Bunu Sen Oku, başarının zirvesini de hayallerinin sayısız kez yerle bir olmasını da görmüş birinin unutuşa direnen, inancını koruyan sözleriyle yazılmış bir hayat şarkısı. İclal Aydın, heykeltıraş Ozan Ünal’ın benzersiz hayal gücüyle yarattığı çizimler eşliğinde anılarının izlerini sürse de, aslında çocukluk hüzünlerine, ısrar ettiği hatalarına, hevesine ve hayallerine şefkat gösterebilen herkesin hikâyesi bu. Her düştüğünde yerden bir avuç toprakla ve yenilenmiş olarak ayağa kalkmaktan, kalbine bir şans daha vermekten yorulmayan; pişmanlığa değil gönlünce yaşamış olmanın huzuruna sığınan bir yazarın kaleminden geleceğe ve okura yazılmış bir mektup.
“Mesela biliyor musun, beni başarılarımdan çok başarısızlıklarım güçlendirmiş aslında. Her batırıp berbat etme hikâyemde bir kahramanım olmuş, bir şekilde elimi tutmuş. Onlarca yıldır benimle evden eve taşınan günlüklerimi yaz başında okuduğumda dedim ki, İclal senin bir başarı hikâyen yok! Senin muazzam başarısızlıkların var. Ama maça dönmeye bir güç, cesaret bulmuşsun her seferinde. O güç ve cesaret kaybetmekten doğuyormuş meğer…
Ben kaybettim, ben yazdım.
Ozan okudu ve karaladı.
Bunu sana anlattım, sen oku.”
Birinci Mektup
ADADAN
Mesela biliyor musun, beni başarılarımdan çok başarısızlıklarım güçlendirmiş aslında. Her batırıp berbat etme hikayemde bir kahramanım olmuş, bir şekilde elimi tutmuş. Onlarca yıldır benimle evden eve taşınan günlüklerimi yaz başında okuduğumda dedim ki, Iclal senin bir başarı hikayen yok! Senin muazzam başarısızlıkların var. Ama maça dönmeye bir güç, cesaret bulmuşsun her seferinde… O güç ve cesaret, kaybetmekten doğuyormuş meğer.
3 NİSAN 2023, AYVALIK, 07.00
Mutlu bir kıştı ve ardından mutlu bir yazı getirmişti. “Ne güzel bir ellinci yaş.” diyordum kendi kendime. Tam istediğim huzur içinde, tam hayal ettiğim kıyıda. Ne fazlaydı ne eksik. Her şey tastamamdı sanki. Ama hiç elli yaşında filan hissetmiyordum kendimi. Zor geçen son on üç yıl aradan çekip çıkarılmış ve ben otuz yedi yaşımdan hoop diye kirka geçmiştim. Kendiyle uzlaşmış, zayıflıklarını nedenleriyle birlikte kabullenmiş, gücünü gerekçeleriyle sahiplenmiş; işte dedim ya, kırk gibi bir elliydi içimden taşan. 2022 yazı tatlı tatlı akıp gidiyordu.
Temmuzun çok sıcak son günlerinden biriydi…
Bulabildiğimiz en esintili köşede, ahşap büyük bir iskele üzerinde, küçük bir masada oturuyorduk. İskelenin yorgun bacaklarına vuran dalgaların şiddetiyle hafifçe sallandık. Rüzgar saçlarımı havalandırdı ve bıyıklı, yaşlı garsonun tebessüm ederek masaya yerleştirdiği küçük tabaklardaki zeytinyağı, domates, taze nane, kızarmış yeşil biber ve ekmekten yükselen yaz sabahı kokusunu önüne katıp arkadaki fıstık çamlarına doğru yol aldı. Dağılan saçlarımı ensemde topladım.
“Neden böyle bir kitap yapmak istiyorsun?” diye sormuştu Ozan. Sonra da susmuş, yanıtımı beklemeye koyulmuştu.
Ben de bizi memnun etmek için büyük bir özen gösteren garsonun çaylarımızı tazelemesini bekliyordum. O gitsin de öyle başlayayım konuşmaya diye. Oysa onun hiç acelesi yoktu. Günün, sabahın, yaşamın, işinin tadını çıkarıyordu adeta. Hasır tepsideki yeni çayları ve buz gibi bir su şişesini masaya bıraktı. Aynı telaşsız haliyle yanımızdan ağır adımlarla uzaklaştı. Önümdeki su şişesinin buğulanmış yanağından bir damla aktı ve beyaz masa örtüsüne düştü.
Güzelim Ege Denizi lacivert lacivert uzanıyordu önümüzde.
(Bir filmin başlangıcı gibi bir sabahtı ve biz uçsuz bucaksız bir denizde yeni bir ada arayan iki yabancıydık aslında. Filmin ana konusu da iki yabancının farklı nedenlerle aynı adayı araması, bir şekilde aynı yelkenlide bir araya gelmeleri ve o sırada gelişen olaylarla -mesela fırtına, mesela rüzgarın yön değiştirmesi, mesela rotadan sapmakgeçmişi sorgulayıp rüzgarı ve denizi okumayı öğrenerek geleceği yorumlamasıydı.)
“Nasıl anlatsam, nereden başlasam?” diye düşünmüştüm denize bakarken. Yazmak değil, yazdığım ya da yazacağım bir kitabı anlatmak, hele ki yazma nedenimi bulup önce kendime izah etmek hep daha zor gelmiştir bana.
O gün misafirim olan heykeltraş ve yazar Ozan Ünal o tarihte beni pek tanımıyordu. Kim olduğum üzerine bir fikri elbette vardı ama ben aslında nasıl biriyim, hiç bilmiyordu. Okurum değildi. Hiçbir kitabımı, köşe yazımı filan okumamıştı. Beni en çok, eski bir televizyon işimden, yıllar boyunca onlarca kez tekrarı yayınlanan İki Aile dizisinden anımsıyordu. Olumsuz, önyargılı bir tavrı da yoktu fakat. Beni ve yapıp ettiklerimi bilmiyor olmasını mahcubiyetle belirtirken İstanbul’un o nefesimi kesen entelektüel uğultusundan çok uzak bir sesi ve dili vardı. Çok içtendi. Çok duruydu. Bir soru sorduğunda, yargılamak ya da iğneleyici bir karşılık vermek için değil, hakikaten anlamak, öğrenmek için dinliyordu yanıtlarımı.
“Kendi değerini karşısındakini değersizleştirerek yükselteceğini sanan sanatçılardan değil,” diye düşünmüştüm o konuşurken. Beni dinlerken verdiği tepkiler çok sıcak, çok insani bir tondaydı. Sohbet ilerledikçe içimde bir güven duygusu yükseliyordu ve sürekli “Sanki bir yerden tanıyorum, birine benzetiyorum.” diyordum kendime.
Ozan’ın 2021 sonbaharındaki “Rüya Anidan Sayılır mi?” isimli son heykel sergisi çok başarılı olmuş, çok ilgi görmüştü ve yankısı hálá devam ediyordu. O günlerde ziyarete açılan, Yerebatan Sarnıcı’nda binlerce yerli ve yabancı sanatseverin büyük bir hayranlıkla çekip paylaştığı fotoğraflardaki o şahane heykellerin bir kısmı ona aitti. Son sergisi ve sarnıçtaki ler kadar, zaman zaman sosyal medya üzerinden paylaştığı eski eserleri ve metinleri de aynı coşkulu beğeniyi alıyordu. Fakat Ozan, ben bunlardan söz ettiğimde, bu başarıyla arasına tatlı bir mesafe koyarak kabul etmişti övgümü. Bu tür başarıların sahiplerinde pek az rastlanan bu tevazu muhtemelen İstanbul’a ve temsil ettiklerine uzak yaşamayı seçmesinden kaynaklanıyor diye düşünmüştüm.
Evet, heykelleri ve yazıları kalbime çok yakın duran eserlerdi ama o da benim için bir yabancıydı o gün. Üstelik çok iyi öğrenmiştim; çok beğendiği bir eserle kendi dünyasının arasına eser sahibini asla sokmamalıydı insan. Korunaklı ve içe kapanık bir hayatı seçmemin nedeni, yorgunlukla birlikte yılgınlığın kaçınma becerimi keskinleştirmesindendi. Onlarca yıldır, zaman zaman kendimi yakınlarıma bile ifade edemediğimi düşündüğüm ve buna pek üzüldüğüm için “yeni insanlar tanımak” fikri beni ürkütüyordu. Muhtemel yeni önyargılar, tam yargılar. yeni kibirler, yeni yarışlar, yeni uğultular, evet, daha bir ihtimalken bile gözümü korkutuyordu. (Dışarıdan pek anlaşılmaz ama itiraf ediyorum: ben çekingen ve yüksek kaygılı biriyimdir.)
Fakat o gün Ozan konuştukça çekinikliğim yerini yavaş yavaş adeta eski bir tanışıklığın rahatlığına bırakıyordu. Karşımdaki kişinin benimle, işlerimle, hayatımla ilgili ufacık bir bilgisinin olmaması, anlattıklarımı başka bir ülkenin insanı gibi dinlemesi görünmez savunu kalkanlarımı indirmeme, yönetici kaygılarımın sönmesine neden oluyordu.
Aynı mahalleden gibi, lisede yan sınıftan gibi, geçmişten ve ortak bir sürü anıdan gelen bir tanışıklık sanki… Öyle ki, “Eee. Aynur ablalar ne yaptı sonra? Taşındılar mı?” diye sorsam ya da “Hatırlıyor musun, hani gözlüklü bir oğlan vardı, sosyalde okuyordu, Ali miydi adı? Hani böyle duble paça, çok uzun pantolonlar giyerdi,” desem. Can da…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıBunu Sen Oku
- Sayfa Sayısı240
- Yazarİclal Aydın
- ISBN9786053048541
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviArtemis Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Havuç Ağacı ~ Hanzade Servi
Havuç Ağacı
Hanzade Servi
Yediden yüz yetmiş yediye, ayrım yapmaksızın her yaştan ruhlar için yazmaya devam eden Hanzade Servi’nin kaleme aldığı Havuç Ağacı, hem gülümsetmeyi hem de hüzünlendirmeyi başaran,...
- Figan ~ Ahmed Günbay Yıldız
Figan
Ahmed Günbay Yıldız
Bir değil bin destandır Anadolu… Destanlar kahramanlar yetiştirmiştir, binlerce, İşte Figan, o destandan bir damlacık. Ermenilerin ihaneti ve masum Anadolu insanı Ermeni ve Rus...
- Germakoçi ~ Uğur Erbaş
Germakoçi
Uğur Erbaş
“Soğuk, soğuk, soğuk, buz altındaydı dünya; bitmek bilmez bir zemherinin ortasında. Memleket bolluk içindeydi evvel zamanda. Köyler insanla doluydu, ambarlar buğdayla. Şimdi ekinler göğermez,...