“Avni Bektaş giyindi. Küçük masanın üzerinde, gece yatarken gelişigüzel bıraktığı pembe pelür kâğıtlarını, kurşunkalemlerini, silgisini, kalem açacağını, zımpara kâğıdını toparladı; ranzasının başucuna koydu. Anılarını yazıyordu. Kurşunkalemin ucunu, iyice incelsin diye, zımpara kâğıdıyla sivriltirdi. Özenle, her sözcüğü, her harfi, usul usul, en düzgün biçimiyle yazmaya çalışırdı.
Ağızlığına bir cıgara taktı. Komün kararlarına uyduğu için Birinci içiyordu. Komün, devnmcilerin cezaevlerinde sürdürdükleri ortak yaşama biçimine verdikleri addı; gönüllü, belli ilkeler temeline dayalı bir birlikti.”
Yılmaz Güney tarafından, Ulucanlar cezaevinde yattığı dönemde yazılan “Soba Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” isimli kitapta, Yılmaz Güney, oda arkadaşı Avni Bektaş’ı böyle anlatıyordu. Avni Bektaş Ulucanlarda kaldığı 14 ay boyunca Yılmaz Güney’le aynı ortamda yaşadı, her anını birlikte geçirdi. Yılmaz Güney kendisini Ulucanlar’a düşüren Yumurtalık olayı ve siyasi yaşamıyla ilgili sırlarını Avni Bektaş’la paylaştı.
Yılmaz Güney’le ilgili, birçoğunu sadece bu kitapta okuyacağınız yüzlerce anı, Ulucanlar cezaevindeki insanlara ve cezaevi yaşamına dair sayısız olay Avni Bektaş’ın belleğinden okura sunuluyor.
***
ÖNSÖZ
BU KİTAP NEDEN YAZILDI?..
Bu kitabın birçok yerinde belirttiğim gibi ben değerli arkadaşım, dostum ve can kardeş olarak kabul ettiğim YILMAZ GÜNEY’i Ulucanlar Cezaevinde tanıdım ve kendisiyle tanıştıktan sonra da ilişkimiz onu kaybettiğimiz 9 Eylül 1984 tarihine kadar zaman zaman kesilse de sürdü.
Cezaevinde kaldığım 16 aylık sürenin 13.5 aylık bölümünde hemen, hemen her anımız beraber olmak üzere, Yılmaz Güney’le birlikte geçti. Bu süre içerisinde kendisiyle çok şeyler paylaştık, birbirimize en mahrem sırlarımızı anlattık, en acı ve en sevinçli günlerimizi yadeddik.
Onunla ilk tanıştığımız günden sonraki yaşadıklarımız, birbirimize daha çok yaklaşmamızı ve daha çok bağlanmamızı da beraberinde getirdi. Öyle ki zaman içinde ikimiz tek kişi olduk adeta. Bu duruma o tarihlerde bizimle Ulucanlar cezaevinde yatmış olan binlerce kişi tanıktır.
Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki onu yeryüzünde benim kadar iyi tanıyan insan sayısı oldukça azdır.
Bu kitapta anlattım, onu tanıyana kadar ben onu sadece bir sinema artisti olarak biliyor, diğer meslektaşlarından biraz daha fazla beğeniyordum o kadar. Ama onu bu kadar yakından tanıdıktan sonra, onun sadece bir sinema sanatçısı olmadığını, bütün ömrünü EZİLEN HALKIN KURTULUŞU için mücadeleye adadığını gördüm ve bundan sonra da ona karşı sonsuz bir saygıyla bağlanmaya başladım.
Yılmaz Güney’in yaşamı boyunca çok istismar edildiğini onu tanıyanların hepsi bilir. Onunla oturup bir bardak çay içen
bile onu istismar etmiştir. Bu durumu Nihat Behram Yazdığı “YILMAZ GÜNEY’LE YASAKLI YILLARIMIZ” adlı kitabında açık bir biçimde belirtmiştir.
Bu konudaki bir anımı buraya aktarmak istiyorum.
Yılmaz Güney’in Cezaevinde yazdığı ve benimde içinde karınca kararınca katkılarım olan “SOBA, PENCERE CAMI VE İKİ EKMEK İSTİYORUZ” adlı kitap, 1977 yılı ortalarında, o tarihlerde ALP KURAN yönetiminde bulunan VATAN gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. Ben bu yazı yayınlanırken Çanakkale’nin Biga ilçesinin PTT yeraltı telefon şebekesi işini yapıyordum. İşte o yazının o gazetede yayınlanması sonrasında, başta HÜRRİYET gazetesi olmak üzere birkaç gazete temsilcisi gelip beni Biga’da buldular ve Yılmaz Güney’le cezaevinde geçen anılarımı kendilerine satmamı teklif ettiler. Bunun karşılığında da bana en az 40.000 lira olmak üzere ücret teklifinde bulundular. Ama onların istedikleri bir şey vardı benden. Bu anıların anlatımı sırasında kendilerinin hazırladıkları bazı gerçek dışı bilgileri de gerçekmiş gibi anlatmamı istediler. Örneğin onlar; Yılmaz Güney’in yumurtalık hakimini nasıl öldürdüğü senaryosunu bir metin halinde bana verecekler, ben de onu gerçekmiş gibi, anılarımı anlattığım banda okuyacaktım.
Böyle teklifle gelen gazete temsilcilerine; ben, anlattıklarımı onlara yayınlamaları için izin verebileceğimi, bunun için paranın pek de önemli olmadığını, ancak benim anılarıma bir tek kelime bile ilave etmeden yayınlamaları koşuluyla bunu kabul edeceğimi söyledim. Durum böyle olunca da bu teklif işlerine gelmedi ve bu anılar o tarihlerde hayata geçirilmedi. Onların amacı bir takım düzmece bilgilerle Yılmaz Güney’i halkın gözünde küçük düşürmekti. Böyle olduğunu fark ettiğim için onların oyununa gelmedim.
Yılmaz Güney’i tanıyıp onunla dost ve arkadaş olduktan sonra, onunla ilgili yazılmış ne bulduysam okudum. Nihat Behram’ın yazdığının dışında kim ne yazmışsa ucundan kıyısından kendisini istismar etmişler ve birçok gerçek dışı bilgileri okuyucularına gerçekmiş gibi aktarmışlardır.
Keza onunla ilgili televizyonda yapılan programlara katılanlar da çoğu kez her şeyi abartarak anlatıyorlar. Onunla oturup sadece bir bardak çay içenler, aylarca beraber olduklarını milletin gözünün içine baka baka söylüyorlar. Bazıları bu kadarını bile yapmadığı halde, onun yakın arkadaşı olduğunu ballandıra ballandıra anlatıp halka yutturmaya kalkıyorlar.
Böylesi olaylara çok rastladığım için, uzun zamandan beri bildiğim gerçekleri abartmadan onu sevenlere aktarmayı düşünüyordum. Fakat işlerimin yoğunluğu ve başımdan geçen bazı olumsuz olaylar bunu yapmama engel oluyordu.
Ben, 1994 yılı sonunda her şeyden elimi eteğimi çekerek emekli oldum ve gelip Datça’ya yerleştim. Buraya yerleşip, yaşamaya başladıktan sonra, bu anıları yazmayı düşünüyordum. Burada da benim ABDALLIĞIM yüzünden bir yığın olumsuz olaylar yaşamaya başladım. Dolayısıyla bu konudaki düşüncelerimi bir türlü gerçekleştirme olanağı bulamadım.
Bir gün Datça’nın Cumartesileri kurulan pazarından eve dönerken, bir arkadaşım bana, yazar, devrimci ve alevi olduğunu söyleyerek yanındaki kişiyi tanıştırdı. Bir süre ayaküstü sohbet ettikten sonra, onu çarşıdan evine kadar arabamla götürdüm. Yol boyunca sohbet ettik.
Anlattığına göre; kendisi aleviydi ve döneminin en keskin devrimcilerindendi. 12 Eylül döneminde aylarca işkence görerek Mamak cezaevinde yatmış, cezaevinden çıktıktan sonra da Bodrum’dan Yunanistan’a sadece küçük bir bıçakla koskocaman bir tekneyi içindeki yolcularıyla birlikte kaçırarak, bu ülkeye iltica etmiş, oradan da bir yolunu bularak, Avustralya’ya geçip bu ülkenin vatandaşı olmuştu.
Kendisi, bütün o dönemdeki Mamak cezaevinde yapılan işkenceleri anlattığı bir de kitap yazdığını, bu kitabı mutlaka okumamı, ne zaman istersem bu kitabı bana verebileceğini, hatta bir tane de bana imzalı olarak hediye edeceğini söyleyip duruyordu.
O kendini bu şekilde anlattıktan sonra, ben de kısaca cezaevi anılarımdan söz ettim ve Yılmaz Güney’le birlikte yattığımı söyledim.
Benim Yılmaz Güney’den söz etmemden sonra, bu şahıs benim yanımdan ayrılmadı ve anılarımı en ince ayrıntısına kadar dinlemek istediğini, bu konuyu ve Yılmaz Güney‘i çok merak ettiğini, eğer izin verirsem bu anılarımı bir kitap haline getirmenin mümkün olabileceğini söylemeye başladı.
Ben herkese inanan, her söylenenin öncelikle doğru olduğunu kabul eden abdal mizaca sahip birisiyim. Bu yüzden de başıma gelmedik kötülük kalmamıştır. Benim bu zaafımı keşfeden bazı fırsat düşkünleri, her fırsatta alabildiğince beni istismar etmişlerdir. Fakat ben yediğim onca kazığa rağmen bu abdallığıma devam etme huyumu terk edememişimdir.
İşte bu şahıs da benim bu zaafımı keşfetmekte gecikmemiş, beni istismar etmek için bütün kurnazlıklarını sergilemiştir. Benimle tanıştıktan sonra, bu tanışıklığın ilerleme safhalarında bana Avni Baba diye hitap etmeye başlamış, gördüğü her yerde ve her kişinin yanında öve öve arşı alaya çıkarma çabasında bulunmuştur.
Ben de SAF ve ABDALIM ya, bu sözlerin samimi olduğuna inanarak, onun bütün istediklerini yerine getireceğime, hatta isterse anlattıklarımı kasetlere kaydetmesinin de mümkün olacağına dair söz verdim. Benim bu sözümden sonra çok sevindi.
Bir gün çarşıda karşılaştığımızda İstanbul’dan yayıncısının geldiğini, yayıncının beni merak ettiğini, benimle tanışmak istediğini, Liman Başkanı Ümit Yaşar Işıkhan beyin de aramızda olacağı, Cumartesi günü akşam kendi evlerinde bir akşam yemeği yeme düşüncesinde olduğunu, benim de evde bulunan balıklardan yeterince alarak aralarına katılmamı beklediğini söyledi. Ben de önerisini kabul ettim.
Söylendiği günün akşamı evdeki hazır balıklardan alarak bu kişinin evine gittim. Eve vardığımda bu kişi ve yayıncısı olan arkadaş balıkları ızgara yapmak için dışarıya ateş yakmakla meşguldüler. Ben eve vardığımda henüz Liman BAŞKANI ÜMİT YASAR Işıkhan bey gelmemişti. Biz üçümüz işe koyularak, yazılmasını düşündüğümüz kitap hakkında konuştuk ve akşama yiyeceğimiz nevaleleri hazırlamaya başladık. Bu arada Ümit bey de aldığı bir büyük rakıyla geldi. Hazırlıklar tamamlanmıştı. Masayı birlikte donatıp yemeğe oturduk. Yemek boyunca üçü de en fazla beni konuşturuyorlardı. Durmadan benim cezaevi yaşamımdan bahsetmemi istiyorlar ve en çok da Yılmaz Güney hakkında sorular soruyorlardı. Ben de hem kendim, hem de Yılmaz Güney hakkında sordukları sorulara cevaplar veriyordum.
Söz döne dolaşa gelip benim cezaevi anılarımın kitaba dönüştürülmesi konusunda odaklandı.
Biz yemekte konuşurken, bu konuşmalarımızın banda alındığını fark ettim. Ancak bu açıktan açığa yapılmıyordu. Ses kayıt cihazı benim göremeyeceğim biryere gizlenmişti. Açıkça buna gerek olmadığını, konuşmalarımın kaydedilebileceğini söyledim. Bunun üzerine kasete kayıt yapan radyo alınıp masaya yakın bir yere konuldu. O gece birkaç tane bant kaydı yapıldı.
O akşamdan sonra bir, bir buçuk ay boyunca on beşin üzerinde bant kaydı yapıldı. Beni her çağırdığında işimi gücümü bırakarak gidip bana sorduğu soruların cevaplarını o bantlara anlattım. Bu bant kayıtları yapılırken boş kaset almayı ve kayıtların bir kopyasının da bende kalmasını teklif ettim. Benim boş kaset almama gerek olmadığını, kasetleri kendisinin alıp benim için kopyalayacağını defalarca söyledi, ama nedense bu kopyaları yapıp bir türlü bana vermedi. Her karşılaştığımızda bantların kopyasını istiyordum. Kendisinden aldığım cevaplar hep oyalayıcı nitelikte oluyordu. Bu durum beni kuşkulandırmaya başlamıştı.
Bir gün beni bazı bilgilerin aktarılması için yine evine çağırdı ve kitabın yazımında bir hayli mesafe katettiğini söyledi. Bunun üzerine kendisine bazı bölümlerini görmek istediğimi söyledim. Benimle ilgili bölümü okumaya başladı. Okudukları beni şoka uğrattı. Benimle ilgili yazdığı herşey gerçekdışıydı.
Bir süre sessiz oturdum. Şoku atlattıktan sonra sinirli bir şekilde; “yav kardeşim, benim altı tane yetişkin çocuğum ve on altı tane de torunum var. Ayrıca bir sürü akrabam ve yakınım, binlerce beni tanıyan, seven ve sayan arkadaşım ve dostum var. Bu senin yazdıklarını okuduklarında, bunlar bana ne derler, ayıp değil mi nasıl böyle bir iftirayı buraya yazma cesaretini gösterdin?” dedim.
Bana; “Bu bir romandır, romanlarda böyle gerçek dışı olayların anlatılması doğaldır. Romanı cazip hale getirmek için böyle süslemeler her romancı tarafında yapılmaktadır. Ben de bu amaçla böyle yazmayı uygun gördüm” dedi. Bu cevap beni daha da çok sinirlendirdi.
Ona bunun bir roman olmadığını, gerçekleri anlattığımı söyledim. “Sen şöhret olma uğruna beni nasıl böyle ahlaksız biri olarak anlatırsın, bunları hemen düzelt, aksi takdirde anlattıklarımı yazmana izin vermem” dedim.
Bunun üzerine, benim söylediklerimi yapacağını, yazım işi bittikten sonra kitabın tamamını bana vererek okumamın ve onayımın alınmasından sonra baskıya göndereceğini söyledi. Bendeki kuşku o an için dağıldı.
Ama o akşamdan sonra günler geçmesine rağmen, ne kasetler ne de yazılan kitabın metni bana gelmedi. Bir de çok yakın bir zamanda Avustralya’ya gideceğini öğrenmiştim. Bütün bu durumlar beni daha da çok kuşkulandırıyordu. Bu adam benim iyi niyetimi istismar ederek açıktan açığa beni dolandırmıştı.
Avustralya’ya gideceğine bir iki gün kala kendisini arayarak gayet sakin ve yumuşak bir tonla gitmeden görüşmek istediğimi söyledim. Kabul etti. Ertesi gün Datça’daki sahilde SERAP çay bahçesinde buluşmaya karar verdik. Buluşacağımız saatte yanıma dostum, arkadaşım ve biraz da hemşehrim olan Kırşehirli avukat Emin PEKTEMUR’u alarak birlikte Serap çay bahçesine gittik. Daha önce Emin beye durumu anlatmıştım. O da her şeyi biliyordu. Çay bahçesine gittiğimizde o başka bir masada birileriyle sohbet ediyordu. Biz onun oturduğu masaya oturmadık. Gidip tenhada boş bir masa bulduk ve ona gelmesi için işaret ettik.
Çok geçmeden konuyu açtık ve yaşananları Emin beyin de duyacağı şekilde anlattık. Bu konuşma bitiminde, Emin beyin tanıklığında, daha önceki konuşmamızda anlaştığımız koşulların en kısa zamanda yerine getirilmesini, aksi halde bu kitabın yayınlanmasına kesinlikle izin vermeyeceğimi, bunun benim onayım dışında yayınlaması halinde her türlü girişimi yaparak ona mani olacağımı ve tazminat talebinde bulunacağımı, Emin beyin de buna tanıklık yapacağını söyledim.
Söylediklerime itiraz etmeden beni dinledi ve sonrasında hassasiyetlerimin giderileceğine dair bana söz vererek beni ikna etti.
Bu konuşmadan sonra kalkıp işimize gittik.
Aradan günler geçtiği halde ne kasetler, ne de kitabın metni bana ulaşmıyordu. Bunun dışında aradığımda artık telefonlarıma da cevap vermiyordu.
O günlerde komşusu olan bir arkadaşımla karşılaştığımda kendisini sordum. Arkadaşım bana onun Ankara’ya gittiğini yakında gelip Avustralya’ya döneceğini söyledi.
Bu konuşmadan birkaç gün sonra Datça’ya inmiştim. Arabamı parkedip dışarı çıkmıştım ki bu kişiyi bana doğru gelirken gördüm. Olduğum yerde durarak bana yaklaşmasını bekledim. Benim yanımdan, omuzunu omzuma sürterek hızlı bir şekilde geçti ve beni görmezlikten gelerek yoluna devam etti. Arkasından bağırarak seslendiğim halde beni duymazlıktan geldi. Bunun üzerine koşarak, elli metre ileride kendisine yetiştim, bileğinden yakaladım ve adeta sürükleyerek yakındaki pastaneye götürdüm. Burada bir masaya oturduk. Kendisine, halen verdiği sözü yerine getirmediğini, bunlar yetmiyormuş gibi bir de beni tanımamaya başladığını, bu yaptığının insanlığa yakışır bir hareket olmadığını ve verdiği sözleri en kısa zamanda yerine getirmesini söyledim.
Bana verdiği cevap beni bir kez daha şok etti. Bana;
“Sen ne yitirdin de ne arıyorsun, ben senden ne aldım da ne vereceğim. Ben bir şöhretli yazarım. Yılmaz Güney de benim yıllarca tanıdığım cezaevi arkadaşım. Ben yazdığım yazıdan Yılmaz Güney’in eşi Fatoş hanıma bir suret gönderdim, okuyup onayladıktan sonra yayınlanması için yayıncıma vereceğim. Bir daha beni rahatsız etme sonra hakkında iyi olmaz” dedi.
“Cezaevi Arkadaşım Yılmaz Güney – Çirkin Kral’la Ulucanlar’da” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıCezaevi Arkadaşım Yılmaz Güney - Çirkin Kral'la Ulucanlar'da
- Sayfa Sayısı288
- YazarAvni Bektaş
- ISBN9789944143844
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviOzan Yayıncılık / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Geçtim Dünya Üzerinden ~ Necla Pekolcay
Geçtim Dünya Üzerinden
Necla Pekolcay
Her günbatımı mazide kalan bir dün demektir. Zaman, dünde yaşadıklarımızı bir hırsız edasıyla alıp götürür elimizden. Hayata, yaşanılanlara, gözümüzle kulağımızla şait olduklarımıza dair dudaklarımızın...
- Afrika’nın Yeşil Tepeleri ~ Ernest Hemingway
Afrika’nın Yeşil Tepeleri
Ernest Hemingway
Hemingway, Avrupa’da bulunduğu yıllarda sık sık Afrika’ya avlanmaya gitmiştir. Kendi ülkesinde de balıkçılıkla birlikte, avlanmanın her türüne ilgi duymuş; çoğunlukla avlanabileceği yerlerde yaşamış; daha...
- Bir Gün Düşü ~ Serdar Rifat Kırkoğlu
Bir Gün Düşü
Serdar Rifat Kırkoğlu
Sıcak mı sıcak bir yaz günü, Tepebaşı’nda bir çayevinde oturup amatörce çeviri egzersizleri yapan bir muhasebeci (Mehmet Şadi Tati) ile söz konusu mekânda ansızın...
Kendisi çok başarılı ve yakışıklı aktördü şimdi hayatta olmasını çok isterdim…