Zamanın kendisi kadar eski bir hikâye, onlarla yeni baştan yazılıyor . . .
Rosie Thorne, ExcelciCon balosunda tanıştığı gizemli General Sond sayesinde uzun zamandır ilk kez gülümsemişti. Yazamadığı üniversite başvuru mektubu, gelecek sene için para biriktirmesi gerektiği ve annesinin ölümünün içinde bıraktığı boşluk bir geceliğine yok olmuştu sanki. Fakat hayat peri masallarındaki gibi değildi.
Hollywood’un prensi Vance Reigns ise yarattığı son skandalın sorumluluğundan kaçmak ve kariyerini kurtarabilmek için bir süreliğine ortadan kaybolmak zorundaydı. Hiçliğin ortasındaki devasa bir evde, köpeği ve Yıldızalanı kitaplarıyla dolu bir kütüphaneyle hapsolmuştu.
Tuhaf tesadüfler çok değerli bir şeyin kaybolmasına ve çok daha değerli bir şeyin doğmasına sebep olacaktı. Çok uzun süredir taktıkları maskelerin ardında aslında kim vardı?
BİRİNCİ KISIM
KÖTÜ ADAM
Amara’yı sertçe çenesinden tutup fısıldıyor, “Göreve önem veririm, prenses.” Dudakları o kadar yakın ki Amara’nın nefesinin teklediği ânı hissedebiliyor. Adam parmağını Amara’nın yanağında, yıldız takımları gibi parıldayan çilleri üzerinde gezdirirken kız ürperiyor. “Ve sen yoluma çıkmayacaksın.” Prensese, dudaklarına doğru eğilirken, göğsüne batan sivri ucu hissedip hançere doğru bakıyor. Amara gözlerini kısıyor. “Aptal değilim, Ambrose Sond ve ben de senin görevimi tehlikeye atmana göz yummayacağım. Babam için çalıştığını biliyorum.” “Babanla beraber çalışıyorum. Arada fark var.” “Ben fark görmüyorum.
Aynı kötülükten suçlusunuz.” Hançer göğsüne daha da batarken prensese doğru eğilip kızın derisindeki tuzlu teri ve barutun ardında bıraktığı partikülleri kokluyor. Tek bir hamleyle hançerin kalbini deleceğini bilmesine rağmen prensesi, onun kendini tanıdığından daha iyi tanıdığını düşünüyor. “O zaman yeterince yakından bakmıyorsun,” diye mırıldanıyor ve onu Yıldızavcısı’nın gözlem güvertesinde bir başına bırakarak ayrılıyor.
ROSIE
Ne zaman aşk hayatınızdan bir halt olmayacağını düşünseniz, benim adını bile bilmediğim bir oğlana âşık olduğumu hatırlayın yeter. Şuna bir açıklık getirelim: Âşık olmak gibi bir niyetim yoktu. Âşık olmak da düşmek gibidir, siz farkına varmadan gerçekleşir. Bir şeye takılırdınız ve eğer benseniz, topuklu ayakkabınızın ayağınızdan fırlamasıyla ExcelsiCon Balosu’ndaki yabancı birine toslardınız ve yabancının elinde tuttuğu bir bardak neon sarısı Galaktik Twist punch’ı da… her yere dökülürdü. Ardından da eteğinizin önü Galaktik Twist’ten çok, şey, çişe benzeyen yapışkan sarı Kool-Aid’le kaplanırdı ve etrafta tek bir tuvalet bile bulamazdınız.
Tek bakışla, cosplayimin mahvolduğunu anlayabiliyordum. Diğer kişinin cosplayi de mahvolmuştu ama yoluna devam ederken bunu pek umursuyor gibi görünmüyordu. Âşık olduğum kişi o değildi, bu arada. O, sadece onunla tanışmama vesile olan kişiydi. Suratımdaki şu aptal maske olmasaydı, yerde duran sahne kılıcını muhtemelen görebilirdim. Zaten kim dans pistinin ortasına bir sahne kılıcı bırakırdı ki? Etrafıma kısaca göz gezdirdiğimde gördüğüm üzere, Electric Slide’a başlayan ve Cloud Strife cosplayi yapan birisi.
Topuklumu bulmak için döndüm, birileri onu tekmeleyip uzaklara göndermeden önce yerden aldım ve kıyafetimi kurtarabilir miyim diye bakmak için dans pistinden ayrıldım. Arkadaşlarımı bu kadar sevmeseydim, otel odamda kalır ve The Great British Bake Off’un tekrar bölümlerini seyrederdim. Ne yalan söyleyeyim, hâlâ bu olasılığı gözden geçirmiyor değildim. Quinn’le Annie balonun bana iyi geleceğini söylemişlerdi. Geçen yaz yaşananları düşünmek yerine kafamı dağıtmama yardımcı olacağını söylemişlerdi. Demişlerdi ki… yani, o yalan söyleyen yalancıların beni otel odamdan çıkarmak için ne gibi yalanlar söylediklerinin bir önemi yoktu. Önemli olan şu evrensel soruydu: Bir balodan ayrılmak için ne zaman çok erken sayılırdı? “Büyüyü kaçırmak istemezsin, değil mi?” diye sormuştu Annie, beni odamdan çıkarıp asansörlere doğru çekerken. “Geçen sene Jessica Stone’un Amara’nın! bir yemek aracının üzerine çıkarak kız arkadaşına Romeo ile Juliet çekmesine tanık olduk. Ondan önceki sene de Darien –Darien Freeman! Carmindor’un ta kendisi!– Geekerella’ya olan ölümsüz aşkını ilan etti! Ya bu sene senin senense?” Daha önce ExcelsiCon’a katılmamıştım bana hep fazla büyük ve fazla gürültülü gelmişti ama Quinn’le Annie’nin burada eğlenebildiğim kadar eğlenmemi istediklerini biliyordum çünkü geçen senem çok kötü geçmişti. Çok ama çok kötü geçmişti hem de. “Yani son baktığımda, Darien Freeman çoktan kapılmıştı,” diye cevaplamıştım.
“Jess Stone da öyle.” “Evet ama şu kocaman alana bir bak, Rosie.” Quinn boş koluma girdi ve beni otuz kat aşağıda ExcelsiCon Balosu’nun başladığı salon balkonuna doğru götürdü. “Olasılıkların kokusunu alabiliyor musun?” “Aldığım tek koku kusmuk ve fuar kokusu,” diye cevapladım. Yine de pes ettim çünkü baloda kendi Yakışıklı Prens’imi bulsam harika olmaz mıydı? İçimde bir romantik yattığını biliyorlardı –annem ben küçükken bana sağlıklı dozda masal ve romans okutmuştu– ve insanlığın ürettiği her romantik komedi için ölüp bittiğimi de biliyorlardı, böylece beni Sonsuza Dek Mutlu Yaşadılar yalanlarıyla kandırdılar. Ne de olsa, birileri romantik bir yerde âşık olacaksa, o kişi neden ben olmayacaktım ki? Neden bu sene o sene olmasındı? Neden göğsümdeki bu acıyı hafifletecek, akılda kalıcı bir şey yaşamayacaktım? Yine de bana, Otel odandan çıkma, diyen içgüdümü dinlemeliydim. Çünkü Quinn ve Annie beni ExcelsiCon Balosu’na çekeleyeli daha beş dakika olmadan onları kalabalıkta kaybetmiştim. O kadar çok insan vardı ki.
Onları aramaya çalıştım havada süzülen, neon japon balıkları olarak giyindiklerinden (“Biz sana gülümseyen atıştırmalıklarız!” demişti Quinn göz kırparak) onları gözden kaçırmak zordu. Ben de gardırobumdan bulduklarımla, şey, bir gardırop cosplayi yapmıştım – göbeği açık sade bir tişört ile beyaz bir etek giymiş, boynuma da bir kurşun kalem asmıştım. …Karanlığa sıkılan bir kurşun, anladınız mı? Kimse anlamıyordu zaten. Kendimi kaybetmem, Galaktik Twist’ini cosplayimin üzerine döken bir Nox Kralı’na toslamam ve baloyu terk etmem sadece birkaç dakika sürmüştü.
Asansörlere dönüp hangi kat olduğuna bakmadan ilk bulduğuma atladım. Ne yazık ki beni sadece onuncu kata kadar çıkardı ve terle saç spreyi kokusundan kaçmak için kendimi zar zor dışarı attım. Onuncu katın büyük kısmı, aşağıdaki kaosa tepeden bakan bir lobiden ibaretti. Burası en azından sessizdi. Aşağıdaki etrafı titreten bas sesi düşünülürse, beklediğimden daha da sessizdi aslında. Yakın zamanda o asansörlere tekrar bineceğimi sanmıyordum az önce indiğim asansör on beşinci katta bozulmuşa benziyordu ve diğer ikisi de… yani, kibarca söylemek gerekirse, pek kullanılacak durumda değillerdi. Ne güzel, belli ki odama dönmüyordum. Ve ıslak bir etekle kalakalmıştım.
Küçük bir balkona açılan bir kapı vardı ve oradan dışarı çıktım. Gece havası temiz ve ılıktı. Sinirlerimi yatıştırmak için temiz havayı derin derin içime çektim. Bahçe balkonunda sadece birkaç kişi vardı – köşede yiyişen, Pokémon olarak giyinmiş bir çift ve balkon korkuluğuna yaslanmış bir adam. Ah, diye düşündüm, manzarayı seyretmek için ona arkadan yaklaşırken, güzel bir kıçı varmış. Bunun bir önemi olduğundan değildi tabii. Korkuluğa yaslandım ve çatı lambasının loş ışığında kıyafetimin durumunu görmeye çalışıp buraya gelirken yol üzerindeki bir içki masasından arakladığım kâğıt mendillerle lekeleri kurulamaya başladım.
Bir kez olsun, herkes aşağıda “The Imperial March”ın bir dubstep uyarlamasında dans ettiği için mutluydum çünkü burası çok güzel ve sessizdi o kadar sessizdi ki kulaklarım çınlıyordu. Eteğim mahvolmuştu, o kadarı belliydi. Sadece otel odama dönmek, bu topukluları ayağımdan çıkarmak ve fuar pisliğini üzerimden atmak için sıcak bir duş almak istiyordum. Bavulumda beni çağıran bir kitap vardı yeni Yıldızalanı: Rezonans romanı. Bu balkonda durup gecenin bir an önce sona ermesi için içimden dua etmektense can sıkıcı derecede nazik olan Carmindor’la galaksiyi kurtarmayı tercih ederdim. “Karanlığa sıkılan bir kurşun, değil mi?” Ses beni ürkütmüştü.
Kafamı kaldırıp adama baktım çünkü bana bunu soranın dilleriyle hokey oynayan çift olmadığı belliydi. Korkutucu derecede uzun boyluydu ama öte yandan ben de iki şeyle bilinirdim – inatçı olmak ve kısa boylu olmak. “Ne?” diye sordum. Kıyafetimi işaret etti. Çok iyi hazırlanmış bir General Sond kostümü vardı ve onu tamamlayan sarı-beyaz uzun saçlar ile çarpık bir gülümsemeye sahipti, ayrıca yüzündeki maske, tam da onu çekici ve kesinlikle tanınmaz kılacak kadarını kapatıyordu. “Cosplayin,” diye devam etti. Tuhaf bir aksanı vardı. Bir türlü çıkaramıyordum ama televizyonda Amerikan olmadıkları gün gibi ortada olan oyuncuların bazen kullandığı sahte Amerikan aksan larına benziyordu. Fazla yerli, fazla temizdi. “Karanlığa sıkılan kurşun?” Başımı öne eğip kostümüme baktım. “Teknik olarak, Yıldızalanı’nın genişletilmiş evreninin otuz yedinci kitabı olan, Almira Ender’ın Karanlığa Sıkılan Bir Kurşun kitabı olarak cosplay yapıyorum.”
Maskesinin üzerindeki kaşları havaya kalktı. “Ah, peki, hatamı anladım.”
“Pek bilinmez zaten,” diye ekledim hemen.
“Ah, şimdi görüyorum,” diye cevapladı, başını yana eğerek.
Eteğimin kenarını işaret etti. “En alttaki küçük Yıldızalanı logosu.
Güzel bir dokunuş olmuş.”
“Öyle mi dersin?”
“Elbette. Üzerine kafa yormuşsun.”
“Güzel bir kostüme verecek param yoktu,” diye cevapladım, adamın üzerindeki çok ama çok kaliteli kostümü işaret ederek,
sonra da hatamı fark ettim. “Ah, Tanrım, hakaret ediyormuşum gibi oldu! Yemin ederim, öyle bir niyetim yoktu. Yani, üniversite
için para biriktirdiğimden…”
Kendimi zar zor susturdum, gerildiğimde çenem düşerdi.
“Hayır, hayır, hiç de hakaret olarak almamıştım!” dedi, gerçi
sesi kahkahasını zor tuttuğunu ele veriyordu. Bana doğru eğildi
sadece birazcık ve fısıldadı, “Sana bir sır vereyim mi? Bu kostüm bana ait değil. İş kıyafetim bu, o yüzden bu gecelik ödünç
almama izin verdiler.”
“Sadece bu gecelik mi?”
“Yani, bu hafta sonu için.”
“Sond gibi giyinmen gerekiyorsa, oldukça havalı bir işin olmalı.”
Tekrar gülümsedi. “Evet. Pekâlâ, sen de insanlardan kaçmak
için mi buraya geldin?”
“Kulağa çok sıkıcı geleceğimi biliyorum ama partilerle pek
aram yoktur,” dedim.
“Kulağa gerçekten sıkıcı geliyor.”
“Hey!”
“Sana katılıyordum!” Güldü. “Ben başka bir şey bilmem. Partiler, insanlarla kaynaşmak, gürültülü müzik ve bir sürü insan.
Kendimi kaybedebileceğim bir yer.”
“Evet, o histen nefret ediyorum.”
“Ben bayılıyorum,” diye cevapladı gözlerini kapatarak. “Görünmez olmak gibi.”
Ne diyeceğimi bilemedim ama uzanıp omzuna dokunmak istedim. Birbirimizi doğru düzgün tanımıyorduk ama bana, daha önce başka kimseye söylemediği bir şeyi itiraf etmiş gibi hissetmiştim. O da bunu fark etmiş olacaktı ki omuzları kaskatı kesildi. Elimi yanımda tutmak için çabaladım. “Sen kendini nerede evinde hissediyorsun?” diye sordu. Bir omzumu silktim. Kendimi nerede evimde hissediyordum? Adamı korkutacaksam, en sıkıcı yanlarımı önden sıralayabilirdim.
“Küçük bir kasabada ve güneş ışığı pencereden tam doğru açıyla girdiği için içerisinin altın rengine bürünüp yumuşak bir hâl aldığı bir kütüphanede…” Cümlemi tamamlayamadım çünkü uzun zamandır bunu düşünmemiştim. Cenazeden beri. “Annem eskiden bunlara altın akşamlar derdi.” “Kulağa büyülü geliyor.” “Öyle. Ziyarete gelmelisin. Belki seni sıcak çikolata ve iyi bir kitapla karanlık tarafa çekebilirim.” Gülümsedi ve dudaklarının kenarlarında gizlenen leziz bir şey vardı. “Bu bir meydan okumaya benziyor.” Pervasız gülümsemesine aynı şekilde karşılık vererek, “Ah, hayır,” diye cevapladım ve onu kucağında en sevdiğim kitapla bir berjer koltuğa kıvrılmış, belli bir altın rengi ışığın içinde hayal ettim. “Bu bir söz.” “O zaman sabırsızlıkla bekliyorum,” dedi samimiyetle. Sonra gözleri arkamdaki bir şeye odaklandı ve ben tam arkama dönmeye başlarken konuştu, “Bu biraz hadsizce gelebilir ama yürüyüşe çıkmak ister misin? Benimle?” Elini uzattı Geceyi dans ederek geçiren Quinn’le Annie’yi, otel odamda beni bekleyen kitabımı ve bu yaşananların ne kadar ihtimal dışı olduğunu düşündüm ve hayatımda ilk defa… O düşünceleri bir kenara ittim.
Elini tuttum çünkü bu an rüzgâra karışan bir karahindiba kadar yumuşaktı bir an için Atlanta sokaklarında yürüyor ve Waffle House’ta bir şeyler yiyor, güneş doğana ve aşağıdaki cosplayciler yorgun argın evlerine dönmeye başlayana kadar otellerden birinin çatısında konuşuyorduk, bu anı o kadar canlıydı ki şu anda bile adamın parfümünün tuhaf kokusunu alabiliyordum, meşeyle karışık lavanta ve sonra, eh… Gitmişti. Gitmişti. Gitmişti. Gitmişti. Gitmişti. Gitmişti.
Gitmiş olmasına rağmen ve üzerinden geçen bir ayda onu şimdiye çoktan unutmuş olmam gerekirken, çalıştığım Food Lion marketinde matematik hocamın jumbo boy prezervatiflerini kasadan geçirdiğim sırada onu hâlâ aklımdan çıkaramıyordum. Ne kadar tuttuğunu okurken hocamla göz teması kurmamaya çalıştım, o da aynı şekilde göz temasından kaçınarak ödemeyi yaptı. Cilalanmış iskarpinlerinin izin verdiği hızda marketten ayrıldı. Burnumun kemerini ovaladım. Aldığım asgari ücret, bundan sonra ihtiyaç duyacağım yılların terapisini karşılamaya yetmeyecekti. Belki bunun bir kısmından –herhangi bir kısmından– son bir haftadır yazmaya çalışıp beceremediğim üniversite başvuru mektubumda bahsedebilirdim ama hangi üniversite, abayı yakmış bir aptalın matematik hocasının prezervatiflerini kasadan geçirmesini okumak isterdi ki? Tabii, bununla okula kesin kabul edilirdim. Birden kasaların öteki ucundan, “Düştü! Düştü!” diye seslendi Annie ve kendi kasasının üzerinden atlayıp yanıma doğru kaydı.
Ne çabuk? Her forumdaki her dedikodu, saat altıda düşeceğini söylüyordu – kasanın saatine baktım. Aa, altı olmuştu. Hemen kasamı ki litledim ki müdür mesai saatleri içinde kaytardığım için kızmasın –teknik olarak moladaydım! ve sırada iki kişi olsa da kasanın ışığını söndürdüm. “Hey!” diye bağırdı müşterilerden biri. “Üç dakika!” diye cevapladım. “Bu hayatımızı değiştirecek!” diye ekledi Annie, telefonunun ekranını ikimizin de görebileceği bir şekilde tutarak. Kulaklıklarından birini kendi kulağına takıp diğerini de bana uzatırken tavandaki halojen lambaların ışıltısı koruyucu camın kenarlarından yansıyordu.
Fragman oynamaya başladı. Karanlık. Sonra, bir ses – yere çarpan bir şeyin gürültüsü. Sivri, tiz, istikrarlı. Bu Aralık’ta… Daha eylül ayındaydık ve aralığa bir asır varmış gibi geliyordu. Bir buçuk senedir devam filmini bekliyorduk Bir! Buçuk! Senedir! ve kasılan midem bunu artık kaldıramıyordu. Yıldızalanı’nın tatlı, alçak borazanının üzerinde yumuşak, istikrarlı bir müzik çalıyordu. Yazı yavaşça kayboldu ve ekranda, Nox Mahkemesi önünde diz çöken Carmindor belirdi. Dudağı patlamıştı ve kaşının üzerinde bir kesik vardı. İşkence görmüşe benziyordu ve kolları arkadan sıkıca bağlanmıştı. Dağınık saçları gözlerine gölge düşürüyordu. “Prens Carmindor, seni suçlu buluyoruz,” dedi yumuşak, derin bir ses. Mahkemenin diğer katılımcıları, İmparatorluk’un farklı bölgelerinden, uzaklardaki kolonilerden gelen elçiler ve Federasyon’dan gelen temsilciler soluk tonlardaki resmî kıyafetlerini kuşanmışlardı. Yüzleri ciddiydi. Mahkemenin baş kısmında, Nox İmparatorluğu’nun yöneticisinin oturduğu taht vardı ama boştu. “İmparatorluk’a karşı komplo kurmaktan suçlu bulundun,” dedi aynı ses. “İhanetten.”
Hızlıca ilk filmden sahneler geçti – Prospero’nun dümenindeki Carmindor, onun yanında yüzlerinde cüretkâr bir ifadeyle duran Euci ile Zorine, Ziondur’da Nox Kralı’yla Carmindor arasında gerçekleşen dövüş, Amara’nın Carmindor’a veda edip onu köprüye kilitleyişi… “Ama en çok da,” diye mırladı ses ve altın ile beyazlar içindeki, saçları uzun ve dalgalı, bir güneş tanrısı gibi görünen bir adamın bulanık görüntüsü yavaşça netleşti. Parlak mavi gözler, sarı-beyaz saçlar, köşeli bir yüz ve sivri bir burun, üniformasının kor gibi ışıldayan ucu.
Bir ürperti omurgamı ele geçirdi. “Seni prensesimizi, ışığımızı Amara’mızı öldürmekten suçlu buluyoruz.” Amara’nın gemisi Kara Nebula’ya daldı, gülümsemesi, dudakları hiçbir ses olmadan “ah’blen”e şüpheli derecede benzeyen kelimeler söylüyordu… Bir el Carmindor’un saçlarını kavrayıp başını geriye çekti. Bir çift dudak kulaklarına yaklaştı ve General Sond’un kâhinlere yaraşır sesi, “Kimse seni kurtarmaya gelmeyecek, prensçik,” dedi. Annie nefesini tutarak bir elini ağzına götürdü. Çünkü Carmindor’un gözleri onun gözleri beyni yıkanmış askerlerinki gibi soluk, donuk bir beyazdı. Müzik kesik kesik gelen ses– daha da yükseldi. Bir cenaze marşının davulları, bir yırtıcının yaklaştığını haber veren bir ses, dünyanın sonunun geri sayımı gibiydi. Ekran bir kez daha karardı ve bir sonraki notada topukları zeminde takırdayan, iki cilalı siyah bot. Mavinin en kusursuz tonundaki uzun bir üniforma ceketinin salınışı. Parlak kırmızı bir süpernova kadar kırmızı saçların anlık bir görüntüsü. Altın bir tacın parıltısı. Annie bileğimi sertçe kavrayıp sıktı. Biliyorum Biliyorum.
Bu oydu. Tahta doğru ilerlerken kamera etrafında dönüp önce hışırdayan Federasyon ceketini, ardından omzundaki altın yıldızları, en son da yüzünü gösterdi. Farklı olduğunu yüzünden anlayabiliyordunuz. Artık kendini Kara Nebula’ya feda eden prensesle aynı kişi olmadığını. O yeni biriydi, tahmin edilemez ve imkânsız.
Olasılıksız bir evrenden dönmüş olduğunu görmek kalbimin küt küt atmaya başlamasına neden oldu ve gözlerim yaşardı. Çünkü bir kez olsun, ölüm kati değildi. Bir kez olsun, bir kez olsun, aşk yeterliydi. Ve Amara’nın ağzının sol kısmı kıvrıldı. Ekran karardı sonra da Yıldızalanı’nın coşkulu müziği kulaklarımızı doldururken ekranda filmin ismi belirdi:
YILDIZALANI: REZONANS
Sonra da fragman sona erdi. Boş ekrana bakmaya devam ettik. Kalbim göğsümde güm güm atıyordu. Bu gerçekti. Bu yaşanıyordu. Ve Amara dönmüştü – Amara’mız. Nihayet Annie fısıldadı. “Sa-sanırım bir kadın olsam da şeyim kalktı…” “Öhöm.” Annie ve ben müdürümüz Bay Jason’ın sesiyle arkamıza döndük. Suratı kıpkırmızıydı ve kollarını kavuşturmuş, kasalarımızın arasında dikiliyordu. Annie hemen kulağımdaki kulaklığı çekip aldı, kabloyu doladı ve telefonunu önlüğünün cebine sokuşturdu. “Bu akşam ikinizi bir daha telefonlarınızla oynarken görürsem…” diye uyardı, parmağını bize doğru sallayarak, “o zaman ben… ben…” Eyvah, o kadar kızmış durumdaydı ki kelimeleri kifayetsiz kalmıştı.
“Oynamayız, kusura bakmayın, efendim,” dedi Annie ve Bay Jason ona pek inanmadan başını sallayıp ofisine doğru döndü. Rahatlayarak iç geçirdim. Annie sadece ağzını hareket ettirerek, Üf, dedi. Katılıyordum. Bu akşam müdürün keyfinin yerinde olduğu söylenemezdi. Şansımızı zorlamamalıydık. Bay Jason’ın iki ruh hâli vardı: avare ve dallama. Şu anda sonuna kadar dallama modundaydı.
Bekleyen müşterilerle ilgilendikten sonra reyonlarımı düzenleyip park yerindeki alışveriş arabalarını toplamaya gittim. Dışarıda beni çağıran bir oyuncak kapma makinesi bulunuyordu ve cebimde de onu deneyecek kadar şanslı hissettiren bir çeyreklik vardı. “Tekrar mı deneyeceksin?” diye seslendi Annie, otomatik kapılara yöneldiğimi görünce. “O fragmandan sonra kendimi şanslı hissediyorum,” diye cevapladım başparmağımla çeyrekliği çevirirken ve sıcak eylül akşamına adım attım. Market arabalarının bulunduğu yerde, içinde televizyon dizisindeki eski karakterlerin bulunduğu bir Yıldızalanı oyuncak kapma makinesi bulunuyordu, gerçi Amara’nın Natalia Ford’la alakası bile yoktu. Bedenini saran açık saçık bir elbise giyiyor, elinde de bir tabanca tutuyordu ve Prenses Amara bunu görse, bütün makineyi yakıp kül ederdi.
En azından Carmindor’la diğer altı koleksiyonluk oyuncak gerçek karakterlere biraz olsun benziyordu, gerçi o kadar çok Carmindor’um vardı ki onların hepsini eritip yarın bir gün balta fırlatmaya başlarsam hedef olarak kullanabileceğim gerçek boyutta bir Carmindor yapabilirdim. Ama belki bugün bir Sond yakalardım. Çeyrekliği Yıldızalanı oyuncak makinesine attım. Bir oyuncak yuvarlandı ve onu metal ağızdan alıp salladım. Çıkardığı ses Carmindor gibi değildi. Belki Amara? Euci? Öf, yeteri kadar Euci’m de vardı.
Yumurtanın dışında, yıldızlara bak ve kaderini belirle! yazıyordu. Evrenin dengesini bozup yumurtayı açarak geleceğimde ne olduğunu öğrense miydim? Tam açacaktım ki biri adımı seslendi. Yani sanki parkın öte tarafından değil ama bayağı… bir megafonla bana sesleniyordu. Başını kaldırdım. Ve betim benzim attı. Ah, hayır.
Garrett Taylor, bir karaoke makinesiyle birlikte Ford kamyonetinin kasasında dikiliyordu. Çamurlu siyah kamyonetinin camında, dramatik bir şekilde, üzerinde yuvaya dönüş balosu? yazan bir pankart açılmıştı.
Hay lanet… Ah. Ah İsa Meryem Ana Aziraphale Crowley. Şu anda neler yaşandığının farkındalığı, hipersürücüden çıkan Prospero gibi bana tosladı. Ve kaçacak zamanım yoktu. “Rosie Thorne,” diye kahramanca konuşmaya başladı Garrett, çıtçıtlı şapkasını geriye çevirirken. Çikolata kahvesi saçları, şapkanın arkadaki deliğinden çıkıyor, yanlardan da kulaklarına kadar iniyordu. Sol kulağında gümüş bir küpe parlıyordu. “Sen ve ben, zaman kadar eski bir hikâyeyiz,” dedi mikrofona, zeki ve komik olmaya çalışarak.
Bu iki özelliğe de sahip değildi ve tüm bu olanlar, yüzde yüz on utanç vericiydi. Park yerindeki arabalar bekleyebilirdi. Pişman olacağım bir şeyler yaşanmadan markete geri dönmeye çalıştım. “Rosie!” diye seslendi arkamdan, kamyonetin kasasından atladı ve önümü kesmek için koşturdu. Başardı da. Ucu ucuna. “Ne düşünüyorsun?” diye sordu, kocaman yuvaya dönüş balosu? pankartını işaret ederek. Arkadaşları da onun peşinden pahalı GoPro’larıyla geliyorlardı ve kameraların ufak bombeli gözlerinin yavaşça ruhumu emdiğini hissedebiliyordum. YouTube’da bir videosu viral olduğundan beri ona katlanamıyordum. Öncesinde makul biriydi ama şimdi iyice çekilmez olmuştu. Yaptığı her şey videoya çekilip internete yüklenmek zorundaydı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKitap Kurdu ve Çirkin
- Sayfa Sayısı280
- Yazar Ashley Poston
- ISBN9786257973458
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ürperti ~ Jennifer Hillier
Ürperti
Jennifer Hillier
Biri Onu İzliyordu Sheila caddeyi net görebilmek için çift camlı kapıya doğru büyük adımlarla ilerledi. Adam çoktan uzaklaşmaya başlamıştı. Yağmur onu net olarak görmesini...
- Mumlar Sonuna Kadar Yanar ~ Sándor Márai
Mumlar Sonuna Kadar Yanar
Sándor Márai
“Bu soruyu ancak sen cevaplayabilirsin ve şimdi, bütün bunlar geçip gittiğine göre, aslında cevapladın: Hayatınla. İnsan önemli soruları sonunda daima bütün hayatıyla cevaplar.” İkinci...
- Genç Adam ~ Annie Ernaux
Genç Adam
Annie Ernaux
Yaşadıklarımı yazmazsam yaşananlar tamamlanmamış olur, yaşandığıyla kalır. Genç Adam, Annie Ernaux’nun 1990’ların sonunda, ellili yaşlarındayken kendisinden otuz yaş kadar küçük bir üniversite öğrencisiyle, gelecek...