Eğer gerekirse senin için tanrılarla savaşırım
Modern dünyanın göbeğinde elektriğin, tesisatın ve diğer gelişmiş sistemlerin olmadığı bir yer vardı. Hayallere, ifade özgürlüğüne, umuda izin vermeyen bir yer
Orada, bir tanrının vücuduna ve bir savaşçının kalbine sahip bir genç yaşıyordu. Calder güçlü, sadık ve onuruna düşkün olsa da, kendisinden beklenenin ötesinde şeyleri hayal etmeye cüret etmişti.
Sonra bir gün, meleklerinki gibi bir yüze ve çelikten bir cesarete sahip bir kız çıkageldi. Herkesin gözünde o, itaatkârlığın vücut bulmuş hâliydi. Fakat aslında Eden’ın kalbinde bundan fazlası yatıyordu.
Bağlı oldukları tarikatın lideri Hector’ın inanışına göre yakında bir tufan kopacak, insanlık yeryüzünden silinecek ve sadece gerçek inananlar cennete kavuşabilecekti. Cennet Bahçeleri’ne ulaşabilmelerinin ilk şartı, Eden’ın görevlerini yerine getirmesiydi. Ancak kaderin farklı planları vardı. Calder ve Eden’ın aralarındaki saf duygular zamanla aşka döndüğünde, sarsılmaz inançlarını sorgulamak ve yenilmez sandıkları güçlere kafa tutmak zorunda kalacaklardı.
GİRİŞ
“Bundan evvel gözlerini örten sis perdesini artık kaldırdım
ki, böylece sen de bir Tanrı ile ölümlü arasındaki farkı iyice
anlayabilesin.”
—Homeros, İlyada
Otobüsten aşağı adımımı atar atmaz egzoz ve çöp kokusu tarafından saldırıya uğradım. Midem kalktı ve yakındaki çöp konteynerlerinin etrafa yaydığı kokudan kaçabilmek için mümkün olduğunca sola kaçtım. Çöp yığınının en tepesinde duran, yarısı yenilmiş hamburger gözüme takıldı ve içgüdülerim neredeyse onu kapıp ağzıma tıkmama neden olacaktı ama yumruklarımı sıkıp yürümeye devam ettim. Çok açtım. Hem de acı verecek kadar açtım. Ama çöp yiyecek seviyeye henüz gelmemiştim. En azından şimdilik.
İstasyonun kapısını açıp loş mekânı gözlerimle taradım ve bir bilet gişesi aradım. Gideceğim yer için yol tarifine ihtiyacım vardı. En azından dışarıdaki dünyada her şeyin üzerinde etiketi vardı. Bu kelimeler aklımdan geçerken birden yoğun bir kederle doldum. Sırtımı dikleştirdim ve içeri girdim. Bilet gişesinin yerini buldum ve bir sonraki otobüsü bekleyen insanların arasından geçerek ilerlemeye başladım. Sarkan bir pantolon ve fazlasıyla büyük bir kapüşonlu giymiş genç bir adamla kısa bir an göz göze geldim. Gözleri hafifçe büyüdü ve yanımda yürüyebilmek için bana doğru koşarak geldi.
“Selam bebeğim, kaybolmuş gibisin. Yardım edebilir miyim?” Etrafına yaydığı tuhaf kokuyu soluyarak hafifçe başımı salladım. Üzerinde acımsı bir ot kokusu vardı. Yüzüne hızlıca bir bakış attım. Bu kadar yakından gözlerinin kırmızılığı ve gözkapaklarının hafifçe kapalı olduğu gözümden kaçmamıştı. Ona baktığımda bana bakışlarını, beni baştan ayağa inceleyişini ve görüntümü hafızasına kazıdığını görebiliyordum. Hızlandım. Çaresiz göründüğümü biliyordum. Zaten çaresizdim. Korkmuş, kaybolmuş, kedere boğulmuş ve dış görünüşümün altında yatan, konuşulmayan bir ıstırabın içindeydim. Yardıma ihtiyacım vardı. Bu dünyaya ait değildim ve bunun apaçık farkındaydım. Ama yanımda yürüyen bu adamın bana yardım edecek türde biri olduğunu düşünecek kadar da saf değildim. “Hiç eşyan yok mu, bebeğim? Neden öyle? Kalacak yerin var mı bakalım?” Uzandı ve yüzüme düşen saçlarımı çekti. Dokunuşu, irkilerek geriye sıçramama neden oldu.
Yürümeye devam ettim. Şimdi daha da hızlanmıştım. Korku damarlarımda dolanıyordu, boş olan midem panik hissiyle bulanmaya başlamıştı. “Lanet olsun, altın gibi saçların var. Melek gibi de bir yüzün. Prenseslere benziyorsun. Sana bunu söyleyen olmuş muydu hiç?” Boğazımdan biraz kahkahayı biraz da hıçkırığı andıran bir ses yükseldi. Onu içeride tutmak ve ağzımdan kaçırmamak için derin bir nefes aldım. Adam yanıma doğru iyice yaklaşırken kalp atışlarım biraz daha hızlandı. Ona çarpmamak için kendimi sola doğru biraz daha kaymaya zorladım. Yan tarafıma baktığımda adamın beni loş bir koridorda bakım dolabına benzeyen bir yere doğru yönlendirmeye çalıştığının fark ettim. Beni kolumdan yakaladığında, yardım edebilecek birileri ya da kaçabileceğim bir yer var mı diye deli gibi etrafıma bakınıyordum. Kafamı kaldırıp kısılmış gözlerinin içine baktım. Şimdi çenesi kasılmıştı. Bana doğru eğildi ve fısıldadı, “Beni iyi dinle, prenses. Senin gibi bir kızın sunabileceği çok şey vardır. Ben bir işadamıyım. Ne iş yaptığımı duymak ister misin, prenses?” Kaçmak için seçeneklerimi değerlendirirken başımı bir kez daha hararetle iki yana salladım. Bağırabilirdim. Çevrede bana yardım edebilecek düzgün biri olmalıydı. Ona karşı koymayı deneyebilirdim. Ama bu kadar zayıf ve bu kadar yorgunken bana karşı çabucak üstünlük kurabilirdi. Tam o sırada ince ceketimin ve pamuklu tişörtümün üzerinden bastırdığı keskin objenin ucunun bana battığını hissettim.
Aman Tanrım, yan tarafıma bir bıçak dayamıştı. Başımı eğdim ve önce bana doğrulttuğu küçük gümüş bıçağa, sonra da yeniden gözlerinin içine baktım. Şimdi bakışlarında kararlılık ve heyecanla iç içe geçmiş bir şeyler parlıyordu. “Benimle gel, prenses. Böylece bunu senin üzerinde kullanmama gerek kalmaz. Teklifimi beğeneceğine söz veriyorum. İçinde istediğin kadar para olacak. Parayı seviyor musun, prenses? Parayı kim sevmez, değil mi?” “Ellerini hemen onun üzerinden çek, Eli,” dedi derin bir ses arkamızdan. Başımı Eli’yla aynı anda çevirdim ve kolları iki yanında, yüzünde neredeyse sıkılmış bir ifade olan iriyarı bir adam gördüm. Boynunun sol tarafından yukarı doğru çıkan ve çenesinde biten tasarımlara ve renklere bakarken gözlerim fal taşı gibi açıldı. Erkeksi kolları da aynı karmaşık şekillerle kaplıydı. “Bu iş seni alakadar etmez, Paul,” dedi Eli tükürür gibi. “Sen öyle san. Ne zaman bir hamamböceğiyle karşılaşsam onu ayakkabımın altında eziveririm.
Hamamböcekleri canımı sıkar. Sen bir hamamböceğisin, Eli. O kızı bırak yoksa seni otobüs istasyonundaki bütün diğer hamamböcekleri görsün diye buracıkta eziveririm.” Paul’ün bakışları bizim üzerimizden ayrılmadı ancak Eli başını sağa çevirdi. Bakışlarını takip ettim. Hemen sağ tarafımızda, istasyonun ön kısmında hiçbir şey olmamış gibi oturan, tıpkı onun gibi giyinmiş bir grup adam bize doğru bakıp sırıtıyordu. Eli yeniden Paul’e döndü ve kavrayışının hafifçe gevşediğini hissettim. Bu durumdan iğrenirmiş gibi bir ses çıkardı ve beni sert bir şekilde Paul’e doğru itti. “Elimde bunun gibi bir sürü sürtük var. Bunu sen al.” Sonra arkasını döndü ve geldiğimiz yöne doğru yürümeye devam etti.
Paul’ün eli bileğimi kavradı ve o beni girişe doğru arkasından sürüklerken boğazımdan bir şaşkınlık nidası kaçıverdi. Ona karşı koydum. Ancak bir ayı kadar güçlüydü ve benim girişimim onu biraz olsun yavaşlatmamıştı. “Lütfen,” dedim. “Lütfen, beni bırak.” Sesim isterik çıkmıştı. Kapıdan dışarı çıktık, açık havadaki parlak ışık gözlerimi bir kez daha kısmama neden oldu. Paul bileğimi bırakıp bana doğru döndü. “Sen bir kaçak mısın?” Topuklarım otobüs istasyonunun duvarına değene kadar geri geri gittim. “Bir kaçak mı?” dedim söylediğini tekrarlayarak. Paul bir dakika kadar beni inceledi. “Evet, kaçıyor musun? Seni arayan birileri var mı?” Başımı yavaşça iki yana salladım. Sorusu zar zor kontrol altına aldığım ıstırabımın bir kısmının gözeneklerimden sızmasına neden olmuştu. “Hayır. Hayır, kimse beni aramıyor.
Lütfen, ben sadece buradan gitmek istiyorum.” “Adın ne senin?” diye sordu. Şimdi sesinde daha nazik bir ton vardı. Gözlerimi kırparak ona baktım. “Eden,” dedim fısıldayarak. Paul gözlerini kıstı. “Nereye gidiyorsun, Eden?” Ona baktım ve sert dış görünüşünün arkasında gözlerinde yatan endişeyi gördüm. Düzensiz bir nefes verdim. “Grant ve Rothford Şirketi.” “Grant ve Rothford Şirketi mi? Kuyumcu dükkânına mı?” Başımı sallayarak onayladım. “Evet. Bana oraya nasıl gidebileceğimi söyleyebilir misin?” “Buradan sadece on blok uzakta. Nasıl gidileceğini sana tarif ederim. Ama sonra bir daha buraya geri dönmeyeceksin, beni duydun mu? Burası genç ve yalnız bir kıza uygun bir yer değil. Sanırım bunu sen de anlamışsındır, değil mi?” Dudağımı ısırıp başımı salladım. “Buraya geri dönmem.” Eğer her şey planladığım gibi giderse, bu gece bir otel odasında uyuyor olacaktım. Karnım doymuş olacaktı ve nihayet rahatça ağlayabilecektim.
Paul parmağıyla sokağın aşağısını işaret etti. “Anacaddeye çıkana kadar bu yöne ilerle, sağa dön ve altı blok ilerle. Sağında dükkânı göreceksin.” Bir nefes verdim. “Teşekkür ederim, Paul. Çok teşekkür ederim. Ayrıca beni hamamböceğinden kurtardığın için de teşekkür ederim.” Ona hafifçe gülümsemeye çalıştım, ardından dönüp bana işaret ettiği yöne doğru yürümeye başladım. Tam köşeyi dönmek üzereyken Paul bana seslendi. Dönüp soran gözlerle ona baktım. “Bu dünyada hamamböceklerinden çok, onları ezenler var.” Başımı yana eğip bir anlığına bu söylediğini düşündüm. “Problem şu ki, Paul,” dedim nazikçe, gözlerine bakarak, “hamamböcekleri dünyanın sonu geldiğinde bile sağ kurtulabilirler.” Ben köşeyi dönüp yoluma devam etmeden önce Paul bana kafası karışmış küçük bir tebessümle bakmıştı. W Sokağa varıp da aradığım tabelayı bulduğumda, buz gibi olmuş elim otomatik olarak kot pantolonumun cebine gitti ve üzerimdeki tek değerli şeyi, arkasında Grant ve Rothford Şirketi yazan ağır altın madalyonu kavradı. Bloğun geri kalanını ağır adımlarla geçtim.
Açlığa, soğuğa ve yorgunluğa artık karşı koyamıyordum. Kapıyı iterek açtım ve içeriyi dolduran hoş sıcaklıkla karşılaştım. Gideceğim yere varmış olmanın getirdiği rahatlıkla ve üşümüş vücudumu saran ısının zevkine vararak sadece bir anlığına orada öylece durup nefes aldım. Daha sonra, satış yaptıkları tezgâha doğru ilerlemeye başladım. Ancak teşhir masalarının önünden geçerken sağ tarafımda, iki bölmenin arasına yerleştirdikleri çiçekler sanki bölmelerin kadife iç yüzeyinde yüzüyormuş gibi bir illüzyon yaratan cam bir mücevher kutusu dikkatimi çekti. Birdenbire durdum. Daha yakından bakabilmek için yaklaştım ve gözlerim fal taşı gibi açılırken ânında gözyaşlarıyla doldular.
İçgüdüsel olarak kutuya doğru uzandım. Bunlar gündüzsefalarıydı. Onları tabii ki tanıyacaktım, dikkatle bastırılmış ve bir naylon poşette saklanmış elli iki tanesi ceketimin iç cebinde duruyordu. Madalyon, çiçekler ve yuvarlak, pembe renkli çakıl taşı kaçmadan önce yanıma alabildiğim son şeylerdi. Bana onu hatırlatan sadece bunlardı. Daha önceden bildiğim ne varsa arkamda bırakmıştım. Boğazımda bir yumru oluştu ve üzerime öyle yoğun bir keder çöktü ki beni yere sereceğini sandım. Cama dokunmak için elimi uzattım. Parmak ucum o çok iyi tanıdığım çiçeğin koyu mavi renkli yaprağının kenarında dolaştı. Ama vücudum bitkindi, yorgundu, açtı ve elim istemsizce sarsılarak kutunun hemen yanında duran kristal vazoya çarpıp onu devirdi. Sanki ağır çekimdeymiş gibi sarsılan vazo benim başarısız kurtarma girişimime rağmen düştü.
Yere çarptı ve ayaklarımın hemen dibinde paramparça oldu. Hızla ve sesli bir şekilde nefesimi içime çektim. Başımı çevirdiğimde bir kadın söylenerek bana doğru geliyordu. “Hayır! Waterford olamaz!” Elleri yüzüne giderken dudakları sıkıca birbirine bastırılmış hâlde, kırılmış cam yığınının önünde duruyordu. “Çok özür dilerim,” dedim nefesim kesilerek. “Kazara oldu.” Kadın ofladı. Manikürü iyi yapılmış, güzel bir kadındı. Koyu gri takımının içinde oldukça şık görünüyordu. Saçları zarafetle toplanmıştı ve yüzü kusursuz makyajı sayesinde çarpıcı görünüyordu. Onun önünde küçülmüştüm. Nasıl göründüğümün farkındaydım. Bir çamaşırlıktan çalınmış ve benden daha iri birine ait olduğu apaçık belli olan kıyafetler giyiyordum.
Üç gündür yıkanmamıştım. Saçım başım dağılmıştı ve karman çorman hâlde yüzüme ve sırtıma dökülüyordu. Zarafetten çok çok uzaktı. Kadın beni baştan ayağa süzdü. “Kaza ya da değil, bunun bedelini ödemen gerekecek.” Omuzlarım düştü. “Hiç param yok,” diye fısıldadım, etrafıma bakınırken yanaklarım kızarmıştı. Dükkânı gezinen birkaç müşteri rahatsız olarak başka tarafa baktılar. Birazcık da olsa onurumun kaldığını görmek beni neredeyse şaşırtıyordu. Cebimden altın madalyonu çıkardım. “Bunu satmayı umuyordum ve belki hakkında biraz bilgi alabilirim diye düşünmüştüm,” dedim kadına neredeyse bana yardım etmesi için yalvararak. Lütfen bana yardım et. Çok korkuyorum. Çok acı çekiyorum. Ve pek çok açıdan kırılmış hâldeyim. Ellerini kalçasına dayadı ve önce madalyona, ardından yüzüme ve sonra tekrar madalyona baktı. Daha sonra madalyonu elimden alıp ışığa doğru tuttu. Ardından yeniden bana baktı. “Şansın varmış ki bu altın. Muhtemelen kırdığın vazonun parasını ödemeye yetecektir.” Madalyonu manikürlü parmaklarının arasında döndürmeye devam ederken ona bakıyordu. “Sana bunun hakkında bir bilgi verebilmemizin bir yolu yok maalesef.
Üzerinde herhangi bir işleme veya kişisel bir şey yok.” Kadın omuzunun üzerinden dönüp, müşterisiyle ilgilenmeyi yeni bitiren ve tezgâhın arkasından çıkan bir adama baktı. Ona yerdeki kristal parçalarını işaret ederek, “Phillip, ben bu… kızın icabına bakarken bunu temizletir misin?” dedi. “Tabii ki,” dedi Phillip meraklı gözlerle bana bakarak. Kadını tezgâha kadar takip ettim. “Ben bunu tartarken sen burada bekle. Bununla birlikte kullanılan zincir sende, değil mi?” Başımı salladım. “Hayır, sadece madalyon var.” Tezgâhın önünde bekledim, ellerim önümdeki camın üzerinde duruyordu.
Ancak ellerimin gözle görülür bir şekilde titrediğini fark edince tezgâhın üzerinden geri çekip avuçlarımı birbirine sürterek zihnimle vücudumu sakinleştirmeye çalıştım. Kalbim göğsümün derinlerinde atıyordu. Korku ve umutsuzluk boğazıma yükseldi ve yutkunmamı zorlaştırdı. Arkama baktım. Kadın dükkânın arka tarafına açılan bir kapıdan girmişti. Aramızdaki camdan onun yaşlı bir adamla konuştuğunu görebiliyordum. Adam bana bakarken alnı kırıştı ve başını salladıktan sonra bakışları yeniden elinde tuttuğu şeye çevrildi. Kadın kapıdan çıkıp benim beklediğim yere, tezgâhın arkasına geri döndü. “Sana madalyon için 1200 dolar verebiliriz. Bu fiyat vazonun ederinin çok az altında. Ama sorun çözülsün diye sana bu konuda indirim yapacağız.”
Midemdeki safra boğazıma kadar yükseldi. “Lütfen, benim o paraya ihtiyacım var,” dedim sesimi yükselterek. “Bu sahip olduğum tek şey.” “Gerçekten çok üzgünüm ama yapabileceğim bir şey yok. Vazonun ücreti ödenmek zorunda. Bu masrafı göz ardı edemeyiz. Burada iş yapıyoruz.” “Lütfen!” dedim yeniden, bu kez sesim daha yüksek çıkıyordu. Ellerimi sert bir şekilde tezgâha vurdum. Kadın irkildi ve dudaklarını birbirine bastırarak bana doğru eğildi böylece ben geriye çekildim. “Polisi aramama gerek var mı, küçükhanım?” dedi alçak ama sert bir sesle. Dudakları neredeyse hareket bile etmiyordu. Korku damarlarıma doldu ve geriye çekilirken hafifçe sendeledim. Şiddetle başımı sallıyordum. “Hayır,” diye ciyakladım. Derin bir nefes aldım. “Lütfen, ben sadece… başka hiç param yok ve o madalyon…” Derin bir nefes daha aldım. Bu kadının ve dolanıyormuş gibi yapan ancak aslında bizim aramızdaki konuşmayı dinleyen etrafımızdaki diğer müşterilerin önünde ağlamayı reddediyordum. “Sahip olduğum tek şey o madalyon.
Bu akşam kalacak bir yer bulmak için ondan gelecek paraya ihtiyacım var. Lütfen,” diye bitirdim acınacak hâlde. Kadının gözlerinden sempati olduğunu düşündüğüm bir şey geçti ancak hemen ardından sırtını dikleştirdi, kollarını göğsünde kavuşturdu ve “Üzgünüm, benim yapabileceğim bir şey yok. Elm Sokağı’nda bir evsizler barınağı var. 1400. Blok’ta. Önünden birkaç kez geçtim. Şimdi senden burayı terk etmeni rica ediyorum.” Çok hasta, yorgun ve savaşamayacak kadar kırgın bir kalple başımı önüme doğru eğdim. Para ve güvenli bir yerde kalma şansımı nasıl bu şekilde ziyan edebilmiştim? Artık değerli hiçbir şeyim kalmamıştı. Hem de hiçbir şey. Sırtımdaki çalıntı kıyafetler, cebimdeki kurutulmuş çiçekler ve minik çakıl taşı hariç hiçbir şeyim yoktu. Döndüm ve sanki bir sis bulutunun içindeymişim gibi bütün umudumu yitirmiş hâlde dükkânı terk ettim.
Bir müddet, belki de saatlerce şehrin sokaklarında dolandım. Ne kadar olduğundan emin bile değildim. Giderek zayıf düştüm ve adımlarım yavaşladı. Bir bank görünce durdum ve üzerine oturup kollarımı kendime doladım. Artık akşam karanlığı çökmeye başlamış ve hava daha da serinlemişti. Ceketimse beni sıcak tutamayacak kadar inceydi. Gücün nereden geliyor, Gündüzsefam? diye sorardı bana. Senden, derdim, gülümseyip onu daha da yakınıma çekerek. Ama o artık burada yoktu. Şimdi gücümü nereden bulacaktım? Kafamı kaldırıp sağ tarafımdaki sokak tabelasına baktım.
Elm Sokağı. Derin bir nefes verdim. Biraz daha yürüyebilecek gücüm var mıydı? Evet, diye düşündüm, gidebilirdim bir kap sıcak yemek ve bir yatak için, her ne kadar bu bir evsizler barınağında da olsa. Bu geceyi geçirebilir ve daha sonrası için bir plan yapabilirdim. Belki barınaktakilerden biri bana nereden iş… ya da başka bir şey bulabileceğimi söylerdi. Ayağa kalktım ve Elm Sokağı’na doğru yürüdüm. 1400. Blok’a ulaşmak için duyduğum kararlılığın hemen ardından harekete geçmiştim. Dişlerim takırdıyordu. Kollarımı yeniden kendime doladım ve üzerime esen rüzgâra karşı başımı eğdim. Önümde bir kuyruk belirdi ve boynumu uzatıp parmak uçlarımda yükselerek, önümde duran insanların üzerinden bunun barınak olup olmadığını anlamaya çalıştım. “Uyuyacak bir yer mi arıyorsun?” diye sordu, uzun sıranın sonunda duran ve üzerinde kirli bir ceketle dağınık beyaz saçları olan yaşlı bir adam. Başımı salladım. Dişlerim şimdi daha çok takırdıyordu. “Burası sadece erkekler için,” dedi. “Ama senin gibi güzel bir kız muhtemelen şuradaki arka sokakta iyi para kazanabilir.” Başıyla arka tarafı işaret etti. Sonra bana bakıp kıkırdadı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin
- Kitap AdıCalder’ın Umudu
- Sayfa Sayısı376
- Yazar Mia Sheridan
- ISBN9786257550116
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Görünmez İzler ~ Anna Hope
Görünmez İzler
Anna Hope
Dans eğitmeni olan Hettie, babasının ölümüyle kendisini evin geçimini sağlarken bulmuştu. Fazlasıyla katı annesi ve savaştan eski hâlinin bir gölgesi olarak dönen abisi de...
- Tek Gerçek Aşklar ~ Taylor Jenkins Reid
Tek Gerçek Aşklar
Taylor Jenkins Reid
Emma Blair, yirmili yaşlarını lise aşkı Jesse’yle geçirmişti. Kendilerine ailelerinin beklentilerinden uzak bir hayat kurmuşlardı. Birlikte dünyayı geziyor, hayatın tadını çıkarıyor, maceraya atılmak için...
- Başka Dilde Aşk ~ Mia Sheridan
Başka Dilde Aşk
Mia Sheridan
Bree Prescott, Maine’in küçük bir kasabası olan Pelion’a geldiğinde tek arzusu yaşadığı her şeyi ardında bırakmaktı. Yağmurun sesini. Kanı. Teninde hissettiği o buz gibi...