“İri çınarların, iri servilerin süslediği sahili gösteren kayıkçı, ‘Buraları görüyor musunuz?’ diyor, ‘Eskiden burada kahveler, tiyatrolar vardı, Abdi oynardı, Kel Hasan oynardı. Buraları tıklım tıklım dolardı. Yalnız orası değil, bu derenin üstü de kayıktan görünmezdi. Kel Hasan’ın sahneye çıkacağını beliğ eden davul gürültüsü duyuldu mu yalnız içerdekiler değil, kayıklardaki insanlar da gülmeye başlarlardı.’”
Suat Derviş bu sefer roman ya da öyküleriyle değil, hayalden hakikate yönelişinin milatlarından biri saydığı röportajları ile bizlerle. Çöken İstanbul’da yer alan, 1935-37 arasında yayınlanan bu röportaj dizileri İstanbul’u ve İstanbulluları merkeze alıyor. Suat Derviş, birkaç sene sonra İstanbul’un Bir Gecesi’yle çizeceği panoramanın eskizini yapıyor; bizi karanlık, yoksul ve hasta bir şehrin sokaklarında dolaştırıyor.
Pınar Öğünç’se “Kalpli, Beyinli Bir Kayıt Cihazı” başlıklı yazısında, mümkün olsa, Suat Derviş’le zaman geçirmeyi ve onunla bir röportaj yapmayı arzu ettiğini söyleyip sormak istediklerini, merak ettiklerini anlatıyor. Öğünç’ün yazısı, Suat Derviş’i ve mirasını anlamak, anlamlandırmak için çok önemli, duygusal bir kılavuz metin.
İSTANBUL HALKI NERELERDE OTURUR*
1
Mağara kovuklarından bozma bir odada
yaşayan altı çocuklu ana
Dar ve kaldırımları bozuk bir sokak, beceriksiz bir çocuk eliyle yapılmış bir çizgi gibi kıvrıla kıvrıla uzanıyor. Havanın çok güneşli olmasına rağmen, bir türlü kuruyamayan bir çirkef birikintisi önünde yalın ayaklı, yırtık ve kirli elbiseli çocuklar toplanmış.
Kimbilir, belki onlara içinde kırmızı balıklar yüzen mermer bir havuz kadar cazip gelen bu suya ellerini sokmuşlar, karıştırıp duruyorlar. Ve arada bir geriye çekilerek bu suyun içine kocaman taşlar atıyorlar ve hangisi çamurları daha yukarı çıkarabilecek diye aralarında yarışıyorlar.
Spor merakının, rekor yapmak aşkının bu pek iptidai şeklini gülümseyerek seyrederek oradan geçiyorum.
Şimdi eski bir hanın son dükkânının önündeyim. Buraya dükkan demek bilmem doğru olur mu? Buraya orta devirden kalma bir duvarın içine oyulmuş bir hapishane hücresi demek bence daha münasip düşüyor.
Senelerin kararttığı kocaman taşları ruha kasvet veren bir cephede nispeten yeni tahtadan bir kapı, eski bir esvaba sonradan konulmuş bir yama gibi göze batıyor.
Ve bu kapının önünde siyah yeldirmeli ve siyah başörtülü, solgun yüzlü bir kadın küçük bir iskemlenin üstünde otur-
muş. Kucağında, yüzünde bir iki sıyrık ve berenin izini taşıyan sarı saçlı, üzüm gibi kara gözlü bir yavru var.
Kapının önü pek kalabalık, etrafta harikulade zamanlarda görülen bir heyecan görülüyor.
Biraz evvel bir adam şu köşe başında bir kadının kalbini bıçaklamış, şahit olarak götürülen bir kadın siyah çarşafının pelerinini sokakta dar giyiyordu. Kendisi dışarlıklı olacak, “Aman ben polise ne söylerim?” diye dövünüyor.
Yanına yaklaşan Istanbullu bir amele “Görmedim dersin a kardeş!” diye ona akıl öğretirken orada hazır bulunan bir memur “Akıl öğret bakayım sen de,” sözleriyle çıkışıyor.
“Yok bay ağabey… Kendisi görmedim diyordu. Görmüşse gordum desin elbette.”
“Sen gördün mü?”
“Ben mi? Yoo… Vallahi, billahi, tallahi ben bir şey görmedim.” Köşe başında olan cinayeti hiç kimse görmemiş. Hatta şu kapının önünde oturan solgun çehreli kadıncağız da. Hepsi hadiseden sonra buraya gelmişlermiş.
Kalabalık biraz dağıldıktan sonra kapının yanında oturan siyah yeldirmeli kadına yaklaşıyorum.
“Merhaba abla.”
“Merhaba bayanım.”
“Burası bir ev mi? Dükkan mı? Depo mu?”
“Ev bayanım. Yani benim odam.”
“Odanız mı? Burada başka kiralık odalar var mı?”
“Hayır yok. Ben burada kira ile oturmuyorum ki… Allah razı olsun han sahibi acıdı da bana burasını verdi. Açık bir oyuktu burası. Bu kapıları filan ben yaptırdım. Bedava oturuyorum şimdi.”
“Görebilir miyim burasını?”
“Hay hay… Buyurunuz efendim.”
“Kaç para yevmiye alır?” “Üç lira…”
“Günde mi? Maşallah.”
Gülmesini hiç bilmez zannettiğim bu ciddi yüzde peyda olan garip bir kırışıklık bana romanlarda yazılan “acı acı güldü” sözünün bütün manasını öğretti.
“Nerede o bolluk?” dedi. “Haftada… Haftada üç lira alıyor.”
“Peki, öteki çocukların çalışmıyor mu?”
“Çalışıyorlar. Ayşe on dört yaşındadır. O da şurada çorap fabrikasında çalışıyor. İki lira alır.”
Bu defa “Haftada mı?” diye korkarak sordum. Çünkü bu sefer de ayda cevabını alacağımı zannediyordum. Halbuki kadın tasdik etti.
“Evet, haftada.”
“Öteki çocuklarınız?” dedim.
“Ötekilerden Leylam ile Esmam mekteptedirler. Onları bari cahil bırakmayalım, dedik. Altı yaşındaki Yakubum odacı Bay Aziz’in yanında oturuyor.”
Kucağındakini göstererek ilave etti.
“Kadriyem de kucağımda… Daha üç yaşındadır.” Demek ayda yirmi liradan başka geliriniz yok.”
“Hayır. bu yirmi lirayla yedi boğaz besliyoruz. Ayrıca ev kirasına yer kalır mı? Allah merhametli adamları eksik etmesin. Eğer bu hanın sahibi bize burasını da vermeseydi boğazdan bir de ev kirası kesecektik.”
“Başka bir yerden yardımınız yok mu?”
“Yok hanımım, altı çocuklu kadınlara yardım yapılacak diye söylendi, söylendi ama biz mi yolunu bilmiyoruz da alamıyoruz yoksa bu yardım yanılmıyor mu bilmiyorum.”
Nefessizlikten orada daha fazla duramadım. Sıhhi hiçbir şartı haiz olmayan ve medeni bir memlekette bir hayvanın bile barındırılmayacağı kadar berbat olan bu yerden dar dışarı fırladım.
Bütün dünya memleketleri nüfuslarını artırmak için adeta birbirleriyle yarış ederlerken, altı evlat meydana getirmiş olan bir annenin bu kadar yardımsız kalması ve altı çocuğun bu güneşsiz ve havasız yerde muhakkak bir ölüme terk edilmesi doğru mudur?
Beni alakadar eden cihet, zamanımızda hayvan ahırlarının bile sıhhi olması düşünülürken şehrin ta ortasında Mahmutpaşa Yokuşu’ndan beş metre ileride altı çocuklu bir ailenin böyle izbelerde barınmasına müsaade edilişidir. Şehrin sıhhatiyle meşgul olanlar işbaşına!
2
Bekar Yatağı Sultanodaları
Geniş taşlarla döşenmiş bir avlu. Sağda solda merdivenler var. Kırık, eski, harap merdivenler. Avlunun üstünü yeşil bir çardak örtmüş, bu yeşil çardağın arasından sarı ve ılık bir bahar güneşi sızıyor.
Taş merdivenlerden aşağı siyah çarşaflı bir kadın iniyor, kolunda kocaman bir bohça var. Ve bu bohçadan kirli çamaşırlar fırlamış.
Bin bir gece masallarının dekoruna benzeyen bu eski hava içinde merdivenlerden yukarıya çıkıyorum. Şimdi avluya kadar demir korkuluklu bir galerideyim.
Üst üste bırakılmış küfeler, yoğurtçu tablaları, başka seyyar satıcılara ait sepetler vesaire bu kirli ve tozlu galerinin boyunca duvarlara dizilmiş. Demir parmaklıkların üzerine sütunlardan sütunlara gerilmiş iplerde şenlik bayrakları gibi sallanan kirli ve rengarenk iç çamaşırları.
Üst üste konulmuş ikişer küfenin iki yanında nöbet beklediği bir kapının önünde duruyorum. Sonra ne saga ne de sola değmemek için eteklerimi toplayarak açık duran kapının çuval perdesine yaklaşıyorum.
Kapı perdesini yanacakmış gibi parmaklarımın tam ucuyla tutuyorum ve “Hey hemşerim! Kimse yok mu burada?” diye seslenerek bu çuvalı kaldırıyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hitabet-Söyleşi
- Kitap AdıÇöken İstanbul
- Sayfa Sayısı344
- YazarSuat Derviş
- ISBN9786258487947
- Boyutlar, Kapak13*19,5, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mutluluğa Dair Bir Düşünce ~ Luis Sepúlveda
Mutluluğa Dair Bir Düşünce
Luis Sepúlveda
Hız hastalığına tutulmuş günümüz dünyasında mutluluk hâlâ olası mı? Yaşam alanlarımızın tüm katmanlarına nüfuz etmiş, hayata yönelik duru bir bakışa izin vermeyen, yaşam kalitemizi...
- Aramızda Kalmasın ~ Celal Karaca
Aramızda Kalmasın
Celal Karaca
Uzun yıllar, edebiyat dergileri için söyleşiler yapan ve bu söyleşilerle Türkiye’nin kültür sanat ortamına büyük katkılar sunan Celal Karaca, Aramızda Kalmasın’da okuru karikatür, edebiyat,...
- Damdan Düşen Psikolog ~ Doğan Cüceloğlu, Canan Dila
Damdan Düşen Psikolog
Doğan Cüceloğlu, Canan Dila
Afrika kabilelerinden birinde bir bebek doğduğunda kabilenin kadınları hep birlikte ormana çekilir, o bebeğe bir şarkı yaparlarmış. Dikkatle gözlemledikleri bebeğin karakteristik özelliklerini ve gücünü...