Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri
Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri

Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri

Edouard Louis

Bu fotoğrafa bakarken dili yitirdiğimi hissettim. Onu bütünüyle özgür, tüm bedeniyle geleceğe doğru yol alırken görmek, aklıma babamla paylaştığı yılları, maruz kaldığı aşağılamaları, yoksulluğu,…

Bu fotoğrafa bakarken dili yitirdiğimi hissettim. Onu bütünüyle özgür, tüm bedeniyle geleceğe doğru yol alırken görmek, aklıma babamla paylaştığı yılları, maruz kaldığı aşağılamaları, yoksulluğu, yirmi beşle kırk beş yaşları arasında, başka kadınlar hayatı, özgürlüğü, yolculuğu, kendini tanımayı tecrübe ederken, eril şiddet ve sefalet tarafından yaşamından koparılmış, neredeyse yok edilmiş yirmi yılı getirdi.

Bu fotoğrafı görmek bu yok edilmiş yirmi yılın doğal bir şey olmadığını, ondan bağımsız dış güçlerin –toplum, erillik, babam– eylemlerinin bir neticesi olduğunu hatırlamamı sağladı, demek ki her şey başka türlü olabilirdi.

Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’nde annesini anlatıyor bu kez Édouard Louis. Kırk beş yaşına vardığında isyan bayrağını çeken, arzuladığı gibi yaşamayı seçerek yavaş yavaş özgürleşen, sonunda kendini keşfeden bir kadının hikâyesini kendi gözünden aktarıyor. Çocukken farklı bir anneye sahip olma arzusuyla bugün onu her şeye rağmen özgür ve mutlu bir kadın olarak görme deneyimi arasındaki anlatısında hayatlarımızı yöneten zalim sistemleri ve onlardan kaçış olasılığını da ele almaktan kaçınmıyor – yine çekincesizce, yine güçlü bir şekilde.

“Édouard Louis kendi kuşağının en önemli edebî seslerinden biri.”

The Guardian

I

Her şey bir fotoğrafla başladı. Bu resmin ne var olduğundan haberim vardı ne de bende olduğundan – kim vermişti bana ve ne zaman?

Fotoğrafı kendisi çekmiş, yirmili yaşlarında. Kendi yüzünü çekmek için herhalde makineyi ters tutmuş. Cep telefonuyla henüz tanışmadığımız, kendi fotoğrafını çekmenin sıradan bir şey olmadığı zamanlar.

Fotoğrafta başını hafifçe yana yatırmış, dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm, saçlarını düzgünce tarayıp alnına yapıştırmış, her tel olması gereken yerde ve yeşil gözleri bu sarı saçların arasında kalmış.

Cilveli bir hali var.

İzah edecek sözcükleri bulmakta zorlanıyorum ama verdiği poz, bakışları, saçlarının duruşu, bu fotoğraftaki her şey özgürlüğü, önünde uzanan ihtimallerin sonsuzluğunu ve belki de, aynı zamanda, mutluluğu çağrıştırıyor.

Ben doğmadan önce özgür –ve mutlu– olduğunu unutmuş muydum?

Birlikte yaşarken, onca yıl boyunca, şimdi hatırlamasam da onun da bir zamanlar düşler kuran bir genç olduğunu düşünmüştüm mutlaka fakat bu fotoğrafı bulduğumda bunu uzun zamandır düşünmediğimin farkına vardım, bu benim için çoktandır sorgulamadığım, genel geçer bir bilgiye dönüşmüştü. Bütün çocukluğum, bedeniyle temas halinde geçirdiğim bu on beş yıl boyunca ona dair bildiğim hiçbir şey ya da neredeyse hiçbir şey bana bunu hatırlatamıyordu.

Bu fotoğrafa bakarken dili yitirdiğimi hissettim. Onu bütünüyle özgür, tüm bedeniyle geleceğe doğru yol alırken görmek, aklıma babamla paylaştığı yılları, maruz kaldığı aşağılamaları, yoksulluğu, yirmi beşle kırk beş yaşları arasında, başka kadınlar hayatı, özgürlüğü, yolculuğu, kendini tanımayı tecrübe ederken, eril şiddet ve sefalet tarafından yaşamından koparılmış, neredeyse yok edilmiş yirmi yılı getirdi.

Bu fotoğrafı görmek bu yok edilmiş yirmi yılın doğal bir şey olmadığını, ondan bağımsız dış güçlerin –toplum, erillik, babam– eylemlerinin bir neticesi olduğunu hatırlamamı sağladı, demek ki her şey başka türlü olabilirdi.

Mutluluğu görmek beni mutluluğun yıkımına yol açan adaletsizliği de görmeye mecbur bıraktı.

Bu fotoğrafa bakarken ağladım çünkü istemeden de olsa, belki de aksine, onunla birlikte ve bazen ona rağmen, bu yıkımın aktörlerinden biri olmuştum.

Kardeşimle kavga ettiğim gün – yaz mevsimiydi. Bütün günü kasabadaki belediye binasının basamaklarında geçirmiş akşama doğru eve dönmüştüm. Senin yanında erkek kardeşimle kavga etmeye başladık. Havada uçuşan hakaretlerin, çığlıkların arasında, kardeşim bana, canımı en çok acıtacağını bildiği sözcüklerin üzerine basa basa, Kasabada herkes dalga geçiyor seninle. İbne diyorlar arkandan, dedi.

Beni asıl yaralayan söylediği şey ya da bunun doğru olduğunu bilmem değil, bunu senin yanında söylemiş olmasıydı.

Doğruca odama girdim, dolabımın üzerinde duran içi renkli kumlarla dolu şişeyi aldım, kardeşimin yanına döndüm ve şişeyi onun gözünün önünde yere fırlatıp kırdım. Bu şişeyi okulda kendisi yapmıştı. Öğretmeni tüm sınıftan kum tanelerini farklı renkte boyalara batırıp sonra da kola şişelerini bu kum taneleriyle doldurmalarını istemişti. Ortaya rengârenk şişeler çıkacaktı böylece. Öğretmen kardeşime şişeyi kimin için yapmak istediğini sormuş, kardeşim de benim için yapmak istediğini söylemişti, yani benim için o kadar uğraşmış, benim için o kadar emek vermiş, bütün bir gününü benim için, o şeyi yapmak için harcamıştı.

Şişeyi ayaklarının dibinde kırınca önce tiz bir çığlık attı, sonra da yüzünü kanepenin sırtına gömüp ağlamaya başladı. Yanıma yaklaştın, suratıma bir tokat attın ve benim kadar kötü kalpli bir çocuk görmediğini söyledin. Yaptığımdan yapar yapmaz pişman olmuş ama kendimi tutamamıştım işte. Kardeşimin bana, benim yaşamıma, benim acılarıma ait bir şeyi sana göstermesine kızmıştım. Kim olduğumu bilmeni istemiyordum.

Hayatımın ilk yıllarını beni tanıyacağın korkusuyla geçirdim. Ortaokuldaki veli toplantılarından haberin olmasın diye kırk takla atıyordum. Sınıftaki iyi öğrencilerin tam aksine. Çağrı kâğıtlarını saklıyordum, yakıyordum. Kasabanın gösteri salonunda düzenlenen, şarkıların söylendiği, skeçlerin, dansların sahnelendiği yıl sonu etkinliklerine tüm sınıf ailecek katılıyordu. Çağırabildiği herkesi çağıran çocukların aksine ben günler öncesinden işe koyuluyor, senin orada olmamanı sağlayacak bir sistem inşa ediyordum. Danslarla şarkıları beğenmeyeceğini söylüyordum, uydurduğum teknik aksaklıklardan şikâyet ediyordum, yanlış tarihler veriyordum. Sana yalan söylüyordum. Hani meşhur bir sahne vardır, çocuk bütün bir sene annesiyle babasının izleyeceğini düşünerek bir gösteriye hazırlanmıştır, gösteri günü sahnede heyecanla onların yolunu gözler, kapıdan girip onu hayranlıkla izleyecekleri ânı bekler. İşte ben televizyondaki filmlerde, dizilerde sürekli tekrarlanan bu sahnede kendimi hiç bulmadığımın sonradan farkına vardım. Ne onları beklemiş ne de gelmedikleri için hayal kırıklığına uğramıştım. Sanki tüm çocukluğum, aslında, tersten yaşanmıştı.

Okuldaki çocuklar ibne olarak görülen biriyle arkadaş olmak istemiyordu çünkü bu kimsenin hoş karşılayacağı bir şey değildi ve ben bunu bilmeni istemiyordum. Yine aynı okulda, iki çocuğun, haftada birkaç defa beni tokatlayıp suratıma tükürmek, olduğum şeyden dolayı beni cezalandırmak için kütüphane koridorunda beklediğini bilmeni de istemiyordum, Top diyorlar lan senin için, doğru mu?

Daha dokuz ya da on yaşında hüznün ve umutsuzluğun tadına aşina olduğumu, içimdeki bu duygular yüzünden erkenden yaşlandığımı, her sabah kafamda sorularla uyandığımı bilmeni istemiyordum: Neden olduğum kişiydim? Neden kız gibi davranıyordum, neden başkalarına anormal olduğumu düşündürten –ve onları haklı çıkartan– bu tavırlarla doğmuştum? Neden doğduğumdan beri babam ve erkek kardeşlerimin aksine kızları değil de oğlanları arzuluyordum? Neden başka biri değildim? Bundan yıllar sonra, bir tartışma sırasında, sana çocukluğumdan nefret ettiğimi söylediğimde bana deliymişim gibi baktın ve dedin ki: Eh ama yüzün hep gülüyordu!

O günkü tepkinden nasıl şikâyetçi olabilirdim ki, zira zaferimin işaretiydi bu söylediğin, demek ki bütün bu zaman boyunca seni hayatımdan habersiz bırakmayı ve senin –öyle ya– annem olmanı engellemeyi başarmıştım.

Bu hikâyenin ilk sayfalarının başlığı şu olabilirdi: Bir oğlun oğul olmama mücadelesi.

Tatile çıkmak istediği yıl – mutfağa girip kararını verdiğini söyledi. Gidiyorduk. Çocukluğunda, ciddi seyreden astımının tedavisi için doktorlar tarafından Massif Central bölgesine gönderildiği zamanları, dağda geçirdiği günleri hiç unutamamıştı. Babamın yanında televizyon izliyordum ve annem dedi ki: Dağa tatile gidiyoruz. Babam güldü. İzlediği programdan gözünü ayırmadan, Ne zırvalıyor yine bu, dedi.

Önceki gün bir sosyal yardım memuruyla görüşmüştü. Memur ona devletin, tatile gidecek parası olmayan aileler için, bizim gibi aileler için bazı programları olduğundan söz etmişti ve o da hemen ümide kapılmıştı.

Tarlalara komşu, metal fabrikasının az uzağında, sosyal yardım ofislerinin bulunduğu küçük binaya gidip gelmeye başladı. Eve kolunun altında balya balya kâğıtlar, kimlik belgeleri, daha yeni makineden çıkmış sıcak sıcak fotokopiler ve o güne kadar ne bedeninde ne yüzünde gördüğüm bir enerjiyle döner oldu.

Katlı belgeleri masaya koyup babama göstermek için teker teker açıyor ama babam gözlerini televizyondan katiyen ayırmıyordu. İlgisini çekmediğini söylüyordu, o da orada kıpırdamadan öylece duruyordu. Bir süre sonra bana dönüyordu ama neden bilmiyorum, ben de dinlemiyordum onu, belki de farkında olmadan babamı taklit ediyordum, belki de girişimlerini açıklaması canımı sıkıyordu.

Babam onunla dalga geçmeyi sürdürdüyse de o vazgeçmedi. Günde birkaç defa kasanın yanında duran fotokopi makinesini kullanmak için kasabadaki bakkala gidiyordu.

Önceki sene günün birinde babamın toplayıp bir yere kaldırdığı resmî belgeleri istiyordu ondan ama babam onları nereye koyduğunu hatırlamadığını söylüyordu. Yüzünde belli belirsiz zalim bir tebessümle yapıyordu bunu.

O da beklemeye başlıyordu. Çekmeceleri karıştırmak için kafeye gitmesini bekliyordu. Çekmeceleri açmakla yetinmiyor, komple mobilyadan çıkarıp yere koyuyordu her birini. Yere oturuyor, çekmecelerin içindeki kâğıt yığınlarını dışarı çıkarıyor, telefon ediyor, mesaj bırakıyor, açan olmayınca tekrar arıyor, sokakları arşınlıyor, sürekli belge doldurup duruyordu ve günün birinde, nihayet olduğunu söyledi kazanmıştı, söylediği cümle televizyonun sesini bastırdı: Gelecek yaz tatile gidiyoruz. Gülümsüyordu. (Yüzün birden o kadar aydınlandı ki.) Babam bizimle gelmeyeceğini, rahatını bozmaya niyeti olmadığını söyledi ama ne söylese boy ölçüşemeyeceği belliydi, şimdi dalga geçme sırası annemdeydi, kazandığı zafer ona bu imkânı sunuyordu. Dosyalarında onunla gideceğim küçük dağ kentinin ve otelin fotoğrafları vardı, gidişimizden önceki aylar boyunca o fotoğraflara baktı, her gün, her sabah, her akşam, gece yatmaya gitmeden önce, yüzlerce defa. Bize haberi verdiği, gidişimizin kesinleştiğini söylediği gün, babama duyurmadan, Sonunda mutlu olacağım, diye fısıldamıştı kulağıma.

Bana edebiyatın gerçeği izah etmeye çalışmaması, sadece onu resmetmesi gerektiği söylendi, ben de onun yaşamını izah etmek ve anlamak için yazıyorum.

Bana edebiyatın asla kendini tekrar etmemesi gerektiği söylendi ama ben hep aynı hikâyeyi yazmak istiyorum, baştan bir daha, bir daha, bir daha yazmak istiyorum, onun gerçekliğine ait parçalar görünebilir olana kadar aynı hikâyeye dönmek, ardında gizlenenler sızmaya başlayıncaya kadar onu delmek istiyorum.

Bana edebiyatın duyguları vitrine çıkarmaması gerektiği söylendi, ben de bedenin ifade edemediği duygular fışkırsın diye yazıyorum.

Bana edebiyatın asla bir siyasi manifestoya benzememesi gerektiği söylendi, bense şimdiden cümlelerimin her birini bir bıçağın ucunu sivriltir gibi sivriltiyorum.

Çünkü artık biliyorum ki edebiyat adını verdikleri şeyi, onunki gibi yaşamlara ve bedenlere karşı inşa ettiler. Çünkü artık biliyorum ki ona dair ve onun yaşamına dair yazmak, edebiyata karşı yazmaktır.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Sanat ve Siyaset Konuşmaları ~ Edouard Louis.Kolektif, Ken LoachSanat ve Siyaset Konuşmaları

    Sanat ve Siyaset Konuşmaları

    Edouard Louis.Kolektif, Ken Loach

    İki farklı ülkeden, iki farklı kuşaktan iki sanatçı, Ken Loach ve Édouard Louis, sanatı, sinemayı, edebiyatı ve bunların günümüzdeki rolünü tartışıyor. Sanat, sınıf şiddeti...

  2. Eddy’nin Sonu ~ Edouard LouisEddy’nin Sonu

    Eddy’nin Sonu

    Edouard Louis

    1990’ların sonunda, Kuzey Fransa’daki yoksul bir kasabada, işsizlik, alkolizm, ırkçılık ve homofobiyle iç içe büyüyen Eddy Bellegueule’ün tek istediği ailesinin, arkadaşlarının ve kasabalıların gözünde...

  3. Babamı Kim Öldürdü ~ Edouard LouisBabamı Kim Öldürdü

    Babamı Kim Öldürdü

    Edouard Louis

    Birtakım iç hesaplaşmalar içindeki yazar uzun zaman sonra çocukluğunun geçtiği, küçük, çirkin bir Fransız kentinde yaşayan babasını ziyarete gider. Karşısında bulduğuysa, erkeklerin duygularını bastırması...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kargalar Meclisi ~ Leigh BardugoKargalar Meclisi

    Kargalar Meclisi

    Leigh Bardugo

    İntikam duygusuyla yanıp tutuşan bir mahkûm Bahis düşkünü bir keskin nişancı Ayrıcalıklı hayatını geçmişte bırakan bir kaçak Hayalet ismiyle tanınan bir casus Hayatta kalmak...

  2. Uyanmış ~ P. C. Cast - Kristin CastUyanmış

    Uyanmış

    P. C. Cast - Kristin Cast

    Yıkımın eşiğindeki çaresiz bir genç kız, kalbinin kırılmaması için ne yapabilir? Karanlığın gözlerinizi bağladığı yerde, kalbinize güvenmekten başka çareniz yoktur. Arkadaşlığın sınırları nereye kadar...

  3. Machiavelli’nin Bahçesi ~ Mark CrickMachiavelli’nin Bahçesi

    Machiavelli’nin Bahçesi

    Mark Crick

    “Bir bahçıvanın namı, tıpkı bir yazarınki gibi, istenmeyeni kökünden sökmeye ve gereksiz olanı kesip atmaya dayanır.” Kafka’nın Çorbası’nda yemek tariflerini, Sartre’ın Lavabosu’nda tamirat işlerini...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur