­le­ri, yüzüs­tü, yas­tık­sız, ön­ce­le­ri te­laş­la sa­hip çık­tı­ğı özel kim­liği­ni, ba­ba­dan kal­ma cam üf­le­me, şi­şe yap­ma mes­le­ği­nin al­tın uça­rı­lı­ğı­nı yad­sı­yor­du ar­tık, ikin­ci bir ta­şın as­la sığma­ya­ca­ğı kö­şe­le­re taş ko­ya­rak sal­ta­na­tın en bü­yük teh­like­le­ri­ne kar­şı di­re­ti­yor­du, düş­man top­rak­la­rın­da hız kesi­yor, yu­mu­şa­cık düş­le­re, ger­çek­leş­me­si ola­nak­sız, bas­tırıl­mış ni­ce iç çe­kiş­le­ri­ne ka­fa tu­tu­yor­du; uçu­cu, eri­şilmez gü­zel­lik kra­li­çe­le­ri­ne taç giy­di­rir­ken, on­la­ra eli­ni değ­dir­mi­yor­du bi­le, çün­kü son­su­za ka­dar ken­di­si­ne ait ol­ma­yan bir yaz­gı­ya bo­yun eğ­miş­ti; yoo, ne gö­zü doymaz­lık, ne de inanç­tı bu bo­yun eğ­me­nin ne­de­ni, ge­ne­ral ay­da el­li pe­so öde­ye­rek ken­di ha­ya­tı­nı onun ha­ya­tıy­la ta­kas et­miş­ti, üs­te­lik kral ol­ma fe­la­ke­ti­ne uğ­ra­ma­dan kral­lar gi­bi ya­şa­ma ay­rı­ca­lı­ğı­nı da ver­miş­ti, da­ha ne is­teye­bi­lir­di! Ara­la­rın­da­ki kim­lik ka­rı­şık­lı­ğı, rüzgârın azıt­tı­ğı bir ge­ce do­ru­ğu­na var­mış­tı; ge­ne­ral, Pat­ri­cio Ara­gonés’i ya­se­min­le­rin tat­lı ko­ku­la­rı ara­sın­da de­ni­ze ba­kıp iç çeker­ken bul­muş­tu, hak­lı bir kor­kuy­la sor­muş­tu, ye­me­ğe kap­lan­bo­ğa­no­tu mu kat­mış­lar­dı ne, ne­den böy­le so­lu­ğu tı­ka­nı­yor, içi çe­ki­li­yor­du; yoo ha­yır ge­ne­ra­lim, de­di Patri­cio Ara­gonés, on­dan da be­ter, cu­mar­te­si gü­nü bir karna­val kra­li­çe­si­ne taç giy­dir­miş, onun­la ilk dan­sı et­miş­ti, bir da­ha kur­tu­la­ma­mış­tı o anı­dan, gör­me­miş­ti öy­le­si­ni, dün­ya­nın en gü­zel kı­zıy­dı, si­zin ayar­la­dı­ğı­nız ka­dın­lardan de­ğil ge­ne­ra­lim, bir gö­re­bil­sey­di­niz onu; o za­man ra­hat bir so­luk al­mış­tı ge­ne­ral, ne olu­yor ca­nım, ka­dın­lara tu­tu­lun­ca ba­şı der­de gi­rer in­sa­nın; kı­zı ka­çır­say­dın ya, ken­di­si son­ra­la­rı oda­lı­ğı olan bir sü­rü gü­zel ka­dı­nı ka­çırmış­tı, ka­rı­yı ya­ta­ğa bas­tı­rır, kol­la­rı­na dört bi­ni­ci as­ker otur­tu­rum, sen kep­çen­le ta­dı­na ba­kar­sın bu ara­da,Al­lah kah­ret­sin, var­sın tek­me­le­sin, sen bu ara­da işi­ni gö­rür­sün, en zor­ba­la­rı bi­le ön­ce öf­key­le çır­pı­nır, son­ra n’o­lur be­ni bu du­rum­da bı­rak­ma ge­ne­ra­lim, böy­le to­hu­mu düş­müş el­ma çi­çe­ği gi­bi bı­rak­ma ge­ne­ra­lim, di­ye yal­va­rır­lar; gelge­le­lim Pat­ri­cio Ara­gonés bu ka­da­rıy­la ye­tin­mi­yor­du, ka­dın­la­rın ken­di­si­ni sev­me­le­ri­ni is­ti­yor­du, söz­ge­li­mi bu kız, ge­ne­ra­lin na­sıl aş­ka ge­le­ce­ği­ni bi­len us­ta­lar­dan, bir ba­kış­ta an­la­şı­lı­yor; ge­ne­ral bir çı­kar yol bul­du, ona odalık­la­rı­na gi­den ge­ce ge­çit­le­ri­ni gös­ter­di, on­la­rı ken­di­si gibi ra­hat­ça kul­lan­ma­sı­na izin ver­di; he­men sal­dı­ra­cak­sın, çar­ça­buk, so­yun­ma­dan, Pat­ri­cio Ara­gonés de böy­le­ce sev­da ba­tak­lı­ğı­na bat­mış ol­du için­de ka­ba­ran tut­ku­la­rı din­di­re­ce­ği­ni sa­na­rak, ama ar­tık öy­le­si­ne kay­gı­lıy­dı ki, ba­zen pa­zar­lı­ğın ko­şul­la­rı­nı unu­tu­yor, pan­to­lon düğ­mele­ri­ni dal­gın dal­gın çö­zü­yor, ay­rın­tı­lar­la oya­la­nı­yor, en  aşa­ğı­lık ka­dın­la­rın en giz­li cev­her­le­ri­ni, en de­rin iç çe­kişle­ri­ni ko­pa­rıp alı­yor, göl­ge­lik yer­ler­de şaş­kın­lık­tan güldü­rü­yor­du on­la­rı, se­ni ih­ti­yar çap­kın se­ni, di­yor­lar­dı, ihti­yar ya­şın­da iyi­ce düş­tün bi­ze ve o gün­den son­ra ne ikisi, ne de ka­dın­lar han­gi ço­cu­ğun kim­den ol­du­ğu­nu kesti­re­bil­di­ler, çün­kü Pat­ri­cio Ara­gonés’in ço­cuk­la­rı da gene­ra­lin­ki­ler gi­bi ye­di ay­lık do­ğu­yor­lar­dı. Ve böy­le­lik­le baş­kan­lık kol­tu­ğu­nun vaz­ge­çil­mez ada­mı ol­du Pat­ri­cio Ara­gonés; ri­va­yet eder­ler ki en se­vi­len, bel­ki de en çok kor­ku­lan adam­dı, ge­ne­ra­lin de si­lah­lı kuv­vet­le­re ayı­racak vak­ti bol­laş­mış­tı bu ara­da, he­pi­mi­zin san­dı­ğı gi­bi ege­men­li­ği­ni sür­dür­me­de si­lah­lı kuv­vet­le­rin des­te­ği­ne ge­rek duy­du­ğun­dan de­ğil, tam ter­si, on­la­rı en ür­künç do­ğal düş­man­la­rı say­dı­ğın­dan, ki­mi su­bay­la­rı, baş­ka subay­lar­ca gö­zet­len­dik­le­ri­ne inan­dır­dı, dar­be gi­ri­şi­min­de bu­lun­ma­sın­lar, di­ye gö­rev­le­ri­ni sık sık de­ğiş­tir­di, özel­likle arap­sa­çı­na çe­vir­di, her as­ke­rî üs­se, on atım­lık mer­minin ya­nı sı­ra se­kiz ma­nev­ra mer­mi­si ve­ri­li­yor­du, ıs­lak kum ka­tıl­mış ba­rut yol­lu­yor­du as­ker­le­re, ger­çek do­nanım, baş­kan­lık sa­ra­yı­nın si­lah de­po­sun­da du­ru­yor­du, depo­nun anah­tar­la­rı, eş­le­ri ol­ma­yan baş­ka anah­tar­lar­la, kim­se­le­rin aça­ma­ya­ca­ğı baş­ka ka­pı­la­rın anah­tar­la­rıy­la bir­lik­te bir hal­ka­ya ge­çi­ril­miş­ti, anah­tar des­te­si­ni gö­zeten de, aka­de­mi bi­tir­miş bir top­çu su­ba­yı olan, ay­nı zaman­da sa­vun­ma ba­kan­lı­ğı gö­re­vi­ni ve yi­ne ay­nı za­manda baş­kan mu­ha­fız­la­rı ku­man­dan­lı­ğı­nı, sa­ray hiz­met­le­ri şef­li­ği­ni üst­len­miş, bir ke­re­sin­de baş­ka­nın ka­pa­lı fay­to­nu sui­kast ala­nın­dan geç­me­den bir­kaç da­ki­ka ön­ce bir di­namit kap­sü­lü­nü za­rar­sız ha­le ge­tir­me­ye ça­lı­şır­ken sağ kolu­nu kay­bet­ti­ği için de do­mi­no oyu­nun­da baş­ka­nı yenme­si­ne izin ve­ri­len bir­kaç ölüm­lü­den bi­ri­nin, can dost Ge­ne­ral Rod­ri­go de Agui­lar’ın sa­kin göl­ge­siy­di, Ge­ne­ral Rod­ri­go de Agui­lar’ın ko­ru­yu­cu­lu­ğuy­la Pat­ri­cio Aragonés’in var­lı­ğı, ge­ne­ra­le öy­le­si­ne bir gü­ven ver­miş­ti ki, ken­di gü­ven­li­ği­ni da­ha az dü­şü­nür ol­muş­tu, git­tik­çe daha sık gö­rü­nü­yor­du or­ta­lık­ta, ken­di ar­ma­sı­nı ta­şı­yan kapa­lı ara­ba­da, tek mu­ha­fı­zın eş­li­ğin­de kent­te ge­zin­di, dün­ya­nın en gü­zel ka­ted­ra­li ilan et­ti­ği, yal­dız­la­rıy­la gö­zü alan taş ka­ted­ra­lin de­lik­le­ri­ne göz­le­ri­ni uy­dur­du, her şeyin tat­lı bir uyu­şuk­lu­ğa bü­rün­dü­ğü, gü­ne­ba­kan­la­rın deni­ze dön­dü­ğü de­vir­den kal­ma taş­lık­la­rıy­la es­ki taş konak­la­ra bak­tı, ge­nel va­li­lik ma­hal­le­si­nin bu­lun­du­ğu alanda en­fi­ye ko­kan taş dö­şe­li yol­la­rı, ışık­lı bal­kon­la­rın­da her­caime­nek­şe­ler­le ka­ran­fil sak­sı­la­rı ara­sın­da kı­lı kırk ya­ra­rak pa­muk ip­li­ğiy­le dan­tel iş­le­yen sol­gun genç kadın­la­rı, Bis­ca­yan ra­hi­be­le­ri­nin kuy­ruk­lu­yıldı­zın ilk ge­çişi­ni kut­la­dık­la­rı gün­kü arp tem­ri­ni­ni, her ikin­di saat tam üç­te yi­ne­le­dik­le­ri o da­ma tah­ta­sı­nı an­dı­ran ma­nas­tı­rı, tica­ret mer­ke­zi­nin Ba­bil­si la­bi­ren­ti­ni geç­ti, ölüm ko­kan ez­gi­le­ri geç­ti, pi­yan­go bi­let­le­rin­de­ki ala­ca­lı san­cak­la­rı, şe­ker­ka­mı­şı su­yu sa­tan ara­ba­la­rı, ip­le­re di­zi­li igua­na yumur­ta­la­rı­nı, Türk­le­ri ve pa­zar­lık­la­rın ren­gi at­mış se­si­ni, ana baba sö­zün­den çık­tık­la­rı için ak­re­be dö­nüş­müş kadın­lar­la do­na­tıl­mış ür­künç ki­lim­le­ri, gün­ba­tı­mın­da, giysi­le­ri oy­ma­lı tah­ta bal­kon­lar­da ku­rur­ken, çı­rıl­çıp­lak dı­şarı uğ­ra­yıp ma­vi kor­bi­na­lar­la kır­mı­zı lev­rek­ler sa­tın alan ve seb­ze­ci ka­dın­lar­la ana av­rat kü­für­le­şen er­kek­siz kadın­la­rın acı­lar ma­hal­le­si­ni geç­ti, çü­rük mid­ye ko­kan rüzgârı içi­ne çek­ti, kö­şe­de, pe­li­kan­la­rın hep ay­nı yer­de du­ruş­la­rı, ko­yun ta öte­le­rin­de, zen­ci ge­ce­kon­du­la­rın­da­ki renk kar­ga­şa­sı, bir­den­bi­re, tüm li­man, sı­rıl­sık­lam tah­tala­rıy­la rıh­tım, ge­mi­ci­le­rin doğ­ru’dan bi­le da­ha es­ki, da­ha iç ka­rar­tı­cı es­ki sa­vaş ge­mi­le­ri, kor­ku sa­çan ku­pa­nın önün­den za­ma­nın­da ka­ça­ma­yan zen­ci li­man iş­çi­si ka­dın ve dün­ya­nın en hü­zün­lü ba­kı­şıy­la li­ma­nı göz­le­yen ih­tiya­rın gün­ba­tı­mın­da an­sı­zın be­li­ri­şiy­le, ka­dı­nın ölü­mü en­se kö­kün­de du­yu­şu; o iş­te, di­ye ba­ğır­mış­tı ka­dın, çabuk at­la­ra, di­ye ba­ğır­mış­tı, Çin bar­la­rın­dan, aşev­le­rin­den ko­pup ge­len er­kek­ler, hay­din di­ye ba­ğır­mış­lar­dı, ka­dınlar­la ço­cuk­lar hay­di di­ye hay­kı­ra­rak atıl­dı­lar, atın ba­cakla­rı­na ya­pı­şıp ara­ba­yı dur­dur­du­lar,sal­ta­na­tın eli­ne sa­rı­lalım ha­di; öy­le­si­ne hız­lı, öy­le­si­ne bek­len­me­dik bir kar­gaşay­dı ki bu, ge­ne­ral, si­lah­lı mu­ha­fı­zı­nın ko­lu­nu ite­cek za­ma­nı an­cak bu­la­bil­di, ona sert bir ses­le çı­kış­tı, ap­tal­lık et­me teğ­men, bı­rak ba­na sev­gi­le­ri­ni gös­ter­sin­ler, o gün ve son­ra­ki gün­ler­de­ki sev­gi gös­te­ri­le­rin­den öy­le­si­ne duygu­la­nı­yor­du ki, yurt­se­ver­ler be­ni iyi­ce gö­re­bil­sin­ler, bundan böy­le üs­tü açık ara­bay­la do­la­şa­ca­ğım di­ye tut­tur­duğun­da, onu bu ka­ra­rın­dan cay­dı­ra­na ka­dar Ge­ne­ral Rodri­go de Agui­lar’ın ca­nı çık­tı, ne var­dı ya­ni, li­man­da­ki gös­te­ri­nin iç­ten­li­ğin­den kuş­ku­lan­ma­mış­tı, ama son­ra­ki gös­te­ri­le­rin ken­di­si­ni hoş­nut et­mek için kol­luk kuv­vet­lerin­ce dü­zen­len­miş ol­du­ğu­nu an­la­mı­yor­du, son­ba­ha­rı­nın ak­şa­mın­da, sev­gi esin­ti­le­ri içi­ni tat­lan­dır­mış­tı, yıl­lar sonra kent­ten çık­mak ce­sa­re­ti­ni gös­ter­di, bay­ra­ğı­nın renk­leri bo­yan­mış es­ki tre­ni ye­ni­den ça­lış­tır­dı, uç­suz bu­cak­sız, yas­lı ül­ke­si­nin kuy­tu­la­rı­na so­kul­du, or­ki­de dal­la­rı­nı,şi­falı Ama­zon el­ma­la­rı­nı ara­la­ya­rak, may­mun­la­rı, cen­net kuş­la­rı­nı, ray­lar­da uyuk­la­yan ja­guar­la­rı uyan­dı­ra­rak; tepe­ler­de­ki ço­rak top­rak­la­rın buz gi­bi so­ğuk, bı­ra­kıl­mış köy­le­rin­de, is­tas­yon­lar­da, ağıt ça­lan ban­do­lar­la, ölüm çan­la­rıy­la kar­şı­lan­dı; Ruh-ül Ku­düs’ün sağ elin­de otu­ran bu ad­sız yurt­se­ve­re iç­ten­lik­le hoş gel­din di­yor­lar­dı, ta uzak­lar­da­ki ır­gat­la­ra da ha­ber sa­lın­dı, baş­kan­lık ara­ba­sının ce­na­ze ka­ran­lı­ğın­da giz­le­nen sal­ta­na­tı kar­şı­la­ma­ya koş­tu­lar ve ara­ba­ya yak­la­şa­bi­len­ler, yal­nız­ca o tit­re­yen du­dak­la­rı ve ne­re­den çık­tı­ğı bel­li ol­ma­yan şan­lı bir elin araf­tan ken­di­le­ri­ne doğ­ru sal­lan­dı­ğı­nı gör­dü­ler; o sı­ra­da ya­nın­da­ki­lerden bi­ri pen­ce­re­den çek­me­ye ça­lı­şı­yor­du ge­ne­ra­li, aman dik­kat, ge­ne­ra­lim, ulu­sun si­ze ih­ti­ya­cı var; kay­gı­lan­ma, boş ver al­bay di­yor­du, uy­ku­lu bir ses­le, bu adam­lar se­vi­yor­lar be­ni ve ço­rak top­rak­lar­da tren­le na­sıl gez­diy­se, ek­va­tor­lu uy­ruk­la­rı­nın top­rak­la­rın­dan, gar­den­ya ve çü­rük se­men­der ko­ku­la­rı ara­sın­da, dü­men su­yun­da pi­ya­no vals­le­ri bı­ra­ka­rak sü­zü­lüp gi­den ah­şap, yan­dan çark­lı ge­mi­siy­le de öy­le ge­çi­yor­du, yer­li­le­rin meşin ta­ban­ca kı­lıf­la­rın­da­ki ta­ri­hön­ce­si ej­der­ler­den ken­di­ni sa­kı­na­rak, son­ra si­ren­le­rin ye­re uza­nıp do­ğum yap­tı­ğı kut­lu ada­lar­da, yok olup git­miş ni­ce gör­kem­li ken­tin fela­ke­ti­ni ha­zır­la­yan ne gün­ba­tım­la­rın­da, yer­li­le­rin ulu­sal renk­le­re bo­yan­mış ah­şap ge­mi­yi gör­me­ye ır­mak kı­yı­sı­na koş­tuk­la­rı ama yal­nız­ca ka­di­fe el­di­ven­li bir elin baş­kanlık ka­ma­ra­sın­dan sal­lan­dı­ğı­nı se­çe­bil­dik­le­ri o ya­nık, derme çat­ma ka­sa­ba­lar­da, oy­sa ge­ne­ral, bay­rak­la­rı ol­ma­dı­ğı için kı­yı­dan ma­lan­ga yap­rak­la­rı sal­la­yan ka­la­ba­lık­la­rı görü­yor­du, can­lı ta­pir­ler, fil aya­ğı bü­yük­lü­ğün­de dev bir pa­ta­tes ya da bir ka­fes do­lu­su kek­lik­le baş­kan­lık çor­ba­sına tuz ye­tiş­tir­mek için de­ni­ze at­la­yan­la­rı gö­rü­yor­du, baş­kan­lık ka­ma­ra­sı­nın o din­sel ala­ca­ka­ran­lı­ğın­da duy­gula­na­rak içi­ni çe­ki­yor­du, ba­kın na­sıl ge­li­yor­lar kap­tan, bakın na­sıl se­vi­yor­lar be­ni. Ara­lık ayın­da, Antil dün­ya­sı buz ke­sil­di­ğin­de, ka­pa­lı ara­ba­sı­na ku­ru­lup dağ ya­maç­ları­na tır­ma­nı­yor, ka­ya­lık­la­rın te­pe­si­ne kon­du­rul­muş büyük ev­de, kı­ta­nın öbür ulus­la­rı­nın es­ki dik­ta­tör­le­riy­le do­mi­no oy­na­ya­rak ge­çi­ri­yor­du ikin­di­yi, yıl­lar­ca ön­ce sığın­ma hak­kı ta­nı­dı­ğı, taht­la­rın­dan edil­miş bu sa­bık baba­lar, onun ba­ğı­şın­dan ya­rar­la­na­rak yaş­la­nı­yor­lar­dı şimdi, ta­ra­ça­da­ki kol­tuk­lar­da, el­le­ri­ne ge­çe­cek ikin­ci bir fırsa­tın ha­yal ge­mi­si­ni ku­ru­yor, ken­di ken­di­le­ri­ne ko­nu­şuyor, de­ni­ze uza­nan böl­me­de ge­ne­ra­lin on­lar için yap­tırdı­ğı din­len­me evin­de ölüm­le­ri­ni bekliyorlardı; ön­ce hep­si­ni te­ker te­ker, bi­ri­cik ko­nu­ğu gi­bi kar­şı­lar­dı; hep­si de tan ağa­rır­ken, pi­ja­ma­la­rı­nın üs­tü­ne ge­çir­dik­le­ri ünifor­may­la çı­ka­gel­miş­ler­di. Yan­la­rın­da dev­let ha­zi­ne­sinden yü­rüt­tük­le­ri bir san­dık do­lu­su pa­ra, ni­şan­lar­la do­lu bir ba­vul, ga­ze­te ke­sik­le­ri ya­pış­tı­rıl­mış es­ki def­ter­ler

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Yüzyıllık Yalnızlık ~ Gabriel Garcia MarquezYüzyıllık Yalnızlık

    Yüzyıllık Yalnızlık

    Gabriel Garcia Marquez

    Yüzyıllık Yalnızlık‘ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli, kocaman bir evde, toprak yiyen...

  2. Şili’de Gizlice Miguel Littín’ín Serüveni ~ Gabriel Garcia MarquezŞili’de Gizlice Miguel Littín’ín Serüveni

    Şili’de Gizlice Miguel Littín’ín Serüveni

    Gabriel Garcia Marquez

    1973 yılında, iriyarı, siyah saçlı, sakallı bir sinema yönetmeni, askerî darbenin hemen ardından Şili’den kaçtı. On iki yıl sonra, zayıf lamış, saçlarının rengi açılmış,...

  3. Yüzyılın Skandalı ~ Gabriel Garcia MarquezYüzyılın Skandalı

    Yüzyılın Skandalı

    Gabriel Garcia Marquez

    Bu yazılardaki öncelikli amacım, ortalama okurlara her hafta bir şeyler öğretebilmek, beni asıl ilgilendiren onlar, ki öğrettiğim şeyler her şeyi bilen uzman okurlara apaçık...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Pellucidar VII-Vahşi Pellucidar ~ Edgar Rice BurroughsPellucidar VII-Vahşi Pellucidar

    Pellucidar VII-Vahşi Pellucidar

    Edgar Rice Burroughs

    Yeryüzünün 500 mil altında başka bir dünya yatmaktadır: Dinozorların hâlâ dolaştığı, mağara adamlarının avlandığı, ebedi bir güneşin kavurduğu ve dış dünyada çoktan tarihe gömülen...

  2. Düello ~ Anton ÇehovDüello

    Düello

    Anton Çehov

    Çehov 1891 yılında Novoye Vremya gazetesinde tefrika edilen Düello’da, insan doğasının karmaşıklığını çarpıcı bir üslupla ortaya koyar. Tanıdığı bir zoologla dönemin popüler meselelerinden biri...

  3. Büyülü Oyuncak Dükkânı ~ Angela CarterBüyülü Oyuncak Dükkânı

    Büyülü Oyuncak Dükkânı

    Angela Carter

    Bedenin cehennemî bir arzu makinesine dönüştüğü çağlarda, anne baba şefkatiyle sarmalanmış korunaklı bir çocukluktan kopmak zorunda kalıp karanlık bir dönemece giren Melanie’nin hikâyesi; Angela...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur