Çehov 1891 yılında Novoye Vremya gazetesinde tefrika edilen Düello’da, insan doğasının karmaşıklığını çarpıcı bir üslupla ortaya koyar. Tanıdığı bir zoologla dönemin popüler meselelerinden biri olan “en güçlünün ayakta kalması” üzerine tartışmaları epistemolojik ve etik çatışmalar ekseninde yapıtın temelini oluşturmuştur. Yazar insanın zaaflarına, başkalarını bağışlama ve kendini değiştirip geliştirme yetisine işaret ettiği bu öyküsüne mekân olarak Kafkasya’yı, Karadeniz kıyısındaki küçük bir kenti seçmiştir. Eğitimli Rus aristokrat Layevski, evli bir kadınla yaşamaktadır ve birlikte kaçıp geldikleri bu kentte devlet memuru olmuştur. Ancak zamanla kadından soğumuş, ilişkiyi sonlandırmanın yollarını aramaktadır. Layevski’nin sorumsuzluğu, fazla içki içmesi, hesabını bilmeden para harcaması ve kendisine bağımlı olan bir kadından kurtulmaya çalışması, sosyal Darwinci zoolog Von Koren’de tiksinti uyandırmaktadır. Olaylara sadece bilimin çerçevesinden bakabilen Von Koren’in gözünde Layevski gibiler insanlığa ve uygarlığa yönelik bir tehdittir ve dünya böyle insanlardan “arındırılırsa” çok daha yaşanılası bir yer haline gelecektir. İkili arasında giderek büyüyen, bir askeri doktorla bir diyakozun da dahil olup tanıklık ettikleri etik tartışma ve fikir savaşı, ansızın fiziksel şiddet içeren bir meydan okumaya evrilir.
ANTON PAVLOVİÇ ÇEHOV (1860-1904): Büyük Rus tiyatro yazarı ve modern öykünün en önemli ustalarından olan Çehov, Rus edebiyatında gerçekçilikten modernizme geçişi temsil eder. Taganrog’da dünyaya geldi. Lisede Yunan ve Latin klasiklerini temel alan bir eğitim gördü. 1879’da Moskova’ya giderek tıp fakültesine yazıldı ve 1884’te doktor oldu. Alacakaranlıkta adlı öykü
kitabıyla 1887’de Rus Akademisi tarafından verilen Puşkin Ödülü’nü kazandı. Yaklaşık bin sözcükten oluşan komik kısa öykü türünü başlı başına bir sanat haline getirdi. Önemli oyunları arasında Ayı (1888), Evlenme Teklifi (1889), Martı (1896), Vanya Dayı (1899), Üç Kız Kardeş (1900) ve Vişne Bahçesi (1903) sayılabilir.
I
Saat sabahın sekiziydi; subayların, memurların, kente gelen misafirlerin genelde sıcak, bunaltıcı bir geceden sonra denizde yüzüp köşkte çay kahve içmeye gittikleri vakitler. Yirmi sekizine dayanmış, siska, sarışın bir genç adam olan İvan Andreyiç Layevski de başında Maliye Bakanlığı kasketi ve ayağında terlikleriyle yüzmeye gelirken sahilde pek çok tanıdığıyla karşılaşmıştı; bunların arasında dostu, askeri doktor Samoylenko da vardı.
Samoylenko koca kafalı, saçları kazınmış, boyunsuz ve kıpkırmızı suratlı bir adamdı; dev burnu, kara gür kaşları ile yanaklardan fışkıran favorileri, ağarmış sakalı, tombul, sarkık bedeni, bir de boğuk, askerlere özgü bas sesiyle yeni gelen herkeste sevimsiz, kaba saba bir bürokrat izlenimi uyandırırdı; ama tanışmanın üstünden iki üç gün geçince, o aynı yüz, insana şaşırtıcı ölçüde mülayim, sevimli, hatta güzel görünmeye başlardı. Münasebetsizliğine, hoyrat üslubuna rağmen uyumlu, iyilikte sınır tanımayan, temiz yürekli ve yardımsever bir insan evladıydı. Kentte herkesle senlibenliydi; kimine borç para verir, kimine ilaç bulur, onu baş göz eder, bunu barıştırır; ızgara şişler yaptığı, son derece lezzetli kefal çorbaları pişirdiği piknikler düzenlerdi; her an birileri için didinip durur, birileri için ricacı olur, hep bir şeylerden mutluluk duyardı. Ahalinin geneli onu handiyse aziz mertebesinde görecekti görmesine de, adamın iki zaafı vardı: Birincisi, iyiliklerinden utanır ve bunu sert bakışlarla, yapmacık kabalıklarla maskelemeye çabalardı; ikincisi ise, yalnızca kamu müşaviri olmasına rağmen emrindeki sıhhiyecilerin ve askerlerin kendisine ekselansları diye hitap etmelerine bayılırdı.”
Sana bir soru Aleksandr Davidıç, -diye başladı Layevski, ikisi, yani o ve Samoylenko omuz hizasına kadar suya girmişken,diyelim bir kadına âşık oldun, hayatlarınızı birleştirdiniz; birlikte, diyelim, iki yıldan fazla zaman geçirdiniz, ama işte sonradan, olur ya, kadından soğudun, ona yabancılaştığını hissetmeye başladın. Ne yaparsın bu durumda?
Çok basit. Hadi anacığım hadi, herkes kendi yoluna derim, konu kapanır.
Söylemesi kolay! Ya gidebileceği yeri yoksa? Bir başına, kimsesiz, beş parasız bir kadınsa, elinden bir iş gelmiyorsa?
E n’olmuş? Tek seferde önüne takır takır beş yüz rubleyi saydım mı ya da her ay yirmi beş ruble verdim mi, bitti gitti. Çok basit.
Diyelim, beş yüz rubleyi de, aylık yirmi beş rubleyi de verecek durumun var, ama söz ettiğim kadın entelektüel, gururlu biri. Yine de ona para teklif etmeyi düşünür müydün? Ya da nasıl ederdin?
Samoylenko bir şey söyleyecek oldu ama o anda büyük bir dalga ikisini de yuttuğu gibi sahile vurdu, ardından küçük taşların üzerinden gürültüyle denize geri çekildi. Dostlar sahile çıkıp giyinmeye başladılar.
Tabii sevmediğin bir kadınla yaşamak zor iş, -dedi Samoylenko, çizmelerindeki kumları boşaltırken.Ama Vanya, işin insani tarafına bakmak lazım. Madem başıma gelmiş bir kere, kadına soğuduğumu belli etmem, ömrüm boyunca onunla yaşar giderim.
Birden söylediklerinden utandı; hemen toparlandı ve çıkıştı:
Gerçi, hiç işim olmaz karı kısmıyla! Alayının cehenneme kadar yolu var!
Dostlar giyindiler ve köşke geçtiler. Samoylenko burada el üstünde tutulurdu, kendisine özel sofra takımı bile vardı. Her sabah bir fincan kahvesi tepside gelir, yanında uzun kristal bardakta buzlu suyu ile bir kadeh konyağı da eksik olmazdı; önce konyağını kafaya diker, sonra sıcak kahvesini, ardından da buzlu suyunu içerdi; bu pek lezzetli olmalıydı ki içtikten sonra zevkten gözleri dolar, iki eliyle favorilerini düzeltirken denize bakarak şöyle derdi:
Görülmemiş muhteşemlikte bir manzara!
Uykusunun defalarca bölündüğü ve galiba her şeyi daha bir boğucu, daha bir kasvetli kılan vesveselerle geçmiş uzun bir geceden sonra Layevski kendisini bitkin ve uyuşuk hissediyordu. Yüzüp kahve içmek de pek yaramamıştı.
Sohbetimize devam edelim Aleksandr Davidıç, -dedi.Senden gizleyecek değilim, açıkça, dostça söyleyeyim: Nadejda Fedorovna’yla aramız kötü… çok kötü! Kusura bakma seni de mahremiyetime ortak ediyorum ama söylemesem olmazdı.
Konunun nereye geleceğini sezen Samoylenko başını eğip parmaklarını masanın üzerinde tıkırdatmaya başladı.
İki yıl yaşadım onunla ama soğudum artık… -diye devam etti Layevski,yani daha doğrusu, aslında aramızda aşk filan olmadığını anladım… Bütün o iki yıl bir yanılgıymış.
Layevski’nin konuşurken pembe avuçlarını dikkatle inceleme, tırnaklarını yeme ya da manşetlerinin kenarlarıyla oynama huyu vardı. Şimdi de öyle yapıyordu.
Bana yardım edemeyeceğini gayet iyi biliyorum, – dedi,ama sana anlatıyorum çünkü bizler gibi kayıp, fuzuli insanlar için konuşmaktan başka kurtuluş yok. Her davranışımı genelleştirmezsem, anlamsız ve saçma hayatıma birilerinin teorileriyle, edebiyattaki tiplerle açıklamalar, gerekçeler bulmazsam olmuyor; ne bileyim, diyelim, biz soylular giderek yozlaşıyoruz, gibi… Mesela, geçen gece kendimi şu düşünceyle avuttum durdum: Ah, Tolstoy ne kadar da haklıymış, kıyasıya haklıymış! Bu beni bir nebze rahatlattı. Gerçekten de kardeşim, çok büyük bir yazar o! Ne dersen de.
Ömründe Tolstoy okumamış olup her doğan gün okumaya yeniden karar veren Samoylenko biraz mahcup bir tavırla yanıtladı:
Evet, bütün yazarlar hayal güçleriyle yazarlar, o ise özüyle…
Tanrım, -diye iç çekti Layevski,nasıl da kolumuzu kanadımızı kırmış uygarlık bizim! Evli bir kadını sevdim; o da beni sevdi ve… Başta öpücükler, huzurlu geceler, yeminler, Spencer’lar,* idealler, ortak meraklar… Ne yalanmış! Aslında kocasından kaçıyorduk ama entelektüel dünyamızın kuraklığından kaçıyoruz diye kandırıyorduk kendimizi. Aşağı yukarı şöyle bir gelecek canlanıyordu gözümüzde: Önce Kafkaslar’a gidiyoruz, yöreye, insanlara alışırken, üzerime de üniformayı çekip memurluğa başlıyorum; derken, elimiz rahatlayınca küçük bir arsa alıyoruz, alınterimizle çalışıyoruz, üzüm bağı kuruyoruz, ekip biçiyoruz vesaire. Benim yerimde sen olsaydın ya da senin şu zoolog Von Koren olsaydı, belki de siz Nadejda Fedorovna’yla otuz yıl yaşar, çocuklarınıza bereketli bir bağ, şöyle bin hektar mısır tarlası filan bırakırdınız; bense daha ilk günden iflas etmiş gibi hissediyordum kendimi. Şehre gitsen katlanılmaz bir sıcak, sıkıcı mı sıkıcı, tenha; kırlara gitsen her çalının ardında, her taşın altında yılanlar, zehirli örümcekler, akrepler cirit atıyor; kırların ötesi dağ tepe, alabildiğine bozkır. Yabancı insanlar, yabancı doğa, acınası bir kültür: Bunlar kolay şeyler değil dostum, üzerine kürkü atmış Nevski’de* gezinirken kolunda Nadejda Fedorovna’yla sıcak memleketlere gitme hayalleri kurmaya benzemiyormuş. Burada geçim derdi yok, bir ölüm kalım savaşı var; e neyim ben savaşçı mı? Zavallı bir nevrotik, bir muhallebi çocuğu… Emeğiyle yaşamakmış, üzüm bağlarıymış, canı cehenneme dedim daha ilk günden. Aşka gelince, sana şu kadarını söyleyeyim, Spencer okuyan ve seninle dünyanın öbür ucuna gelecek bir kadınla yaşamak hiç de ilginç değilmiş, herhangi bir Anfisa’yla, bir Akulina’yla yaşamaktan farkı yokmuş. Yine aynı ütü, pudra, aynı ilaç kokusu, her sabah aynı bigudiler, aynı kendini kandırışlar…
Ütüsüz ev olmaz ki, -dedi Samoylenko, tanıdığı bir kadın hakkında Layevski’nin kendisiyle bu kadar açık konuşmasından kıpkırmızı kesilmişti.— Vanya, bakıyorum da, sen bugün ters tarafından kalkmışsın. Nadejda Fedorovna çok güzel, eğitimli bir kadın, sense çok parlak zekâlı bir insansın… Tamam, nikâhlı değilsiniz, -diye devam etti Samoylenko yan gözle komşu masaları kollayarak,— ama bu da sizin kabahatiniz değil, hem zaten… önyargısız olmalı, çağdaş fikirler mertebesinden bakabilmeliyiz. Ben de nikâhsız yaşamayı desteklerim, evet… Ama bence bir kere beraber olduktan sonra, artık ölene kadar birlikte yaşamalı.
Aşk olmasa da mı?
Hemen şöyle açıklayayım, -dedi Samoylenko.Sekiz yıl önce burada bir ihtiyar memurumuz vardı, çok parlak zekâlı biriydi. Hep derdi: Aile hayatında en önemlisi dayanabilmektir. Duyuyor musun Vanya? Aşk değil, dayanmak. Aşk uzun ömürlü olamaz. İki yıl aşkla yaşamışsın ama şimdi, besbelli ki aile hayatın, artık dengeleri korumak için, nasıl diyeyim, bütün dayanma gücünü katman gereken döneme girmiş…
Sen şu ihtiyar memuruna epey inanmışsın ama bence tavsiyesi saçmalık. Senin o ihtiyar riyakârlık edebiliyormuş; dayanıklılık talimleri yapabiliyor, böylece âşık olmadığı insana bir nesne gibi, talimleri için gereken bir alet gibi bakabiliyormuş, ama ben henüz o kadar düşmedim; bir gün dayanıklılık talimleri yapmak istersem gider kendime jimnastik ağırlıkları ya da yabani, huysuz bir at bulurum ama karşımdaki insanı rahat bırakırım.
Samoylenko buzlu bir beyaz şarap söyledi. Kadehlerini bitirdiklerinde Layevski aniden sordu:
-Peki söyler misin lütfen, beyin yumuşaması ne demektir?
-Sana nasıl açıklayayım… bir hastalık işte, beyin yumuşuyor… seyreliyor gibi.
Tedavisi var mı?
Evet, eğer ihmal edilmezse. Soğuk duşlar, kuduzböceği… Tabii bir şeyler de içmen gerek.
— İşte… İşte görüyor musun, neyle karşı karşıyayım. O kadınla yaşamam mümkün değil: Benim gücümü kuvvetimi aşıyor. Burada seninleyken felsefe yapabiliyorum, yüzüm gülüyor ama eve gidince büsbütün moralim çöküyor. Öyle korkunç bir durumda oluyorum ki, diyelim, biri kalkıp onunla yalnızca bir ay daha yaşamak zorunda olduğumu söylese, oracıkta kafama bir kurşun sıkacakmışım gibi. Ama ondan ayrılamıyorum da. Kadın yalnız başına, iş güç bilmez, bende de onda da metelik yok… Nerelere gider? Kimlerin kapısını çalar? Bir şey de gelmiyor insanın aklına… Söylesene ne yapmalı?
Himm, evet… -diye homurdandı Samoylenko, ne yanıt vereceğini bilemiyordu.– Peki o seni seviyor mu?
Evet, o yaşta, o mizaçta bir genç kızın bir erkeğe ne kadar ihtiyacı varsa o kadar seviyor. Onun benden ayrılmasıda pudralarından, bigudilerinden ayrılması kadar zor. Ben onun için boudoir’ının vazgeçilmez parçalarından biriyim. Samoylenko huzursuz olmuştu.
-Sen bugün gününde değilsin Vanya, -dedi.Herhalde uyuyamadın.
Hem de hiç uyuyamadım… Zaten dostum, kendimi genel olarak berbat hissediyorum. Kafam bomboş, kalbim sanki atmıyor, öyle bir bezginlik… Kaçıp gitmem lazım!
Nereye?
Oraya, kuzeye. Çam ağaçlarının, mantarların, insanların, fikirlerin arasına… Şu anda Moskova vilayetinin ya da Tula’nın bir yerinde olup ırmakta yüzmek, soğuktan şöyle tir tir titremek, bilirsin ya, sonra üç saat, yanında öğrencilerin en kötüsü de olsa, avare avare yürüyüş yapıp çene çalmak için ömrümün yarısını feda ederdim. Hele o saman kokusu! Hatırlar mısın? Akşamları bahçede gezinirken evden piyano sesleri gelir usuldan, o sırada bir trenin geçtiğini işitirsin…
Layevski mutluluktan gülümsüyordu; gözleri doldu, bunu saklamak için yerinden kalkmadan kibrit istemek için yan masaya uzandı.
Ben on sekiz yıldır Rusya’ya gitmedim, -dedi Samoylenko.Nasıl olduğunu unuttum bile. Bence Kafkasya’dan muhteşem bir diyar yok.
Vereşçagin’in bir tablosu vardır: Ölüm mahkûmları kör bir kuyunun dibinde çile çekmektedirler. Senin şu muhteşem Kafkaslar’ın da bana işte öyle bir kuyu gibi geliyor. Bana deselerdi ki, seçimini yap: Ya Petersburg’da baca temizleyicisi olacaksın ya da buraların prensi, baca temizlemeyi seçerdim.
Layevski düşüncelere dalıp gitti. Onun bu iki büklüm bedenine, tek noktaya sabitlenmiş gözlerine, solgun ve terli yüzüne, çukurlaşmış şakaklarına, kemirilmiş tırnaklarına, topukları ezilmiş, çorabının kusurlu örgüsünü açığa vuran terliklerine bakarken Samoylenko’yu bir acıma duygusu sardı, belki de Layevski’nin ona çaresiz bir çocuğu andırmasındandı bu. Sordu:
Annen hayatta mı?
Evet, ama aramız kötü. Bu ilişki yüzünden beni affedemedi.
Samoylenko dostunu severdi. Layevski’yi birlikte kadeh tokuşturabileceğin, şakalaşabileceğin, şöyle içten sohbetler edebileceğin iyi bir genç, bir öğrenci, cana yakın bir insan olarak görürdü. Oysa şimdi onda fark ettikleri ise hiç hoşuna gitmemişti. Layevski fazlaca ve vakitsiz içiyor, kâğıt oynuyor, işini küçümsüyor, hesabını bilmeden harcıyor, konuşurken sık sık uygunsuz ifadeler kullanıyor, sokakta terliklerle geziyor ve yabancıların yanında Nadejda Fedorovna’yla tartışıyordu; Samoylenko bunları yadırgamıştı. Oysa Layevski’nin bir zamanlar filoloji fakültesinde okumuş olmasını, iki kalın dergiye aboneliğini, genelde ancak pek az insanın anlayabileceği kadar zekice konuşmasını, entelektüel bir kadınla yaşamasını Samoylenko pek akıl erdiremese de takdir eder; Layevski’yi kendisinden üstün tutup ona saygı beslerdi.
Bir ayrıntı daha, -dedi Layevski, başını birden kaldırıp.Ama aramızda kalacak. Şimdilik Nadejda Fedorovna’dan bile saklıyorum, onun yanında ağzından kaçırayım deme… Evvelki gün bir mektup aldım, kocası beyin yumuşamasından ölmüş.
Mekânı göklerin krallığı olsun… -diye iç geçirdi Samoylenko.E neden ondan gizliyorsun bunu?
Ona mektubu göstermek demek, haydi dosdoğru kiliseye, evleniyoruz, demek olur. Oysa önce oturup ilişkimizi açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Hayatımızı birlikte sürdüremeyeceğimize ikna olduğunda mektubu ona da göstereceğim. Tehlike savuşmuş olur böylece.
Biliyor musun Vanya? -dedi Samoylenko ve yüzü birden sanki çok nazik bir ricada bulunacakmış da reddedileceğinden korkuyormuş gibi mahzun, ağlamaklı bir ifadeye büründü.Evlen onunla canım benim, olmaz mı?
Niye?
O şahane kadına karşı vecibeni yerine getir. Kocası ölmüş, yüce Yaradan sana gösteriyor zaten ne yapman gerektiğini!
Anlasana be kafasız adam, böyle bir şey söz konusu bile olamaz. Aşk olmadan evlenmek Tanrı’ya inanmadan millete vaazlar vermek kadar büyük bir utanmazlık ve şerefsizliktir.
Ama buna yükümlüsün!
Nereden yükümlüymüşüm? -diye sordu öfkeyle Layevski.
Çünkü kadını kocasından koparmışsın, kendi sorumluluğuna almışsın.
İyi de, seninle Rusça konuşuyorum: Sevmiyorum onu! Tamam, aşk olmasın da, biraz saygı göstersen, gönlünü okşasan…
-Saygı göstersen, gönlünü okşasan… -dedi Layevski, arkadaşının taklidini yaparak.Tabii o da sanki başrahibe… Bir kadınla yaşarken yalnızca saygıyla, gönül okşamalarla idare edebileceğini sanıyorsan berbat bir psikolog ve fizyologsun demektir. Kadına her şeyden önce yatak odası lazımdır.
Vanya, Vanya… -mahcup olmuştu Samoylenko. Sen ihtiyar bir çocuksun, teorisyensin, bense genç bir ihtiyarım, aklım pratiğe çalışır; seninle birbirimizi anlamamız mümkün değil. İyisi mi keselim bu sohbeti. Mustafa! -diye bağırdı Layevski garsona.Nedir borcumuz?
Hayır, hayır… -doktor telaşla Layevski’nin elini tuttu.Bu benden olsun. Ismarlayan bendim zaten. Benim hesabıma yazın! -diye bağırdı Mustafa’ya.
Dostlar masadan kalkıp tek söz etmeden sahilde yürümeye koyuldular. Bulvarın girişinde durdular, vedalaşmak üzere tokalaşıyorlardı ki:
— Pek de nankörmüşsünüz beyefendi! -dedi Samoylenko iç geçirerek.Talih sana genç, güzel, eğitimli bir kadın göndermiş, sense elinin tersiyle itiyorsun onu; Tanrı bana eciş bücüş de olsa şöyle şefkatli, munis bir ihtiyar hanım verseydi ne kadar da mutlu olurdum! Üzüm bağımda onunla yaşayıp giderdim ve…
Samoylenko birden ayıldı:
O da orada bana semaver hazırlardı, koca cadaloz!
Layevski’den ayrıldıktan sonra bulvarda yürümeye koyuldu. Yüzünde ciddi bir ifade, üzerinde kar beyazı ordu ceketi, ayağında kusursuzca parlatılmış çizmeleri, kurdeleli Vladimir nişanıyla dikkat çeken göğsünü gere gere, ağır, heybetli bir tavırla bulvarda yürürken kendisini çok beğeniyor, bütün dünya kendisini hayranlıkla izliyormuş gibi geliyordu. Başını çevirmeden sağa sola göz gezdirdi, bulvarın son derece güzel düzenlenmiş olduğunu düşündü: Genç serviler, okaliptüsler, biçimsiz, cılız palmiyeler, hepsi de harikaydı ve zamanla geniş bir gölgelik oluşturacaklardı; hem, Çerkezler de ne kadar dürüst, konuksever bir halktı. “Şu Layevski’nin Kafkaslar’ı sevmemesi tuhaf,” diye düşündü, “çok tuhaf.” Tüfekli beş askerle karşılaşınca, askerler durup onu selamladılar. Bulvarın sağ yanında, kaldırımdan bir memurun karısı ve okul çağındaki oğlu geçiyordu.
Marya Konstantinovna, günaydınlar! -diye seslendi kadına Samoylenko, nazik bir gülümsemeyle.Yüzmeye mi? Hah hah hah… Nikodim Aleksandriç’a hürmetler!
Yüzündeki nazik gülümsemeyi hiç bozmadan yürüyüşüne devam ediyordu ki karşıdan bir sıhhiyecinin geldiğini gördü; birden somurttu ve adamı durdurup sordu:
Revirde kimse var mı?
Kimse yok ekselansları.
Yok demek!
Kimse yok ekselansları.
-Peki, gidebilirsin…
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Modern Klasikler Dizisi Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDüello
- Sayfa Sayısı128
- YazarAnton Çehov
- ÇevirmenBarış Zeren
- ISBN9786254292293
- Boyutlar, Kapak12.5 x 20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Arsen Lüpen – Sekiz Yüz On Üç ~ Maurice Leblanc
Arsen Lüpen – Sekiz Yüz On Üç
Maurice Leblanc
Paris’te esrarengiz bir adamın peşine düşen “Pırlanta Kralı” Rudolf Kesselbach, bir sabah otel odasında ölü bulunur. Cesedin üzerinde Arsen Lüpen’in kartviziti vardır.
- Kupa Kraliçesi ~ Akira Mizubayashi
Kupa Kraliçesi
Akira Mizubayashi
1939 yılı. Paris Konservatuarı’nda öğrenci olan Jun, Çin-Japon Savaşı patlak verince Japonya’ya dönmek zorunda kalır. Sadece Fransa’yı değil, “Kupa Kraliçesi” dediği büyük aşkı Anna’yı...
- Savaşçının Laneti ~ Jennifer A. Nielsen
Savaşçının Laneti
Jennifer A. Nielsen
Kızıl Taht’ın Peşindeki Herkes Lanetlenir Simon, Halderianların yeni kralı olarak dört bir yandan kuşatılmıştı. Uygun bir evlilik yapması, Antora’ya hükmetmesi ve bu uğurda herkesi...