41 yaşında ünlü bir şair ve yazar, sadık kaldığı tek şey edebiyat olan bir Don Juan ve 31 yaşında güzelliğinin doruğunda bir kadın, ünlü bir sinema oyuncusu. Bir yılbaşı gecesi tanışan ve ikisi de evli olan bu iki kişi arasında tutkulu bir aşk başlar. Yazar, kadının gizemli güzelliğinin büyüsüne kapılmıştır, aşkla, şehvetle bağlanır ona. Ama adını bir tanrıçadan alan Diana, yalnızca kendinden daha ileride olan erkekleri kovalayan bir kadındır; yazardan bıkar. Yalnızca iki ay süren bu birliktelik, Carlos Fuentes’in Diana ya da Yalnız Avlanan Tanrıça romanına konu olur. Romanın başkişilerinden Diana, 41 yaşında intihar eden ünlü Amerikalı oyuncu Jean Seberg, yazar da Carlos Fuentes’tir; Diana’nın kocası ise, ünlü Fransız yazarı Romaın Gary. Aradan 26 yıl geçtikten sonra bu kısa ama yoğun yaşanan aşkın romanını yazan Fuentes, “Diana’nın öyküsü bir hayaldir,” diyor, “çünkü tüm aşklar gibi yaşamın kendisi de bir hayaldir.”
1
Tutsaklığın en kötüsü mutluluk umudu… Tanrı bize bu dünyada acı ve gözyaşı vaat etmiş ama hiç değilse o ıstırap, günün birinde sona eriyor. Sonsuzluğa geçtiğimizde sonsuz mutluluğa ereceğiz. Yetinmeyip isyan ediyor, Tanrı’yla tartışıyoruz: Zaman içinde kaldığımız sürede sonsuzluğun azıcık tadına bakmaya hakkımız yok mu? Tanrı’nın, Las Vegas’lı bir krupiyeden daha çok numarası var. Bize dünyada keder, ahirette şenlik vaat ediyor. Biz ise, O’nun bu yalan dünyasında yaşamın tadını çıkardığımız, keyfine vardığımız takdirde O’na en yüksek düzeyde meydan okuduğumuzu sanıyoruz. Tabii, isyanımızda zafere ulaşırsak, Tanrı cezamızı veriyor: Onun yanında ölümsüzlüğe kavuşacağımıza, ölümsüz acılara mahkûm oluyoruz. Her türlü mantığa aykırı davranarak Tanrı’nın davranışında mantık arıyoruz. Tüm felaketlerin, acıların, insanın insana zulmünün, barbarlığın yaratıcısı, Tanrı olamaz diyoruz. En azından bütün bunları yaratanın iyi değil kötü bir tanrı, görünüşlerin tanrısı olduğunu söylüyoruz; bu maskeli tanrıyı ancak O’nun kendi eliyle ortaya çıkardığı kötülük silahlarıyla yenebileceğimize inanıyoruz. Seks, cürüm ve hepsinden önemlisi kötülüğün hayal edilmesi: Bunlar da hain bir Tanrı’nın armağanları değil mi? Böylece kendimizi inandırıyoruz ki, ancak bu zorba tanrıyı katledersek, gövdemiz temiz, aklımız özgür olarak birinci Tanrı’nın, iyi Tanrı’nın yüzünü görebiliriz.
Ancak, büyük krupiye’nin elinin altında bir as daha var. O’na ulaşabilmek için kanımızı, iliğimizi kuruttuğumuzda öğrenebildiğimiz tek şey O’nun ne olmadığı. Tanrı hakkında bilebileceğimiz tek şey, O’nun ne olmadığı. Tanrı’nın ne olduğunu ne azizler ne mistikler ne de Kilise ileri gelenleri biliyor; Tanrı’nın kendisi bile bilmiyor. Bilseydi, kendi sırrının ateşiyle yanarak yıkılırdı. Körlüğü göze alarak Tanrı’nın sırrına en çok yaklaşan ölümlü Aziz Yuhanna olmuştu ve bize ilettiği haber şu: “Tanrı Hiç’tir, doruktaki Hiç’tir ve ona ulaşmak için Hiçliğe doğru yol almamız gerekir ki bu da insan kavramlarıyla, dokunulamayacak, görülemeyecek, anlaşılamayacak olandır.” Üstelik, umudu ayaklar altına almak için şu korkunç sözleri bırakmış bize Aziz Yuhanna: “Yaratıkların tüm varlığı, Tanrı’nın sonsuz varlığıyla karşılaştırıldığında bir hiçtir… Yaratıkların tüm güzelliği, Tanrı’nın sonsuz güzelliğiyle karşılaştırıldığında çirkinliğin en büyüğüdür. Belki de Pascal, hem Fransız hem bir aziz hem de bir sinik olduğundan, bizim hem vicdanımızı hem de şehvet eğilimimizi kurtaran iddiayı ileri süren tek düşünürdür: Tanrı’nın var olduğunu iddia ederseniz ve O yoksa, hiçbir kaybınız olmaz, ama Tanrı varsa her şeyi kazanırsınız.” Ben Aziz Yuhanna ile Pascal arasında bir yerde duruyorum; Tanrı’ya nominal, yani isimsel bir değer yüklüyorum: Kökenlerle yazgıyı sarmaş dolaş bir araya getiren şeyin kısa adıdır Tanrı. Bu ikisini uzlaştırmaktır insanoğlunun ezelî çabası. Yalnızca kökenleri seçmek başlangıçta şiirsel olsa da çok geçmeden totaliter bir nostaljiye dönüşür. Kendini yalnızca yazgıya bağlamak ise bir tür fatalizm, hatta falcılıktır. Kökenlerle yazgı birbirinden ayrılmaz olmalı: Bellek ve arzu, hem şimdiki zamanda hem de gelecekte yaşamak, ikisi aynı yerde, aynı anda… İşte Diana Soren’i yerleştirmek istediğim yer orası. Tanrı’nın elinin tersiyle dokunduğu bir kadındı o. Aziz Yuhanna ile Pascal’ın arasında durduğum yerde o kadın için bir mitos, sözcüklerden oluşmuş bir dünya yaratmak istiyorum, dünya ile cennet arasından bir dilenci eli gibi uzanan şu soruyu açmak için: Bu dünyada sevdiğimiz halde günün birinde cenneti hak edebilir miyiz? Tövbekâr, çilekeş, münzevi ya da yaşamaya aç kişiler olacağımıza, yaşamın ta içinde yer alabilir miyiz? Öte yandaki sonsuz yaşamı feda etmeksizin dünyasal meyvelerden bol bol ve hakkıyla tadabilir miyiz? Bilgece olmasa da çok fazla sevdiğimiz için af dilemesek olmaz mı? Tevrat’taki acımasız yargılamanın karşısına merhamet kavramıyla çıkan Hıristiyan mitolojisi, putperest mitolojinin o güzelim çokanlamlılığına erişemiyor. Hıristiyanlığın önderleri her zaman kendileridir, başkaları olamazlar. Sizden bir inanç gösterisi isterler; inanç ise Tertullian’ın dediği gibi saçmadır: “İnanılmaz olduğu için gerçektir.” Ancak, saçma olan ille de çokanlamlı değildir. Meryem Ana bakiredir ama gebe kalır. İsa yeniden doğar, ama ölür. Peki, kutsal ateşi çalan Prometheus kimdir? Özgürlüğünü –onu yitireceğini bile bile– neden kullanır? Özgürlüğünü kullanmasaydı, böylece ne kaybedip ne de kazansaydı, daha mı özgür olacaktı? Özgürlük, özgürlüğün kendisinden başka bir değerle kazanılabilir mi? Bu dünyada, ancak aşkı feda edersek, sevdiğimiz kişiyi kendi edimlerimiz ya da edimsizliğimiz yüzünden kaybedersek mi sevebiliriz? Bir şey, her şeye ya da hiçbir şeye yeğlenir mi? Size burada anlatacağım aşk öyküsü sona erdiğinde, bu soruyu sordum kendime. Bana her şeyi verdi ve benden her şeyi aldı. Bana her şeyden ya da hiçbir şeyden daha iyi “bir şey” vermesini istedim ondan. Bana bir şey versin istedim. Bu bir şey de birlikte mutlu olduğumuz ya da olduğumuzu sandığımız andan başkası olamazdı. Kaç kere sormuşumdur kendime: Şimdi olduğum kişi mi olacağım hep? Hatırlıyorum ve sonsuza dek o gece benimle olduğu gibi kalacağı ânı yakalamak için yazıyorum. Oysa eşsiz olan her şey, aşkta olsun, edebiyatta olsun, bellekte olsun, arzuda olsun, mutlaka üstümüzden kuru bir alaz gibi, yanan bir sel gibi akıp geçen bir gelgit dalgasıyla yok oluyor, hem de çabucak. Bizden önce var olan, bizden sonra da sürüp gidecek her şeyden güçlü bir titreşimin çevremizi sardığını fark etmek için bir an kendi tenimizden çıkmamız yeter. Bu titreşim ne benim yaşamımı önemsiyor ne de onunkini; varlığımız bile umurunda mı? Var olan ama kendini göstermeyen, o koskocaman, o sonsuz ölçüde güçlü esrara karşı geçici bir zafer kazanmak amacıyla seviyorum ve yazıyorum… Zaferin anlık olduğunu biliyorum. Öte yandan, bu benim kendi gizli gücümün yenilmezliğini sağlıyor. Yaşamımızın bütününde yaptığımız hiçbir şeye bezemeyen bir şey yapmak, hem de şu anda. Bunu bana gösteren imgelem ve dil, çünkü imgelemin konuşması için ve dilin imgelemesi için roman, yazıldığı gibi okunmamalıdır. Bu şart, otobiyografik bir metin söz konusu olduğunda, müthiş bir tehlike arz ediyor. Yazar seçtiği temanın çeşitlemelerini sunmakta cömert olmak, okurun seçeneklerini çoğaltmak, hiç durmadan tür ve uzaklık değişiklikleri yaparak üslubu üslupla tokuşturmak zorunda. Olayın başkişisi bir sinema oyuncusuysa –Diana Soren– bu gereksinim daha da artıyor. Bir rivayete göre, Leopar filminin çekimleri sırasında yönetmen Luchino Visconti, bir sahnede aktör Burt Lancaster’ın aynı anda hem şaşkınlık hem de keyif yansıtmasını sağlamak için, sözde altın dolu bir keseyi ipek kadın çoraplarıyla doldurmuş. Diana öyleydi işte. Teninin eşsiz pürüzsüzlüğü herkesi şaşırtırdı ama her şeyden çok kendisini şaşırtırdı kendi aldığı zevk tenini şaşırtırdı yumuşacık, ıtırlı, arzulandığı için şaşkın. Kendisini sevmiyor muydu, kendisini hak etmediğini mi hissediyordu? Neden bir başkası olmak istiyordu? Kendi teninin içinde neden rahat değildi? Neden? Ben –ki onunla yalnızca iki ay yaşadım– bugün bile koşup ona sarılmak istiyorum, son bir kez onu kollarımda hissetmek, tutkuyla sevilebileceğine; ama kendisi olduğu için sevilebileceğine, aradığı tutkunun kendi gerçek kimliğini dışlamadığına inandırmak istiyorum… Ama bunu yapma fırsatı yok artık. Sevgilimizden ayrılırız. Tanımadığımız bir kadına döneriz. Görsel betimin erotizmi bedenin aynı kaldığı yanılsamasından ibarettir. Günümüzde her şey gibi, görsel erotizm de hızlandı. Yüzyıllar boyunca madalyonlar, tablolar sevilen kişinin yokluğunun yerini almak üzere yaratılmışlar. Fotoğraf icat edilince bu yanılsama hızlandı. Ama hatırlama ile aynı anda orada olma olgusunu birleştiren yalnızca sinematografik imajlardır. O, o zaman öyleydi ama şimdi de öyle, sonsuza dek… Yalnızca görüntüsü değil, aynı zamanda sesi de, hareketleri de, ölümsüz güzelliği ve gençliği de. Artık bizimle birlikte olmayan sevgiliyle böylesi bir buluşma Eros’un müthiş üvey annesi “ölüm”ü hem haklı kılıyor hem de yenilgiye uğratıyor. O sevgili ki tutkuyla edilen yeminden dönmüştür: Ölünceye dek birlikteyiz, sen ve ben ayrılamayız… Kişinin gerçek imajını yalnızca sinemada görebiliriz. O böyleydi ve Kraliçe Kristina’yı oynuyorsa bile o Greta Garbo’dur, Rus Çariçe’si Yekaterina’yı oynuyorsa bile o Marlene Dietrich’tir. Asker Rahibe mi? Ama o Maria Félix’ten başkası değil. Öte yandan edebiyat, görsel imgeemimizi özgür bırakır: Thomas Mann’ın öyküsünde Aschenbach, Venedik’te ölürken imgelemimizde hareket halinde olan binlerce yüze sahiptir; Visconti’nin filminde ise bir tek yüz vardır, aktör Dirk Bogarde’ın bir başkasıyla değiştiremeyeceğimiz, öylece hep aynı kalan yüzü. Diana, Diana Soren. Adı, efsanelerin çokanlamlılığını hatırlatıyordu. Gece tanrıçası, gökteki ay gibi değişken, bir gün dolunay, ertesi gün solmaya başlayan, daha sonraki gün gökyüzündeki gümüş bir tırnak ve birkaç hafta içinde ölüm… Diana, avcı tanrıça, Zeus’un kızı, Apollon’un ikiz kardeşi, dağ perilerinin her gittiği yerde izledikleri bir bakire, ama aynı zamanda Efes Tapınağı’nda bin memeli bir anne. Diana, yalnızca kendisinden hızlı koşan erkeğe teslim olan koşucu. Diana, yol kavşaklarındaki kız, bu yüzden adı Trivia olmuş: Times Meydanı’nın, Picadilly’nin, Champs Elysées’nin kavşaklarında tapınılan Diana… İşin aslı şu ki, yaratma oyunu, eninde sonunda kendi kendisini yenilgiye uğratıyor. Öncelikle zaman içinde yer aldığı ve zaman da belalı bir orospu çocuğu olduğu için. Roman 1970’te geçiyor. O sırada 1960’ların kana bulanmış yanılsamaları can çekişiyordu. Toplumumuzun yüzyıl sonunda gelmeye mahkûm olduğu duruma karşı girişilmiş ilk isyan: Öylesine kısa, öylesine yanılgılı, öylesine tiksindirici, altmışlı yıllar kendi kahramanlarını öldürüyor, ABD’deki cümbüş kendi yavrularını –Martin Luther King, Kennedy’ler, Jimi Hendrix, Janis Joplin, Malcolm X– yutuyor, onların yerine zalim üvey babaları –Nixon ve Reagan– tahta geçiriyordu. İleride Diana’yla birlikte Rip Van Winkle oyunu oynayacaktık: Yaşlı adam, yüzyıl uyuduktan sonra 1970 yılının bir ayağı Ay’da, bir ayağı Vietnam cangıllarındaki Amerika Birleşik Devletleri’nde uyansaydı ne derdi? Zavallı Diana. Günümüzde uyanıp on iki yıllık Reagan-Bush döneminde, düzmece yanılsamaların, beyin-yiyen bayağılıkların, hoşgörülen açgözlülüğün kol gezdiği dönemde ruhunu yitirmiş ülkesini görmekten kurtardı kendini. Ülkesinin Vietnam’da Nikaragua’da işlediği şiddet suçlarının bir bumerang gibi geri dönüp kutsal kent banliyölerinin sokaklarına yangın misali yayıldığını görmekten kurtardı kendini. Uyuşturuculara batmış ilkokulları, çılgın, akla uzak savaş meydanlarına dönüşen liseleri görmekten kurtardı kendini; çocukların gelişigüzel katledildiği, sırf rastlantı sonucu pencereye çıktığı için vurulduğu, fast food lokantasında otururken neye uğradıklarını anlamadan, hamburgerlerini bile yutamadan makineli tüfek ateşine tutulan insanları, seri cinayet işleyen katilleri, cezasız kalan yağmacıları, her türlü yolsuzluğu mubah kılan yönetimleri görmekten kurtardı kendini. Güç kazanmak, tepelere tırmanmak uğruna hırsızlık, sahtekârlık yapmak, cinayet işlemek de –bir yerde– “Amerikan Rüyası”nın bir parçası değil miydi zaten? Diana ne derdi, yalnız avcı neler hissederdi acaba, Amerikan silahları yüzünden Nikaragua sokaklarında kollarını, bacaklarını yitiren çocukları görseydi; Los Angeles polisinin tekmelerle siyahların kafalarını yardığını görseydi; İran-Kontra skandalında yemin billah kendilerini özgürlük kahramanı ilan eden yalancılar sürüsünü görseydi? Kendi çocuğunu kaybetmiş olan o kadın, çocuk canilere ölüm cezası vermeyi ciddi ciddi düşünen bir ülke için neler diyecekti? 1960’ların sonuç olarak beyazlaştığını, aynı Michael Jackson gibi solduğunu, böylece beyaz olmayan herkese cezasını daha kötü çektireceğini söylerdi. 1993 yılında yazıyorum bu satırları. Yüzyıl sona ermeden yanan mezarlar, kurumuş ırmaklar, bataklıklar, göçmen Meksikalılarla, Afrikalılarla, Güney Amerikalılarla, Cezayirlilerle, Müslümanlarla, Yahudilerle dolup dolup taşacak…
Diana, yalnız avlanan tanrıça. Zamanın tutkularının yükünü taşıyan bu anlatı sonuçta kendi kendisini yenilgiye uğratacak; çünkü hiçbir zaman imgelemde yaşatılanın ideal kusursuzluğuna erişemeyecek. Aslında bu kusursuzluğu istemiyor da, çünkü dil ile gerçeklik birbirinin aynı olsaydı dünyanın sonu gelirdi, evren zaten kusursuz olduğundan ona kusursuzlaştırmak imkânsızlaşırdı. Bir yaradır edebiyat ve bu yaradan sözcüklerle şeyler arasındaki gerekli farklılık akar. Bütün kanımız o delikten akıp gidebilir. Başlangıçta nasıl yalnızsak, sonda da yalnızız, dünyanın derin gizil gücünden koparıp aldığımız mutlu anları anımsarız, mutluluğun tutsaklığını isteriz ille de ve kulak verdiğimiz bir tek ses vardır; o maskeli esrarın sesi, o gözle görülmeyen kalp atışı ki, sonunda kendini gösterdiğinde en korkunç gerçeği dillendirir, geriye dönüşü olmayan cezayı açıklar: Sen sevmeyi bilemedin. Sende sevme yeteneği yok. O korkunç kehanetin ne kadar doğru olduğunu itiraf etmek için anlatacağım bu öyküyü. Ben sevmeyi bilemedim. Bende sevme yeteneği yoktu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDiana - Yalnız Avlanan Tanrıça
- Sayfa Sayısı232
- YazarCarlos Fuentes
- ISBN9789750718472
- Boyutlar, Kapak12.5 x 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Parma Manastırı ~ Stendhal
Parma Manastırı
Stendhal
General Bonaparte, 15 Mayıs 1796’da Lodi Köprüsü’nü geçen o genç ordusunun başında Milano’ya girdi İskender’le, Sezar’a bunca yüzyıl sonra bir halef çıktığını dünyaya gösterdi....
- Benimle Kal ~ Lisa Kleypas
Benimle Kal
Lisa Kleypas
Kapı savrularak açıldı. Amelia gölgelerin değiştiğini, odanın içinde birinin varlığını hissetti. Korkuyla döndüğünde Cam Rohan’ın kapıda durduğunu gördü. Kalbi müthiş bir güçle atmaya başladı....
- Cumartesi ~ Ian McEwan
Cumartesi
Ian McEwan
“Cumartesi” Çağdaş İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından Ian McEwan, son romanı Cumartesi’de tek bir günde koca bir hayatı anlatırken dünyada olup bitenlerden kendimizi ne...