Geçmişi olmayan bir kız
Geleceği olmayan bir oğlan
On yedi yaşındaki Ana’nın kaderinde aykırı olmak vardı. Hisleri olan D09 isimli bir robotla beraber uzayda süzülürken bulunduğunda henüz küçük bir kızdı ve etrafına korku salan bir uzay gemisi kaptanı tarafından kurtarılarak tayfasına katılmıştı.
Geriye kalan son yasadışı Metal olan D09, aradan geçen onca yıldan sonra arıza vermeye başlamıştı. Ancak Ana’nın ondan vazgeçmeye hiç niyeti yoktu ve çözüm bulmak adına sorduğu her soru kayıp bir geminin koordinatlarını işaret ediyordu. Tek sorun, onunla aynı hedefe kilitlenmiş Demirkanlı’ydı.
Tüm krallık peşlerindeyken Ana ve Demirkanlı beklenmedik bir ittifak kuracaklardı. Onları evrenin öteki ucuna sürükleyen kovalamaca, tehlikeli sırları da açığa çıkaracaktı. Karanlık gitgide yaklaşıyordu ve genç kız zorlu bir seçim yapmak zorundaydı: Onun ölmesini isteyen krallığı mı yoksa aşkını mı kurtaracaktı?
1
DEMIR
HIRSIZ
ANa
Demir Tapınağı’nı dokuz yüz doksan dokuz mum aydınlatıyordu. Ana, bağış kutusundan bordo paltosuna üç bakır para sokuşturduğunu gizlemek için eliyle göğsüne– inanmadığı Tanrıça’nın onuruna– bir hilâl çizdi. Sırada yanında oturan Di ona uzun uzun baktı. Ana en iyi arkadaşına, “Ne var? Buna yatırım deniyor,” dedi. “Hiç bana öyle bakma.” Di –bu, ensesine yazılı seri numarası D09’un kısaltmasıydı insanlara benzer şekilde omuz silkti.
Sesi bozuk bir gırtlak mikrofonundan çıkan anlaşılmaz cızırtılar gibiydi. “Neden bahsettiğinden emin değilim.” “Şu anda bana attığın yargılayıcı bakıştan bahsediyorum.” “Bakış atma kabiliyetim yok.” “Bunu bana bakış atan Metal söylüyor.” Ana rahatsızca kıpırdandı, sonra içini çekti. “İyi peki. Giderken parayı geri koyacağım.” Di monoton, statik sesiyle, “Benim yüzümden cömert olma hiç,” dedi. Ana, eğer duyguları olsaydı bunu alayla söylerdi diye düşündü bir espri gibi. Sanki espri yapabilecekmiş gibi, diye düşündü eğlenerek. Di dirseklerini dizlerine dayayarak öne doğru eğildi. Burnu, kulakları veya kaşları bulunmayan yüzünü oluşturan levha ve plakaları gizlemek için kapüşonunu aşağıya çekmişti.
Di, Cerces’teki maden kuyularına düştüğü ve Iliad’daki tüccarlar tarafından vurulduğu için yüzeyi diğer Metallerden daha çukurluydu. Ana onun alnındaki bir göçük konusunda özellikle kötü hissediyordu ama bir gökyelkenliyle onu yanlışlıkla ezdiği için binlerce kere özür dilemişti. Di onun gökyelkenli sürmesine izin hâlâ vermiyordu. Neredeyse boş koridordan bir başrahibe geçti. Ana onun bir tütsülüğü sallayıp beraberinde ayzambaklarının ağır kokusunu yayarak Işık Destanı’ndan hüzünlü, yalnızlığı anlatan bir ilahi mırıldandığını duyabiliyordu
. Tapınağın ön tarafında Ay Tanrıçası’nın yedi adam boyundaki heykeli duruyordu, kubbeli tavanda uzaktaki bir noktaya, Ay Tanrıçası’nın hikâyesinin, gölgeler krallığının ve ışıktan kızın resmedildiği fresklere bakan heykel kollarını uzatmıştı. Tapınaktayken bütün Nevaeh uzay istasyonu boşmuş gibi geliyordu, sanki dünya sadece kaymaktaşı sütunlarla vitraylar arasındaymış gibi; burası o kadar sessizdi ki Ana, Di’nin kablolarının ve fonksiyonlarının bir ezgi kadar yumuşak ve rahatlatıcı olan elektrikli uğultusunu duyabiliyordu. Krallığın vatandaşlarının çoğunun evlerinde veya barda, holo-pad’lerine ve haber sayfalarına yapışmış olduklarını tahmin ediyordu.
Bugün Büyük Düşes veliahtını ve Demir Krallık’ın otuzuncu İmparator’unu– seçecekti. O yüzden herkesin dikkati dağınıkken bu doğal olarak bir soygun için iyi bir gündü. Pırıltılı gümüş cübbeler giymiş başrahibeler koridorlarda dolaşırken birkaç sıra ilerideki banka iki yaşlı kadın geçti. Göğüslerine hilâl şekli çizip otururlarken, “Yıldızlar bize doğru yolu göstersin ve demir bizi güvende tutsun,” diye mırıldandılar. Birinin mekanik bir eli vardı – yirmi yıl önce Veba kapmış olduğunun bir göstergesi. Kadının arkadaşı, Ana’ya göz atıp irkildi. Arkadaşına bir fısıltıyla, “Tanrıça beni korusun,” dedi. “Galiba arkamızda bir Metal var. Sence KOVANlanmış mıdır? Umarım KOVANlanmıştır.”
KOVAN, Demir Krallık’ın uygunsuz davranan veya başıboş olan Metallerle ilgilenme şekliydi. Krallık onları hapsetmek yerine Metallerin özgür iradesini ellerinden alıyor ve onları asimile ediyordu. Sonra itaatkâr ve düşünmez hâle gelen Metalleri bekçi köpekleri olarak kullanıyordu Messierler olarak. Mekanik elli kadın da arkasına baktıktan sonra hızla önüne döndü. “Hayır, gözleri mavi değil.” “Tüylerimi ürpertiyorlar.
Demir Danışman’ımızın onları insanlara yardım etmek için yarattığını ve onların gidip de yedi sene önceki o korkunç şeyi yaptığını düşünüyorum da.” “Hepsi kötü değil.” “Hadi ama. O kızdaki yara izlerinin sorumlusu muhtemelen odur, zavallıcık. Hepsi KOVANlanmalı ne yapacakları belli olmaz.” Solani veya Cercesli olsun insanların da ne yapacağı belli olmazdı ama krallık onların zihinlerini kontrol etmeye çalışmıyordu. Ana yakasından bir kolye çıkarıp başparmağını kolye ucunda gezdirirken dalgın dalgın, Öyle bir şey olsa muhtemelen bu konuda farklı hissederlerdi, diye düşündü.
Bu kolye ucu onun uğuruydu. Kendini bildi bileli ondaydı: Açık bir halka şekli verilmiş bir ejder ya da yılan. Bir zamanlar bu şık bir broş olabilirdi ama yüzünün sol tarafını her ne yaktıysa, broşu da eritmişti. Bunu ona kimin verdiğini hatırlayabilmeyi dilerdi –kolyeyi taktığında kendini hep güvende hissediyordu– ama bunu hatırlamayı ne zaman denese başı ağrıyordu. Kaptan Siege onu ve Di’yi bir kargo gemisinin enkazındaki kaçış kapsülünde bulmuştu. Gemi, paralı askerler tarafından saldırıya uğramıştı. Hayatta kalan yoktu – onlar hariç. Ana’da annesiyle babasının fotoğrafları bile yoktu ve kendi görünüşü de ona hiçbir ipucu vermiyordu. Sıcak bronz bir teni, bal rengi iri gözleri, dolgun dudakları ve kalp şeklinde bir yüzü vardı. Saçları bizzat uzayın kendisi kadar koyu renkliydi ama her zaman dalgaları birbirine dolaşırdı.
Ana saçlarını tepesinde uzun bir örgü yapıyor, saçlarının yanlarını ise kazıyordu. Oldukça uzun boy luydu, her dönemeçte ölümden kaçacak bir hayata uygun şekilde sağlam yapılıydı ve şu anda giydiği kırmızı palto gibi elden düşme paltolar ve asla tam oturmayan lanet pantolonlar giyiyordu. Demir Krallık’ın her bölgesinden gelmiş olabilecek bir kıza benziyordu – aynı zamanda da hiçbir bölgesinden. Kaptan Siege’in gemisi Dossier’in mürettebatını çok seviyordu.
Onlar onun yuvasıydı. Ama tek ailesi, en iyi arkadaşı olan Di’ydi, eğer o olmasaydı ne bu boğucu tapınağa ne de kendi işlerine bakamayan yaşlı kadınları dinlemeye katlanabilirdi. Ana erimiş halka kolye ucunu başparmağı ve işaretparmağıyla okşayıp dururken Di ona göz attı. “Gerginsin,” dedi. Ana, “Değilim,” diye yalan söyledi ama Di bakışlarını onun kolye ucuna kaydırınca Ana kolyeyi bluzunun içine geri bırakıp, “Belki biraz. Keşke daha çok senin gibi olabilsem. Duygular için programlanmamış olsam. Zihnim berrak olsa. Bu bazen kulağa harika geliyor, anlarsın ya?” diye itiraf etti.
“Emin değilim. Başka türlüsünü bilmiyorum.” Di beyaz gözlü
bakışlarını ona çevirdi. “Eğer gerginsen gidebiliriz…”
“Kalıyoruz.”
“Ama kaptan peşine düşmemizi iste–”
“Kaptan gelmemizi istemedi çünkü Mokuba son alışverişte onu kazıkladı,” diyerek Di’nin sözünü böldü, bir başrahibe yürüyüp geçerken sesini alçaltmıştı. “Sırf kıytırık bir bilgi simsarı, Siege’in birkaç bakırını elinden aldı diye bu fırsatı kaçıracak değilim. Vaktimiz daralıyor. Bellek çekirdeğini düzeltmeliyiz – arızaların kötüleşiyor.”
“Dossier tarafından bulunduğumuzdan beri arızalarım var. O kadar kötü değiller…”
“Dün gece üç saatliğine hata verdin.”
Di sadece, “Ama yeniden açıldım,” diye yanıtlayınca Ana onu boğmak istedi.
“Peki, tekrar açılamayacak kadar kötü arıza yaptığında ne olacak? Iliad’daki tamirci kötüleştiğini ve bellek çekirdeğinin mucizevi bir şekilde kendini iyileştirmeyeceğini söyledi.” “Koordinatları çalmak yerine bilgi simsarına ödeme yapsak olmuyor mu?” “O kadar paramız olsaydı bağış kutularından çalıyor olmazdım, Di.” Di’nin ay ışığı rengindeki bakışları –gözyuvalarında küçük yıldızlara benzeyen optikler parlıyordu– Ana’yı delip geçer gibiydi ve neredeyse ona kendini suçlu hissettirecekti. Neredeyse. “Ayrıca Mokuba’dan çalmıyoruz. Asla kendi bilgi simsarından çalmamalısın bu kirli iş olur.
Koordinatları onun bilgiyi sattığı Demirkanlı’dan çalacağız,” diye devam etti. “Zengin çocuğun teki bizi dolandıramaz.” “Ben daha çok kaptan konusunda endişeliyim. Ek işleri iyi karşılamıyor.” Ana gözlerini devirdi. “Di, diğer gemileri yağmalayan, yasadışı mallar taşıyan, kayıp hazinelerin peşine düşen, Iliadlı yeraltı elebaşlarını koruyan bir gemide yaşıyoruz” “Kaptan bunu bir daha asla yapmayacağımıza söz verdi” “ve silah kaçakçılığı da yapıyoruz. İş tanımımız sadece yasadışı olmasını kapsıyor. Ve tahmin et ne var!” Ellerini havaya kaldırdı. “Yasadışı bir şey yapıyoruz. O yüzden bu kadar endişelenmeyi bırak.” “Benim endişelenmem bizi hayatta tutuyor.” “Endişelenmen başımı ağrıtıyor. Buna değecek, Di
İnan bana.” Ana, Di’nin eldivenli eline uzanıp iyice sıktı – bu ondan çok kendisini rahatlatmıştı. Dossier’in doktoru olduğundan, Di’nin elleri Ana’nın yaralarını kızın sayabileceğinden fazla dikmişti. “Ya bu koordinatlar senin yaratıcının kayıp donanma gemisine çıkarsa? O zaman başka bir çözüme ihtiyacımız kalmaz. Danışman’ın laboratuvarı yedi yıl önce İsyan’da yok edildi – geriye hiçbir şey kalmadı. Bu gemi dışında. Tsarina. Seni düzeltmenin çözümünü taşıyor olabilir. Belki yedek bir bellek çekirdeği vardır.
Belki seni transfer edebileceğimiz boş bir Metal vardır bir şey. Herhangi bir şey.” “Ama ben bu bedeni seviyorum.” “Göçüğünü bile mi?” Ana sırıttı ve bakışları Di’nin alnının kenarındaki hafif göçüğe kaydı. “Göçükten bahsetmek yasak.” Di’nin ağzının etrafındaki plakalar oynayıp ifadesini asık bir surata dönüştürdü. “Ana, bu koordinatların Tsarina’ya çıkması olsa olsa belirsiz bir ihtimal.” “Buna umut deniyor, Di.” “Bu umudunun gerçek olma ihtimali yüzde sıfır-nokta sıfırdört.” Ana, “Ama bir umut var,” diye belirtip omzunu onunkine çarptırmıştı ki… Gözüne bir hareket ilişti. Lekeli uzun bir palto ve dikişleri yıpranmış bir pantolon giyen, botları yağlı, uzun boylu, kaslı bir adam. Bu kıvırcık, kırçıllı gri saçları nerede olsa tanırdı Mokuba. Mokuba mozaikli pencerelerin karşısından tapınağın uzak ucuna doğru ilerleyerek ondan uzaklaştı, ta ki sütunların arkasında tamamen gizlenene dek. Ana daha iyi görebilmek için öne eğildi.
Söz konusu müşteri mermer sütunların arasında Mokuba’yla el sıkıştı. Müşteri omzunun üzerinden bir göz attı ve tapınağı hızla tararken koyu kapüşonunun altından delici gök mavisi gözleri göründü. Kesinlikle Demirkanlı’ydı, Ana bunu o saçma derecede lüks paltodan anlayabiliyordu. Maviydi, manşetleri ve yakasında çiçekli dikişler vardı, düğmeleri o kadar cilalanmıştı ki göz kamaştırıyorlardı. Ayrıca sırtında bir ışıkkılıcı taşıyordu. Hem iyi giyimli hem de tam teçhizatlıydı.
Bu, Ana’nın sık gördüğü bir kombinasyon değildi. Ama tabii muhtemelen zavallı Demirkanlı kılıcı nasıl kullanacağını bile bilmiyordu. “Pekâlâ, Di, şimdi bizim fırsatımız,” diye fısıldayıp dikkat çekmemek için yavaş yavaş ayağa kalktı. Ama Di onunla beraber hareketlenmedi. “Di?”
Cevap yoktu. Ana ona baktı. Di dümdüz ileri bakıyor, sanki ayağa kalkmaya başlamış da kalkamadan zaman donmuşçasına dizlerine dokunuyordu. Ay ışığı rengindeki gözleri şimşekli bir fırtına gibi aydınlanıp kararıyordu. Hata veriyordu – yine. Ana, “Tanrıça’nın kıvılcımı aşkına,” diye mırıldanınca önündeki yaşlı kadınlardan azarlayan bir bakış aldı. Di’yi paltosunun kolundan kavradı. Onu sallamaya çalıştı – ama bu, tamamen titanyumdan yapılma iki metrelik bir kayayı kıpırdatmaya çalışmak gibiydi. Demirkanlı ve Mokuba artık ayrı yönlere doğru gidiyorlardı.
Şu anda Demirkanlı’nın peşinden gitmezse onu kaybederdi. Boğazından yukarı panik yükseldi, çok keskin bir tadı vardı. “Di, hemen döne–” Ağır tapınak kapıları bir çatırtıyla ardına kadar açıldı. Ana içgüdüsel olarak eğilip girişe döndü. Hemen tapınağın önüne bir gökyelkenli inmişti. Kanatlarındaki rüzgâr tapınağa dolup Tanrıça’nın uzatılmış kollarını bezeyen mumları ve tepedeki şamdanları söndürdü. Eşikte altı Messier’den oluşan bir devriye belirdi. Haşin ve metaliklerdi.
İyi tanıdığı plaka ve levhalardan yapılmışlardı çünkü D09’a benziyorlardı. Metallere. Çünkü bir zamanlar öyleydiler. Şimdi KOVANlanmış Messierlerin mavi gözleri erdemin vücut bulmuş hâli gibi parlıyordu. Bir arada hareket ediyorlardı, mavi ve siyah renkli üniformaları tertemizdi, parlatılmış botları tapınağa girerlerken taş zeminde keskin gümbürtüler çıkartıyordu. Ana küfrederek Di’yi omzundan tuttu ve Messierlerin onu görememesi için tüm gücüyle yere itti, sonra da arkadaşını kendi bedeniyle gizledi. O ve Di, Demir Krallık’ta en az on iki bölgede aranıyorlardı, Cerces de cabası. Bütün madencilik gezegeninin onları izleme listesine aldığına epey emindi.
Tanrıça kör talihime tükürsün, diye düşünüp alnını Di’nin hareketsiz yanağına dayadı. Demirkanlı kaçarsa ona asla yetişemezdi. Baş Messier, “İzinsiz girdiğimiz için kusura bakmayın,” dedi, Metal sesi hoş ve melodikti – yıllar önce zarar görmemiş olsa Di’nin sesinin çıkacağı gibiydi. Başka bir Messier Ana bunu kısa duraksamadan çıkarmıştı– devam etti, “Ama birini arıyoruz…” “Mokuba Jyen,” diye bitirdi üçüncüsü. Hepsi aynı KOVAN bilincinin parçası olduklarından birbirlerinin cümlelerini tamamlıyorlardı ve bunun verdiği etki o kadar ürperticiydi ki Ana titredi. Messierler neden Mokuba’nın peşindeydi? Lanet Karanlık aşkına, onu nasıl bulmuşlardı? Mokuba yaptığı işte en iyisiydi asla arkasında iz bırakmazdı
. Onlar da mı koordinatların peşinde? diye düşündü panikle. Koordinatların Mokuba’da olduğunu nereden biliyorlardı? “Hadi, Di,” diye mırıldandı, Metal’in kendisini duyabildiğini biliyordu. En azından öyle umuyordu. Bu arızayı atlatabileceğini umuyordu. Bunu yapamazsa ne olacağını düşünmek istemiyordu. Bu arızanın son olup olmadığı konusunda endişelenecek vakti yoktu. Messierler onun koridorunu geçip, ön tarafta kule gibi yükselen heykele doğru ilerleyince Ana önündeki sıraya bakmak için yavaşça dizleri üzerinde doğruldu.
Başrahibelerden biri Messierlerin girişinden ötürü donakalmamış olan onları karşılamak için ayaklarını sürüye sürüye yürüdü. Tapınağın diğer tarafında, Ana’nın ihtiyacı olan koordinat çipini elinde tutan Demirkanlı hâlâ yan çıkışa doğru yavaş yavaş ilerliyordu. Ana, Di’nin arızayı atlatabileceğini umarak bir dakika daha beklerken başrahibe tapınağın köşesinde gergince kıpırdanan Mokuba’ya işaret etti. Kendi kendine, Düşün Ana, deyip sakinleşmek için soluk verdi; ne yapacağını düşünmeye çalışırken, ibadet eden diğerlerinin özellikle de önündeki kocakarıların– fısıltılarına kulaklarını tıkadı. Belki Demirkanlı’nın peşinden gizlice gidebilir ve…
Suçlu yüreği ona, Ama Mokuba tutuklanıp Cerces’teki madenlere gönderilir, diye hatırlattı. Dossier’deki mürettebattan o madenler hakkında Mokuba’nın orada öleceğini bilecek kadar fazlasını duymuştu. Tanrıça onun bu vicdanını kahretsin. O sabah Dossier’den telaşla çıkarken Riggs’in flaş bombalarından en azından bir tanesini getirdiğini umarak paltosuna uzandı. Parmakları ufak, oval metal kutuyu sardı ve bombayı dışarı çıkarıp başparmağını emniyet piminin altına doğru kaydırdı.
En azından şansı biraz yaver gitmişti. Hata veren Metal’ine, “Di, kıpırdama,” dedi. Messierler bellerindeki parlak Lancaster’lara uzandılar. “Mokuba Jyen. Tutuklusun…” Ana emniyet pimini açıp ayağa fırladı. “Şişt, uzayçöpleri!” diye bağırınca Messierler bir arada ona döndüler. Flaş bombasına bir şans öpücüğü verip havaya fırlattı. Bomba kubbeli tavan boyunca yükseldi ve güneş gibi kör edici bir beyazlıkla patladı. Bombanın infilakı bir gürültüyle mumları söndürdü, tapınağı yanan fitillerin kokusu sarmıştı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDemir Yürek
- Sayfa Sayısı416
- Yazar Ashley Poston
- ISBN9786258387131
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cinler ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Cinler
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Cinler, insanoğlunun yazabildiği en sarsıcı yedi-sekiz romandan biri, hiç şüphesiz, gelmiş geçmiş en büyük siyasal romandır. İlk okuduğumda, yirmi yaşımdayken kitabın üzerimdeki etkisini, sarsılmak,...
- Dilekler Tacı ~ Roshani Chokshi
Dilekler Tacı
Roshani Chokshi
Kadim bir sır. Beklenmedik bir ittifak. Gauri’nin hayatı tehlikedeydi. Bharata’nın Cevheri ve savaşçı prensesiyken artık bir hiçti. Zindanda ölümle yüzleşmeyi beklediği sırada kaderi hiç...
- Sofie’nin Dünyası – Felsefe Tarihi Üzerine Bir Roman ~ Jostein Gaarder
Sofie’nin Dünyası – Felsefe Tarihi Üzerine Bir Roman
Jostein Gaarder
15. yaş günpünü kutlamaya hazırlanan Sofie, posta kutusunda, “Kimsin sen?” yazılı bir kağıt bulur. Bu soruyu, diğer sorular ve günümüze kadar uzanan bir felsefe...