Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Dünya Döner Renkler Kalır
Dünya Döner Renkler Kalır

Dünya Döner Renkler Kalır

Belgin Bıyıkoğlu

Düşlerini ve renklerini kaybetmeyenlere… İnsanın düşlerini yitirmesinin kederi hiçbir şeye benzemez. Çanakkale’ye köprü yapılacağı söylentisiyle birlikte arsa simsarları ortalıkta fink atmaya başlayıp da orada…

Düşlerini ve renklerini kaybetmeyenlere…

İnsanın düşlerini yitirmesinin kederi hiçbir şeye benzemez.

Çanakkale’ye köprü yapılacağı söylentisiyle birlikte arsa simsarları ortalıkta fink atmaya başlayıp da orada yaşayanların bile varlığından haberdar olmadığı büyük dedelerden ve ninelerden kalan araziler ortaya çıkmaya başladığında bir ailenin de kaderi yeniden yazılacaktır…
Dünya Döner Renkler Kalır, aileyi, dostluğu, insanlığı, aşkı sorgularken, bir yandan bir avuç insanın doğanın katline karşı verdiği mücadelenin, bir yandan da geçmişten gelen acılar ve sırlarla nasıl baş etmeye çalıştıklarının hikâyesidir.
***
“Herkes değişir, her şey değişir, geriye renkler kalır.
Aşkın her girdiği ruhta farklı bir şekle büründüğünü anlarsın artık.
Kendinden kaçmak isterken yolunu kaybedersin sonunda.
Her şey ama her şey değişir, geriye sadece renkler kalır.
Bu renkler bazen yıllardan beri çiçek açmaya devam eden bir sümbül ya da lale, bazen atadan kalan toprağın üzerindeki ağaçlar, bazen eksik kalmış bir aşk, bazen tutku, bazen sevgidir. Dünya döner renkler kalır. Her rengin kendine özgü bir anlamı vardır. Önemli olan bizden geriye hangi rengin kalacağıdır…”

21 Kasım 2015 Cumartesi

Renkler ormanında kaybolmuşlarla kimsesiz gri bulutlara

Cahide, kafasının içindeki o tuhaf uğultuyla gözlerini araladığında, hayatının artık eskisi gibi olmayacağını sezmişti. Karanlık, dar bir tünelin içinde geçen zorlu bir yolculuktan dönmüş kadar yorgundu. Sağ tarafından destek alarak kalkmak istedi, kolunu kımıldatamadı, sonra gövdesine kuvvet verip arkasına yaslandı, öbür eliyle hâlâ hissiz olan kolunu kaldırıp karnına koyup, aklına gelen kötü ihtimallerin gölgesinde yavaşça kolunu ovalamaya başladı. Neden sonra, kolundaki uyuşuklukla birlikte duyduğu korku da azalmaya başladığında, gece gördüğü o tuhaf rüyayı anımsadı. Mor renkli kayaların karşılıklı sıralandığı ıssız bir vadide, kan ter içinde koşarken, birden önünde, kocaman, el büyüklüğünde, siyah üzerine kırmızı çizgiler olan kelebekler uçmaya başlamış, büyülenmiş gibi o güzel kelebeklerin peşine takılmıştı, sonra kelebekler geldikleri gibi aniden ortalıktan kayboluvermişlerdi. Nereye gittiklerini anlamaya çalışırken bir uçurumun kenarında olduğunu görmüştü, hem de dibinde yüzlerce, binlerce ölü kelebeğin olduğu bir uçurumun…

Gerisingeri dönüp koşmaya başlamış, koştukça aynı yere gelmiş, uçurumun kenarından uzaklaşamamıştı bir türlü, içine yerleşen usanç ve korkuyla şaşkın bakınırken; önce, gökyüzü toprak rengini almış, ardından da korkunç bir gürültüyle yer altından kaymaya başlamıştı, kayalar üstüne doğru gelirken kaçamamış olduğu yerde sıkışıp kalmış, canı yanmaya, kalbi hızlı hızlı atmaya başlamış, oracıkta; kafatası parçalanarak, kanlar içinde, kimsecikler görmeden ölüp kalacağını düşünmüştü. Sessiz yardım çığlıkları atmış, sonra ipil ipil yaşlar dökülmeye başlamıştı gözlerinden. Ağladıkça, rüzgârla dağılan saçları, toprak parçacıklarıyla birlikte yüzüne yapışıp kalmış, etrafını iyice göremez olmuştu.

Tam her şey bitti, bu kadarmış diye düşünürken; gözlerinin önünde Derin’in yüzü belirivermişti; berrak mavi gözleri, minik burnu, sivri çenesi, bebekliği, ilk yürüyüşü, anne deyişi… Kızının kokusu içine dolarken, nemlenen burnuna dokununca ellerini oynatabildiğini fark etmişti. İçi ferahlayarak saçlarını gözlerinin önünden çektiğinde, kayaların eski yerlerinde olduğunu görmüştü; ne ortalığı toz dumana katan deli rüzgâr kalmıştı ne de o korkunç sesler, nazlı beyaz bulutların gezindiği gökyüzünde huzurlu bir mavilik kalmıştı geride. Kalbinin atışı normale dönerken içindeki korku kaybolmuş, uçurumun olduğu yerde zümrüt yeşili bir çayırlığın uzandığını görmüştü.

Sisler içinden saçlarını ve yüzünü bordo renkli tülle örtmüş bir kadın, elinde kehribar renkli bir utla çıkagelmiş, hemen önündeki mor, büyük taşın üzerine oturup şimdiye kadar hiç duymadığı içli bir şarkıyı çalıp söylemeye başlamıştı. Sonra kadının yanı başında, lacivert pantolonlu, uzun boylu bir adamla, adamın dizlerine sarılmış bir çocuk belirmişti. Dört beş yaşlarında; saçları kısa, gelişigüzel kesilmiş, esmer ince yüzlü, gözbebeklerine hüzün işlemiş zayıf bir kız çocuğu. Ayhan Işık bıyıklı, kavruk yüzlü adam, çocuğa anlayamadığı bir şeyler söylemişti. Tok, yumuşak ses, mahcup bakışlar boşlukta kaybolup giderken, gümüşi işlemelerle bezenmiş bordo elbiseli kadın, udu kayanın üzerine bırakıp ona doğru yürüyüp saçları ve yüzünü örten örtüyü çıkartıp atıvermişti. Uzun boylu, geniş omuzlu, sarı saçlıydı, ince belinde kalın, göz alıcı, gümüş bir kemer vardı. Gülümsüyor, gülümsedikçe sağ yanağındaki gamzesinden yavaş yavaş bir gül goncası çıkıyordu.

Kadın, ona doğru birkaç adım atıp tam da alnına dokunuverecekken arkasını dönüp tuhaf sözcükler mırıldanarak sisler arasında görünmez oluvermişti. Rüyanın ayrıntılarına dalınca başındaki uğultu azalmıştı sanki. Yeşil gözlerinde lacivert menevişler oynaşan kadın ne demek istemişti acaba? Derin bir nefes alıp arkasına yaslandı, gizemli kadının fısıldadığı sözcükleri hatırlatacakmış gibi tavandan sallanan turkuvaz kürecikten yayılan ışıltıların seyrine daldı. Otuzlu yaşlarının başında olmalıydı, daha fazla değil; teni berrak, pürüzsüz, sesi duygusunu yitirmemişti henüz. Ağlamış gibiydi ama, hatta çok ağlamış gibi… “Kimsesiz gri bulutların uğradığı terk edilmiş bir kıtayım ben” diyordu galiba rüyanın bir yerinde.

Çok tuhaf, bilinçaltı mı söyletmişti acaba, o kadar yalnız mıydı gerçekte? Değildi, olamazdı… Sonra bir de adamın pantolonundan yayılan tütün kokusu vardı burnuna hoş gelen, niye sigara değil de tütün? Babasının sigara içtiğini sanıyordu… Küçükken, çok yaşlı bir adamın bahçedeki kuyunun hemen yanındaki sedirin üstüne oturup tütün sardığını görmüştü. Babaannesiyle konuşuyorlardı. O zaman da hoşuna gitmişti burnuna gelen koku.

Adam da seviyor olmalıydı ki ince kâğıda sarmadan önce torbadan çıkarıp koklamıştı uzun uzun. Farkında olmadan ellerini burnuna götürdü, leş gibi sigara kokuyordu, üzerinden yayılan ekşi ter kokusuyla birleşince midesi bulandı. İnce triko kazağını yokladı, boynu, göğüs kısmı sucuk gibi olmuştu, bir an evvel üstünü değişmesi gerekiyordu yoksa hasta olması işten bile değildi ama yukarıya çıkacak mecali yoktu. Sağ ayağıyla battaniyeyi itekleyip bacaklarını kanepeden aşağıya sarkıtıp dikildi. Başı dönüp midesi bulanınca kanepeye oturdu, biraz bekleyip yan taraftaki ferforje sehpaya tutunup yavaşça ayağa kalktı tekrar. Başındaki ağırlık giderek artıyordu, sanki bir mengene sıkıştırdıkça sıkıştırıyordu.

Aklı hâlâ gördüğü o tuhaf rüyada, “Hemen bir şey atıştırıp bir ağrıkesici almalıyım” diye mırıldandı. İki adım atıp duraladı, şaşkın gözlerle etrafı taradıktan sonra yorgun bir feryat çıktı dudaklarından. “Ne olmuş buraya! Tüh Allah kahretsin beni! Ben mi dağıttım buraları?” Parçalanıp yerlere atılmış fotoğraflara, her biri ayrı köşeye savrulmuş kitaplara, sehpanın üzerindeki yan yatmış boş bira kutusuna, ayaklarının dibindeki şarap şişesine, koltuğun kolçağında her nasılsa dökülmeden kalabilmiş yarıya kadar şarap dolu kristal kadehe tiksintiyle bakıp, hemen önündeki devetüyü rengi berjer koltuğa çöktü. Yer yerinden oynamıştı sanki. Böylesi bir dağınıklığa uyandığı başka bir sabah hatırlamıyordu.

Ne kadar yorgun ne kadar uykusuz olursa olsun, Dilber geldiğinde evi dağınık bulmasın diye toplamadan yatamazken… “Her şeyin bir ilki varmış demek ki, pek tertipli, pek akıllı Cahide Hanım sen de dağıtabiliyormuşsun bunu da gördük işte!” diye sinirli sinirli söylendi, gülmeye çalıştı, başının sağ tarafında beliren korkunç sızıyla gülümsemesi ağzının kenarında donup kaldı. Sivri uçlu bir bıçak batıp çıkıyordu sanki. Bir gayret ayağa kalktı, sendeleyerek tezgâha doğru birkaç adım atıp sol eliyle buzdolabına tutundu. Ne zaman uyumuştu, niye yatak odasında değil de salondaydı? Çekmeceden bir buzdolabı poşeti çıkartıp koparttığı kâğıt havlu parçasıyla ağzına kadar dolmuş kül tablasını boşalttı önce, sonra da salonun veranda tarafındaki kapısını açtı. Taze toprak kokusuna karışan çürümüş yaprakların her zaman o çok sevdiği rayihası serin havayla birleşince midesinin bulantısı artıp başı iyice zonklamaya başladı. Kapıyı aralık bırakıp ocağa doğru yöneldi.

Çaydanlığa su doldurdu, demliğe iki poşet atıp ocağı yakmak istedi, çakmağı birkaç kez ateşledi, yanmayınca doğalgazın vanasının kapalı olabileceğini akıl etti. Vanayı açıp biraz bekledikten sonra tekrar denedi. Dolabın alt çekmecesinden ilaçların olduğu kutuyu çıkardı, ağrıkesiciyi arayıp buldu, tezgâhın üzerine bıraktı. Canı hiçbir şey yemek istemese de bir dilim ekmeğin arasına ince bir parça kaşarpeyniri yerleştirip arada çayından içerek küçük ısırıklarla yemeye başladı. Ne kadar minik ısırırsa ısırsın ağzını her açışta başına bıçak saplanmasını engelleyemiyor, irkiliyor, duruyor, sonra yeniden yemeye devam ediyordu. Sonunda ekmeği bitince bir bardak suyla iki tableti birden ağzına atıp kanepeye uzandı. Tül perdeden geçerek içeriye dolan sızan ışık başının ağrısını dayanılmaz kılınca, battaniyeyi kucağına alıp küçük odaya geçti, panjuru ve kapıyı kapatıp kendini yatağa bıraktı. Dakikalarca bir o yana bir bu yana dönüp durduktan sonra bir yastık kafasının altında bir yastık yüzünün üstünde, battaniyeyi de göğsünün arasına yerleştirip sağ yanına döndü, hareketsiz beklemeye başladı.

Mavi bir rüyanın izinde

Gözlerini açmak istiyor ama gözkapaklarının üzerindeki tuhaf soğuk ağırlık buna izin vermiyor, parmaklarıyla yokluyor gözlerini, ellerine buz parçaları geliyor, almak isterken buzlar elinden kayıp kazağının içine doluyor. Soğuk, tüm hücrelerine işlerken, ürpererek yavaşça gözlerini açıyor, çok uzakta sisler içinden sarı bir ışık yaklaşıyor, iyice yakınına geldiğinde gözleri kamaşıyor, “Şimdi yeniden başım ağrıyacak” diye düşünse de ışığa bakmaktan kendini alıkoyamıyor.

Buz mavisi bir araba tam önünde duruyor. İçinden kucağındaki kundağa sıkı sıkı sarılmış bir adam iniyor. Adamın gözleri yok, yüzünde iki karanlık çukur var sadece. Beyaz üzerine mavi renkli minik çiçekler işlenmiş kundağı tutan, tam karşısındaki adam çok tanıdık… Kundağın içinden sarı saçlı, pembe yanaklı bir bebek kafasını çıkarıp etrafa gülücükler atmaya başlıyor, şaşkınlıkla çocuğun yüzüne bakıyor aynı mavi gözler… Geriye doğru koşup bağırmaya başlıyor. “Hasan’ın gözleri burada! Hasan’ın gözleri kaybolmamış! Kocamın gözleri burada!” Kendi sesine uyandığında başının ağrısı oldukça azalmış, her yanını tuhaf bir uyuşukluk kaplamıştı. İçi boşalmış gibiydi, aç susuz geçen, uzun bir yolculuk sonrasının sersemliği vardı üzerinde. Çok eski zamanların, o ayak, kusmuk, benzin kokan, bütün hücrelerini yerinden oynatacak kadar sarsıntılı yolculuklarından birinden dönmüştü sanki… Göğsünden, kazağın ıslaklığını alsın diye tıkıştırdığı kâğıt peçeteleri çıkardı önce, sonra pencerenin panjurunu açtı, birden dolan gün ışığı gözlerini kamaştırdı, saatine baktı ikiye geliyordu. Cep telefonunu arandı gözleriyle, etajerin üstünde yoktu salonda bırakmıştı demek. Aslında bugün ne kimseyi aramak istiyordu ne de kimse tarafından aranmak.

Tek istediği battaniyenin altına girip yatmaktı, belki eski Türk filmlerinden birini seyrederdi, şu eski masum günleri anımsatan herhangi bir film. Midesi kazınmaya başlayınca; canı sütle karışan hamurun o huzur veren lezzetini çekti. Yıllardır yaptığı yoktu, şimdi nereden aklına gelmişti ki? Kasabadaki evde kışın maşıngada, yazın ocakta yakılan odun ateşinde pişerdi yemekler, o zaman da is kokusu sinerdi yemeklere, çoğu yemeği o yüzden yiyemezdi ama sütlü ovmaç çorbasına yakışırdı o koku. Kafasındaki düşünceleri kovalamak ister gibi başını salladı birkaç kez. Çocukluğunu, o çabucak geçip gitsin istediği çocukluğunu özlemişti galiba. Babaannesi, okulu, koşup oynadığı küçük bahçe dışında özlenecek bir şey yoktu oysa. Ağır ağır tırabzanlara tutunarak yukarıya çıkıp yatak odasındaki dolaptan eline ilk geçen kazağı üzerine geçiriverdi.

Banyoya girdi, musluğu açıp birkaç kez su vurdu yüzüne, soğuk suyun tenini canlandırmasını bekledi biraz, sonra banyo dolabından rasgele bir havlu seçti, tam yüzünü kurulayacakken gözleri aynaya takıldı. Sararmış bir yüz, kanlı, çukuruna kaçmış gözler, dudaklarının kenarlarından aşağıya doğru inen derin çizgi, sarkan gıdısı… İrkildi.

Yeni ameliyat ettirdiği burnu dışında, her yeri çökmüştü sanki. Arkadaşlarıyla dalga geçerken onun da yüzünü gerdirme zamanı gelmiş miydi acaba? Yok canım! Daha neler, daha dün gayet iyi görünürken, bir anda on yaş alacak hali yoktu ya, gece ne zaman uyuduğu belli değildi, bir de çok ağlamış olmalıydı… Hiç içinden gelmese de her gün yaptığı gibi aynada kendine gülümsemeye çalıştı başaramadı, karşısındaki kederli, küskün, çökmüş yüzlü kadına boş gözlerle bakakaldı. Merdivenlerden inerken gördüğü dağınıklık ruhunu iyice karartsa da doğruca kiler dolabına yönelip süt aramaya koyuldu.

Gelirken ekmek, kaşar, domates, salatalık, sivribiber dışında bir şey almamıştı, yine de bir umut diyerek erzak dolabının kapağını açtığında alt rafta minik bir kutu süt gözüne çarpıverdi, tarihi de geçmemişti, sevindi. Biraz da su kattı mı işini görürdü. Dilber temizlik için geldiğinde almış olmalıydı. Alt raftan un kavanozunu alıp tezgâhın üstüne koydu. Babaannesinden gördüğü gibi önce unu bir kâseye koyup bir çimdik tuz attı, sonra üzerine su serpiştirip yavaş yavaş unla suyu karıştırıp parmaklarıyla ovalamaya başladı. Kolay bir çorbaydı ama yine de ustalık istiyordu, iyi yapılmazsa hamur insanın midesine otururdu.

Babaannesi o mis kokulu, beyaz tenli, boncuk gözlü şahane kadın… Özlemişti; çok uzun süredir aklına gelmiyordu oysa. Nemlenen gözlerini eliyle sildi. Telaşlı, sevecen, tombul haliyle gözlerinin önündeydi şimdi. Hiç yan gelip yatarken görmemişti onu, öyle koştururken gidivermişti zaten. Derin bir iç çekti, şu an burada olsaydı, dizlerine yatıp güzel sesiyle anlattığı hepsi birbirinden ilginç masallardan birini dinleseydi; hiç bilmediği, görmediği, bülbül seslerinin coştuğu gül bahçelerinde gezinip, serin ormanlarda tilkilerle yarışsaydı.

Padişahın çok kıymetli küçük kızı olup dağ başlarındaki pınarlardan soğuk sular içseydi. Babaannesiyle birlikte masalın kendisi olsalardı yine. Herkes gibi o da onu terk edip gitmişti. Boğazındaki yumru büyürken gözlerine yaşlar hücum etti. Sıcak çorba iyi gelmiş, güzel bir film bulamasa da kanallar arasında amaçsızca gezinmek kafasını biraz da olsa dağıtmıştı. Masanın ucunda düştü düşecek duran cep telefonuna uzandı. Bir sürü cevapsız arama görünüyordu. Fikret Abi’si üç kez aramıştı, kızı iki kere, Feride üç, bilmediği bir numara tam dört kez. Şarjı bitmek üzereydi, çantasını arandı, masanın altındaydı, her yanı tutulmuştu, zorlukla eğilip aldı, içinden şarj aletini çıkartıp mutfak bankosunun üstündeki prizlerden birine taktı. Gözleriyle etrafı taradı, acı bir gülümseme yerleşti dudaklarına, kesip yerlere attığı fotoğrafları toplamak yerine kanepeye uzanıp battaniyeyi boğazına kadar çekip önce kimi araması gerektiğini düşünmeye başladı.

Abisini mi, Feride’yi mi yoksa Derin’i mi, önce hangisini aramalıydı? Aslında, aklı Derin’de kalmıştı. Dün akşam arayıp bulamayınca merak etmiş olmalıydı. Yok, canım o niye merak etsindi ki? Merak etmek sadece zavallı annelere özgüydü, çocuklar merak eder miydi hiç? Telefonun yanına gitti, şarjdan çıkarmadan aramalardan kızımı seçip üstüne bastı bekledi, yine meşgul veriyordu. Ne zaman arasa ya meşgul olurdu ya da ulaşılmaz. Önce meraklanır, sonra endişelenir, sonra da kızmaya başlardı. Sıralama yine şaşmadı; kendi kendine söylenmeye başladı. “Dönmek istiyorlarmış, her şeye karşın oralara ait hissetmiyorlarmış kendilerini, bak hele sen! Çekip giderken hiç de öyle konuşmuyordu, çok özlemişlermiş, iyi hoş da beni mi özlemiş? Özlemez o, bilirim özlese de söylemez zaten. Bir an kafasını kaldırdı, verandaya çıkan kapıya sıkışan perdeyi gördü, düzeltmeye giderken söylenmeye devam etti.

Burada bir hayat kurmak istiyorlarmış, artık kurumsal bir şirkette çalışmak istemiyorlarmış, araştırmışlar, organik tarım yapabilirlermiş, en az on dönüm arazi almaları ya da kiralamaları gerekiyormuş, ayarlarmışım. Ha bir de söylemeyi unutmuşmuş, artık herkes rahat edebilirmiş, Berk’le Roma’da evlenmişlermiş, minik bir sürprizi daha varmış ama onu da geldiğinde söylermiş. Dudaklarına alaycı bir gülüş kondu, sürpriz neydi acaba? Sevinsin mi üzülsün mü bilemiyordu, gelmek istemesine tabii ki çok sevinmişti ama böyle habersiz evlilik olmuş muydu?…

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Edebiyat
  • Kitap AdıDünya Döner Renkler Kalır
  • Sayfa Sayısı496
  • YazarBelgin Bıyıkoğlu
  • ISBN9786254414190
  • Boyutlar, Kapak13,5*19,5, Karton Kapak
  • YayıneviDestek Yayınları / 2021

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Zaman Geçer Sesler Kalır ~ Belgin BıyıkoğluZaman Geçer Sesler Kalır

    Zaman Geçer Sesler Kalır

    Belgin Bıyıkoğlu

    "Yarınlara aşk fısıltılarıyla güzel sesler kalsın..."Belgin Bıyıkoğlu Zaman Geçer Sesler Kalır romanında 2022 yılı Yunus Nadi Roman Ödülü’nü alan Dünya Döner Renkler Kalır’ın...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur