Bıyık altından gülerek kendisini “yobaz” diye vasıflandıran “keskin zekâlı ve sivri dilli” belki de “sivri zekâlı ve keskin dilli” bir yazar, günün birinde günlük tutmaya başlar. Kitaptaki ifadesiyle “içimizdeki ahmaklar” da “karşımızdaki budalalar” da, hatta yazarın bizzat kendisi de, sayfalar ilerledikçe bu sivri dilli yobazın hışmına uğramaktan kurtulamayacaktır… Fonda tatlı bir ‘aşk’ ve onun üzerine örülü bir ‘dava’ hikâyesi…
“Bir Kitap Bir Balta” ve “Hamza” adlı kitaplarıyla tanınan Ömer Faruk Dönmez’in son kitabı; Bir Yobazın Günlüğü, ülkemiz gündemini yıllar boyu işgal eden “yobaz” kelimesinin ve bu kelimenin çağrışımlarının yansıması olarak karşımıza çıkıyor. İlericilik, gericilik, yobazlık, aydın, çağdaş… gibi klişeler, kitapla birlikte tekrar zihin dünyamızda sorgulanmaya başlanıyor…
***
1 Aralık 2006
Saat 19:00 – Sizi sevmiyorum ey insanlar! Ah pardon. Böyle başlamamalıyım. Sizi sevmek istiyorum ey insanlar; hem de çok sevmek istiyorum; ama sevemiyorum… Evet, bu daha iyi oldu. Neden sevemiyorum peki? Çünkü bayım, ben bir yobazım! İyi mi? İyi. Peki bir soru o zaman: iyi nedir? Bütün ölçülerin, bütün değerlerin karıştığı bu zamanda… Hah ha. “Nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahardan / Düştü çemende berk-i diraht itibardan.” Geçtiğimiz günlerde, özel bir okulun tuvaletinde uyuşturucu partisi yapan gençler birbirlerini cep telefonu kamerası ile görüntülemişler. İyi mi? İyi. Ana haber bültenlerine yansıdı. Nerde bu devlet? O halde bu bir ‘günlük’ olsun. Artık ben de bir günlük tutmalıyım. Aklıma gelen her şeyi hiçbir kural gözetmeksizin yazmalıyım. Kural gözetmeksizin? Hayır hayır, imla ve noktalamaya dikkat ederim. O başka. Dilbilgisi de önemlidir: özne-tümleç- yüklem. Dünyanın ekolojik dengesi bozuluyormuş. Sadece o mu? Dünyanın tüm dengesi bozuluyor bana kalırsa: Allahım sen benim dengemi koru. Âmin. Bugün de akşam oldu. Pek çalışamadım. Biraz kitap okudum. (Aslında böyle yazarsam günlük havasını yakalamış olacağım.) Tüm edebi türleri protesto ediyorum bayım! (Niyeyse?) Şimdi ayağa kalkıp bu cümleyi yüksek sesle üç kez söyleyeceğim. (Yaptım.) Romanları, öyküleri, tiyatroları ve diğerlerini… Mektup, günlük, anı, deneme, makale, söyleşi… Hepsini protesto ediyorum. Beni mahvettiler. Ben de intikamımı böyle almalıyım onlardan: Allahın müntekım sıfatına sığınarak: hepsini yok sayıp yeni bir biçim yaratmalıyım. (Yapabilir miyim dersin?) Edebiyatta biçim ve içerik… Bağırırken beni gören oldu mu acaba? Yok canım. Yani belki de olmuştur: perdeleri sıkı sıkı kapadım; ama yine de belli olmaz değil mi? Karşı apartmanda yaşayan bir sapık, sabaha kadar ışığı yanan bu odayı her gece dürbünüyle izliyor olabilir. Merak bu. Merak etme kardeşim. Hayır, böyle olmaz. Tekrar ayağa kalkıp pencereye gitmeli ve öyle söylemeliyim: Merak etme kardeşim, bir halt ettiğim yok: sadece yazıyorum. Televizyonunu seyret sen! Hah ha! Bırak o dürbünü: burada seni ilgilendiren bir şey yok: sadece yazıyorum. Ne yaptığım kimseyi ilgilendirmez. (Şimdi yerimize oturabiliriz.) Ben öfkeli bir adamım bayım. Benimle tartışmaya kalkmayın, sizi doğduğunuza pişman ederim. Allah bana keskin bir zekâ ve sivri bir dil vermiş. (Ya da sivri bir zekâ ve keskin bir dil – bunu ilerde netleştirin?..) Niye verdiğini bilmiyorum; ama vermiş işte. Hele başkalarının yanında asla tartışmayın benimle. Zaptedilmesi çok zor bir gururum vardır ki, keskin zekâmı ve sivri dilimi onun emrine verdim mi (ya da sivri zekâmı ve keskin dilimi – her neyse) artık işiniz bitmiş demektir. Ama hayır, kendimi bu kadar da kötülemeyeyim. Aslında fena adam sayılmam. Kimseye bir zararım yok ki. Komşularımı falan rahatsız etmem. Müziğin sesini fazla açmam. Odamda sessiz sessiz okurum. Sonra da yazarım. Eskiden bir daktilom vardı. Yazarken hayli gürültü çıkarırdı doğrusu. O zaman bazı geceler bazı komşularımı daktilo sesiyle rahatsız etmiş olabilirim; ama şimdi bir dizüstü bilgisayarım var. Ben de çağ atladım – baktım herkes atlıyor. Tuşların sesini aynı odada bile zor duyarsınız. Evet, yani ben artık kimseyi rahatsız etmiyorum Nerden girdim bu konuya? Neyse. Size biraz kendimden bahsedeyim. Dediğim gibi, ben bir yobazım. Hah ha. Peki, siz bayım? Siz de yobaz mısınız? Ah, hemen kızmayın canım; belki de değilsiniz. Ama her an olabilirsiniz, dikkatli olmanızı öneririm. Örneğin, namaz falan kılıyor musunuz? Ya da oruç tutar mısınız mesela? Hah ha. Ne budala insanlar yaratmışsın tanrım, beni çok eğlendiriyorlar.
Bir Yobazın Notları. Evet, böyle bir adı olmalı. Ya da şöyle desek: Gece Notları. Olmaz. Neden? Çünkü ben geceleri yazmam pek. Gündüzleri de yazmam. Ne zaman yazarım o halde? Ne zaman müsait olursam. Hah ha. Müsait bir yerde yazacak var! Şunu uzatır mısınız; bir talebe, bir yobaz lütfen. Efendim? Yobazlara indirim yok mu? Hay Allah! Peki “Bir Yobazın Günlüğü” desek? Ama yazacaklarınızın, ‘günlük’ türüne pek de uygun olacağını sanmıyorum efendimiz. Haklısın Gregor. Zaten adı ve biçimi o kadar da önemli değil. Biz işimize bakalım. Nerden başlayalım dersin Gregor? Efendimiz en iyisini bilirler; fakat az önce, kendinizden bahsedeceğinizi söylemiştiniz. Peki o zaman, bahsedelim.
Otuz yaşındayım. Öğretmenim. İki yıl önce karımdan ayrıldım, bir oğlum var: dünya tatlısı, altı yaşında. Ömrümün tafsilatı bundan ibarettir. Saygıyla arz ederim. Böyle tafsilat olmaz ki efendimiz. Biz de biliyoruz Gregor; ukalalık yapma, ironi diye bir şey var. Affımı dilerim efendimiz. Tamam, hadi affettim, büyüklük bende kalsın. Seni de tanıştırayım: bu, Gregor; beynimde yaşar. Arada sırada lafa karışır. Bana asist yapar. Ceza sahası içinde tehlikeli pozisyonlar yaratır. Bazen karambolde gol bile atar. Fakat attığı kimi gollerin, FIFA kokartlı hakemler tarafından iptal edildiği olmuştur. Bazen fazla ileri gider ve rakip takımın en son savunma oyuncusunun bile arkasında kalır, ofsayda düşer… Fakat efendimiz, rica ederim! Tamam Gregor tamam, alınma hemen. O benim canımdır yahu, çok severim ben onu. Kısaca şöyle söyleyeyim; Gregor, Olric’in yakın bir akrabasıdır. Olric de kim, diyor musunuz? Güle güle bayım, lütfen bir daha görüşmeyelim.
Öğretmen olduğumu söyledim; fakat istifa etmeme az kaldı. (İnşallah.) Sıkıldım artık öğretmencilik oynamaktan. Birtakım işler çeviriyorum, somut neticeler de almaya başladım aslında; fakat biraz daha bekliyorum. Umarım uzun sürmez. Hımm… Meraklandırdım mı sizi? Yo yo, maksadım gizemli bir hava yaratmak değil; yeri gelince hepsini anlatacağım: işim bu benim: yazmak, anlatmak! Biliyor musunuz, masama oturup saatlerce yazıyorum. Yıllardır böyle: sayfalar dolusu yazdım. Yazdıklarımın büyük çoğunluğunu sonradan yırtarım, kalan az bir kısmını ise yayımlarım. Bakın bayım, otuz yaşındayım, en az on beş yıldır yazı yazıyorum (bir edebiyat dergisinde ilk ‘eserimin’ yayımlandığı günü hatırlıyorum da, nasıl da heyecanlıydım) ve basılmış sadece bir küçük hikâye kitabım var. Sanırım yeteneksiz bir adamım ben. Hüngür hüngür. O koca koca kitapları yazan yazarlara da imrenmiyor değilim hani. Nasıl yazıyorlar anlamıyorum. Gerçi, demin söylediğim gibi, ben de yüzlerce sayfa yazıyorum ama sonra onları okuduğumda nasıl olup da bu kadar aptalca şeyler yazabildiğime şaşıp kalıyorum. Aslında yazarken hiç öyle gelmiyor insana: nefis şeyler yazdığımı sanıyorum: sonra bitince okuyorum ve yeteneksiz bir aptal olduğuma karar veriyorum. Zaten o küçük kitabım da hiç yankı uyandırmadı. Dürbünüyle sabaha kadar odamı izleyen sapık bile okumamıştır eminim. Birkaç edebiyat dergisinde ve bazı gazetelerin kitap eklerinde tanıtımı çıktı o kadar. Ama zaten fazlasını beklemek de anlamsız olur. Neden? Çünkü ‘edep’ kelimesinin müzelik olduğu bir ortamda ‘edebiyat’ da müzeliktir. Pardon bu müzenin kapısı nerde? Efendim? Yaslıııı gittim şen geldiiiiiim. Aç koooynunuuuuu ben geldiiiim. Dostlarım sorarlar niçin yazıyorsun? Ulan yazmazsam içim daralıyor be! İçime fenalık geliyor. Hoş, okuyunca da sizin içinize fenalık gelecek ama, pek umurumda değil bu. Ben yazmazsam mutsuz oluyorum: çatacak yer arıyorum. Etrafımdaki herkesi fırçalıyorum. Bir de, kızgınım insanlara kardeşim: sövüp saymam lazım; bu yüzden yazıyorum. İyi mi? İyi. Geçelim o halde.
Ha bir şey daha: on sekiz yaşında bir sevgilim var! Evet, benden tam on iki yaş küçük! Fakat bunda bir şey yok bayım; Kafka ile Milena arasında da tam on iki yaş vardı. Abelard ile Heloise arasında yirmi yaş. Çok sevdiğim Oğuz Atay ile Pakize Kutlu arasında da on sekiz yaş vardı. Peki Dostoyevski? Ah evet, karısı Anna Grigoryevna ile arasında tam yirmi dört yaş vardı. Engin irfanınıza hayranım efendimiz. Ansiklopedik bilgi ile irfanı birbirine karıştırmayalım lütfen Gregor. Pardon. Ah tabi, onlar başka adamlar, diyeceksiniz. Bize gerçeklerden söz et! Gerçek şu ki, ben atalarımın yolunda gitmekten gurur duyuyorum: büyükbabamla büyükannem arasında tam on beş; babamla annem arasında on bir yaş var. Fakat bu sizi niye ilgilendirsin ki. Niye savunma yapmaya başladıysam. Hay Allah. Atalarımbenimcanlarımciğerlerimpamukşekerlerim.
Şimdi bir adım daha ilerleyelim. Sevgilim kim, biliyor musunuz? Benim eski bir öğrencim! Vaay! Netameli bir konu ha? Sizce şimdi ahlaka aykırı bir şeyden mi söz etmiş oluyoruz? (Ah, ahlaklı adam, hadi yargıla beni, hadi beni suçla ve bu sayede kendini masum hisset.) Evet, öğrencim-di. Okuldayken bir halt etmedik tabiî ki; gördük birbirimizi, beğendik, fakat ağzımızı bile açmadık, bu sene mezun oldu, yazın da duygularımızı itiraf ettik. Hah ha. Ne demekse: ‘duygularımızı itiraf ettik.’ Ne kötü adamım öyle değil mi? Otuz yaşındayım, dulum (tanrım bu kelime ne kötü kokuyor böyle) bir oğlum var ve utanmadan, on sekiz yaşında, üstelik eskiden öğrencim olan bir kızı kandırdığımı söylüyorum. Hah ha. “Sahn-ı çemende durma salınsın sabâ ile / Âzâdedir nihal bugün berk ü bârdan.” Kelimeleri çok da özenle seçmiyorum aslında: kandırmak, itiraf etmek falan. Fakat bayım size şunu mutlaka söylemeliyim ki, bu hayatta aşktan daha güzel bir şey yoktur. (Peki aşk nedir? Ah tanrım, işte büyük ve güzel şeylerden söz etmeye başladık! Şehvet demek ayıp olduğu için aşk diyor olabilir miyiz acaba? Hımmm. Bunu bir ara konuşalım.)
Ben, küçük sevgilimi tanıyana kadar aşkın ne kadar güzel bir şey olduğunu bilmiyordum aslında. Geçen Miraç kandilinde onunla sabaha kadar mesajlaştım. Yaşasın cep telefonu! Yaşasın teknoloji! Yaşasın modernizm! Yaşasın tariz! (Hadi ahlaklı adam, yerinde duramıyorsun işte, farkındayım; yargıla beni! “Miraç kandilinde sevgilisiyle mesajlaşmış, kâfir!” de bana. Hadi bana söv ve kendini iyi hisset! Hadi dur cennetin kapısında ve “Giremezsin içeri!” diye bağır bana. Birini daha cehenneme yolla ve kendini temize çıkar. Rahatla. Hah ha. Allahım ben içimizdeki kaba adamlardan ve karşımızdaki budalalardan bıktım artık ya.) Onu ne kadar sevdiğimi o zaman fark ettim. Neyse. Bunu zaten anlatacağım. Size her şeyi aslında sırasıyla ve güzel güzel anlatmak isterdim. Ama öyle yapmayacağım. Kendime göre bir düzenle anlatacağım anlatacaklarımı ki bu çoğu insan için fazlasıyla karışık olacak. Edebiyatta tek mesele vardır; o da üslûp meselesidir, derler. Ne anlattığınız değil; nasıl anlattığınız önemlidir öyle ya! “Ben ne anlatacağımı biliyorum ama nasıl anlatacağımı bilemediğim için yıllardır susuyorum.” diye yakınan bay yazara, lütfen bir bardak su getirin. Hah ha. Bu kadar susuyor olmasını ancak bir bardak suyla halledebiliriz. Doğrusu, kötü espri efendimiz. Sus Gregor. İnsan bazen kötü espriler de yapmalıdır. Bir metnin planı. Giriş, gelişme, sonuç. Serim, düğüm, çözüm diyenler de var; daha havalı oluyor. Birtakım budalalar anlasın diye alışılmış kalıpları kullanmaya hiç niyetim yok doğrusu. (Gerçi böyle söylediğime bakmayın; ben her zaman klasiklerden yana olmuşumdur.) Herkesin işi yok burada. Aramızda olmayı hak etmeyenler var.
Gregor lütfen bilet ve kimlik kontrolü yap. Bir insanın parasının olması, gösterimizi izleme hakkına sahip olduğu anlamına gelmez. Biz burada entelektüel bir iş yapıyoruz. Entelektüel bir iş mi, efendimiz? Yani zihinsel. Gerçi gönül işi de var ama. Yani ‘tüccar mıyız ulan biz’ anlamında söyledim onu. Ön koltuklara zenginlerin oturması çok saçma! Sanattan anlayan yoksul öğrenci, paltosunu satarak aldığı biletle, oyunumuzu neden en arkadan izlemek zorunda kalsın? O dediğiniz genelde Rus romanlarında olur efendimiz. Hayır, ben de yoksul bir öğrenciydim Gregor. İzmir’de dört sene edebiyat okudum ve neler çektiğimi ancak ben bilirim. “Bâki çemende hayli perişan imiş varak / Benzer ki bir şikâyeti var rûzigârdan.”
Efendimiz! Söyle Gregor. Bu adam ön koltuklardan kalkmak istemiyor. Öyle mi? O halde oyunumuza kısa bir ara veriyoruz.
~
2 Aralık 06
“Yazdığım şeyin gerçek bir amacı vardır: Düşüncelerimi ve duygularımı sertlikle açıklamak istiyorum. Ah! Batıcılar ve nihilistler bana karşı cıyak cıyak bağıracaklar! Bana gerici diyecekler! Fakat canları cehenneme! Bütün düşündüklerimi söyleyeceğim!” demiş Fedor Mihailoviç Dostoyevski. Peki Gregor, biz müslümanlar ne yapacağız?
“Yeryüzünden fitne kalkıp din yalnız Allahın oluncaya kadar o kâfirlerle savaşacağız.” (Enfal 39) Çünkü biliyoruz ki, küfre rıza küfürdür. Zulme rıza zulümdür.
~
3 Aralık 06
Bu sabah erken kalktım. Annem güzel bir kahvaltı hazırladı. Çay ve peynirli börek. Nefis! ‘Bu sabah’ dediğime bakmayın; aslında ben her sabah erken kalkıyorum. Sabah namazı ve kahvaltı. Sonra da öğretmencilik oynamaya, okula! Hava yine müthiş. Kış mevsiminde benim sevdiğim bir şeyler var. Yağmur. Rüzgâr. İyi ki taşındım buraya. Annem bana iyi bakıyor. Kartal yuvaya döndü. Hah ha. Karım gittikten sonra bir yıl kadar yalnız yaşadım o evde. Sonra da ‘Baba evine’ döndüm. Neyse. Hayat işte. Peki hayat nedir? İşte netameli bir konu daha! Bu arada farkındayım ki, ikidir şu ‘netameli’ sözcüğünü kullanıyorum. Kendinizi bir Dostoyevski çevirisi okuyormuş gibi hissetmeniz için yaptım bunu. Ah şaka tabi. Netameli “gizli bir tehlikesi ya da sakıncası bulunduğuna inanılan, zararı dokunma ihtimali olan şey, kişi, durum” şeklinde açıklanıyor sözlüklerde. Seviyorum bu sözcüğü, insan, kendini ciddi bir yazar gibi hissediyor. Ciddi bir yazar? Hah, ne saçma! “Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su / Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çare su.”
Hayat nedir biliyor musunuz bayım?
Efendimiz! Ne var Gregor? Hemen söylemeyeceksiniz değil mi? Neyi Gregor? Hayatı, efendimiz. Gerçi o adamı dışarı çıkardık; ama oyunumuzu izleyen herkesin bunu hak ettiğinden henüz emin olamayız. Numara yapanlar olabilir. Doğru söylüyorsun Gregor, artık insanlara güven olmuyor: biz de sizdeniz diyorlar, aa, bi bakıyorsun, meğer bizden değillermiş! Sahtekârlık aldı yürüdü. Yeni nizamnameler, kanunnameler çıkarmak lazım aslında efendimiz. Haklısın Gregor; derhal bir ferman yazalım, tellallara da haber verin davullarını alıp gelsinler, hemen halkıma duyurulsun istiyorum. Acele etmesek daha doğru olmaz mı, efendimiz? Boş ver be Gregor, sakıncaları olduğunu görürsek, yürütmeyi durdurma kararı alırız. Yaz kızım, fermanımdır: bizden olmayanların bizdenmiş gibi davranmaları yasaklanmıştır. Bundan böyle, bizden olmadıkları halde bizdenmiş gibi davrananlar, yakalandıkları yerde, yüzlerine vurulmak suretiyle cezalandırılacaklardır! Yüze vurulması hoş görülmemiştir efendimiz, biliyorsunuz. Ulan Gregor, bizden olmadıklarını vuracağız yüzlerine: çok ayıp, beni nasıl yanlış anlarsın? Özür dilerim efendimiz. Hah ha. (Hikmet’ten kalma bu hah ha’lara da bayıldığımı itiraf etmeliyim.)
Otuz yaşındayım, dindar bir çevrede doğdum ve yetiştim, otuz yıldır her tarikatten, her cemaatten, her gruptan dindar insanla muhatap oldum ve şunu hiç çekinmeden söyleyebilirim: bizim en büyük meselemiz samimiyet meselesidir. Maalesef içimizde, bizdenmiş gibi davranan; fakat asla bizden olmayan, samimiyetsiz ve kaba adamlar var. Ama işi dar çerçevede ele almayalım şimdi: sol fraksiyonların da en büyük meselesi budur; samimiyet. Sağcıların da en büyük meselesi budur; samimiyet. İnsanın en büyük meselesi budur aslında; samimiyet, içtenlik, dürüstlük! Geçenlerde bir iş arkadaşımı müthiş bozdum. İyi de ettim. Hiç pişman değilim. Yine olsa yine yaparım. Oruç ayının son günleriydi, sanırım cumaydı, okulda, öğretmenler odasında oturuyoruz. Takıldım arkadaşlara, “Şurada orucun bitmesine üç gün kaldı, önümüz de cumartesi-pazar, başından beri tutuyoruz canım, son iki gün tutmasak olmaz mı?” dedim. Şaka tabi. Ulan herif aldı eline: “Olur mu hocam!” dedi, “Bir ay denmiş, bir ay tutulacak! Biz yaz aylarında, temmuzun sıcağında, harman başlarında ne oruçlar tuttuk!” Haydaaa! “Cumartesi pazarı mı olur bu işin?” diye gürledi, “Zor geliyorsa tutmayacaksın!” İyi mi? İyi. Sırf dini konulardaki hassasiyeti sebebiyle bu tepkiyi vermiş olsa, hatamı kabul eder, susardım; ama iş başka, biliyorum. Zaten adamın ceza sahası içinde ilk faulü değil bu. “Hocam” dedim, “Yazın sıcak ve uzun günlerinde o oruç-
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme Hikaye Kültür
- Kitap AdıBir Yobazın Günlüğü
- Sayfa Sayısı440
- YazarÖmer Faruk Dönmez
- ISBN9753558679
- Boyutlar, Kapak12x19,5, Karton Kapak
- YayıneviİZ YAYINCILIK / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Deliduman ~ Emrah Serbes
Deliduman
Emrah Serbes
On yedi yaşındaki Çağlar İyice konuşuyor. Kız kardeşi Çiğdem’i, onu meşhur etme ümitlerini, belediye başkanı dayısını, yakın arkadaşı Mikrop Cengiz’i, taşra muhabbetlerini, depresyonun eşiğindeki...
- Öldüğünü Google’dan Öğrenen Adam ve Diğer Tuhaf Hikâyeler ~ Doğu Yücel
Öldüğünü Google’dan Öğrenen Adam ve Diğer Tuhaf Hikâyeler
Doğu Yücel
Doğu Yücel’in yeni kitabı üç bölümden oluşuyor: “Düş Gibi”, “Gerçek Gibi” ve “Gelecek Gibi”. Gerek günümüzden gerek rüyalardan, kâbuslardan veya en derindeki korkulardan gerekse...
- Sekizinci Günâhın Sonrası ~ Enis Batur
Sekizinci Günâhın Sonrası
Enis Batur
Alberto Manguel, “Yedi Temel Günâh” antologyasının ithafında “bir sekizincinin varlığını bilen Enis’e” notunu düşmüştü; bu kitap oradan boyattı: Alberto, Enis, başkaları – hepimiz yedi...