“Düşündürücü ve sarsıcı bir hikâye.”
-The Guardian-
“Müthiş!”
-The Telegraph-
“Bu sarsıcı çıkış karşısında hem heyecan duyduk hem de keyif aldık. Kitabındaki cesur ana karakter gibi, Desai de korkusuzca bugünkü Hindistan’ın görünen yüzünün altındaki problemleri açığa vurmuş.”
-Costa Ödülü Jürisi-
“Çok önemli konular ve yalvaran bir ana karakter.”
-BBC, Jane Garvey-
Kuzey Hindistan’daki küçük bir kasabada çıkan yangında bir ev tamamıyla harap olur. Görevliler evin içinde inanılmaz bir manzarayla karşılaşırlar: Ciddi şekilde yaralanmış küçük bir kız ve on üç cansız beden.
Bölgedeki güvenlik güçleri akıl almaz bir şekilde on üç kişinin öldürülmesinin sorumlusu olarak küçük Durga’yı suçlarlar. Diğer taraftan açık fikirli, geleneklere pek de uymayan sosyal görevli Simran Singh, Durga’nın suçsuz olduğuna inanır. Simran gerçeği ortaya çıkarmak adına otoritelere karşı gelirken kendi yaşamını da sonsuza dek değiştirecek korkunç gerçeği keşfeder.
2010 Costa Kitap Ödüllü Gecenin Şahidi, hem Durga’nın hem de Simran’ın dilinden benzeri olmayan bir anlatımla, okuru Hindistan’ın kalbine götürerek “gelenek” adı altında ve erkek söyleminin egemen olduğu toplumlardaki kadınların yazgılarını, hatta yazgısız kalışlarını dillendiriyor.
***
1. BÖLÜM
9/9/07
Düşüncelerimi yazmamı istemişsin, fakat aklımda o kadar çok soru, içimde o kadar çok korku var ki! Önce bu korkulardan uzaklaşmalıyım, tekrar düşünebilmemin tek yolu bu. Ne kadar acı verici olduğunu anlayamazsın, hiç kimse anlayamaz.
Bir insan rüyaların zulmünden nasıl kaçabilir? Ayak sesleri seni, her penceresinden dik dik bakan, her bir yüzü tanıyıp sevdiğin, ama şimdi kanlı gözleri, mor dudaktan, sarkan elleri ve gevşemiş bedenleriyle yine de özlem dolu olan bir ev dolusu hayalete geri götürüyor. Hepsi sessiz. Kalplerinden sızan hüznün o yoğun kini boğazlarına kadar yükselip seslerini kesiyor, suyosununa benzeyen tel tel olmuş açık gölgeli saçları havada dalgalanıyor. Yere yığılmış bedenlerinden her tarafa henüz işlenen cinayetin kıpkırmızı kan kokusu yayılıyor; ayaklarındaki etlerse hiç havlamayan tuhaf köpekler için doğranmış. Köpekler etlere dokunmuyor bile. Bedenin kime ait olduğunu biliyorlar mıydı? Bunu nasıl bilecekler ki? İnsan etinin tadı daha mı farklı? DNA’larında saklı, ayrım yapmalarını sağlayan bir sadakat duygusu mu var? Evde olması gereken hiçbir şey yok, şimdi farklı bir koku yayılarak yükseliyor, yanan bedenlerin kokusu. Ev bir sunağa dönmüş… çiçekler henüz bir oraya geldiler… çiçekler toplanmalı… çiçekler çünkü kemikler yanıp kül olunca böyle adlandırılıyor, beyaz çiçeklere dönüşüyorlar.
Ellerimle okşayıp dudaklarımla öptüğüm o penceredeki yüzler şimdi beyaz çiçeklere dönüşüp toprak küplere dökülecek ve Ganj Nehri’nde boğulacak Bağışlamayan azgın sular açgözlü elleriyle her küpü kavrayarak kaldıracak ve çaresiz ellerimin arasından birdenbire alacak. Her biri için on üç dua söyleyeceğim, söylemem gerekenleri söylediğim on üç mırıltı.
Ben eve gözlerimi dikmiş bakarken ev rüzgârla sallanıyor…
Yağmur yağıyor, ben yağmuru severim. Gecenin kucağında hâlâ bahçede duruyor ve yağmurun tenimi dövmesine izin veriyorum. Vücudumun her yerine ulaşsın istiyorum, gözyaşlarım öyle bir karışsın ki aralıksız yağan bu şiddetli yağmura, gözyaşlarımla yağmur damlaları ayırt edilmesin, bulutlan, rüzgârı, yağmuru içimde hissedeyim. Binlerce damlanın her bir vuruşuyla hissizleşeyim ve gözlerim gökyüzüne yükselirken kör olsun ki evi ve penceredeki o sevgi dolu yüzleri göremeyeyim. Kaçabilsem giderdim, ama nereye?
Anayola çıkıp bir rikşa bularak bana söylendiği gibi Delhi’ye gitmek üzere tren istasyonuna gidebilirdim. Fakat bir şey beni durdurdu. Beyaz mermer basamaklardaki pıhtılaşmış kan mıydı? Soğuktan tir tir titreyerek ayak izlerimi yağmur damlalarıyla silmeye çalıştım, ancak evden hâlâ kan boşalıyordu ve ayak izlerim kusursuz ve tanınabilir bir biçimde yeniden şekilleniyordu. Uzaklaştım çünkü yavaş yavaş fark ettim ki olduğundan daha büyük ve daha korkunç görünen bu siyah ev ölümsüzdü, sanki yeryüzünün kalan her yerini sonsuza dek bu ev kaplamıştı. Yanan bendenlerle kemiklerin kokusu gitsin diye açık bıraktığım her bir pencereden dışarı bakarken cansız gözlerle çağıran, açık parmakları ölümün pençesiyle kenetlenmiş o on üç kişinin ifadesiz narin yüzlerine dalıp gidiyordum.
Fakat yaptım. Oradan kaçtım. Çok uzağa değil gerçi. Yolun karşısına geçmem yetmişti ve o beni orada bekliyordu. Hâlâ ağlıyor ve ellerimdeki kanı silip temizlemeye çalışıyordum. Yeni bir hayata başlamak için Delhi’ye gideceğimizi söyledi. Fakat şemsiyenin altında öylece dikilirken paraya ihtiyacımız olduğu için hemen gidemeyeceğimizi söyledi. Sonra bana ne yapmam gerektiğini anlattı. Eve tekrar gitmek zorundaydım ve onlar beni bulduklarında şimdi yaptığım gibi ağlayacaktım, odamda uyuduğumu ve hasta olduğumu söyleyecektim. Yanan bedenlerin kokusunu duyduğumda uyanmış ve odamdan çıkmış olacaktım. Yerde yatan bedenleri görecektim, sonra birini daha. Kendimi kaybedip çığlık atmaya başladığımdaysa birisi bana tecavüz edecekti. Siyahlar içinde ve maskeli olduğu için adamın yüzünü görmeyecektim. Hizmetçiler izindeydi. Ne yapacağımı bilemedim. Başım dönüyordu ve buna rağmen yine de yardım istemek için çığlık atacaktım, fakat kimse beni duymayacaktı, çünkü yağmur yağıyordu ve çok geç olmuştu.
Tekrar eve gittik. İkimizdik. Bana bir tokat attı çünkü çok ağlıyordum ve daha sonra ellerimi bağladı. İplerden kurtulmak için çabalamamı söyledi çünkü bileklerimde iz kalırmış. Biri bana zarar vermek istediği için beni bağlamış gibi görünmeliydim. Etrafımızı kanla yanmış bedenlerin kokusu sarmış olsa da üstümü çıkarıp göğüslerimi sıktı ve şalvarımı indirip beni yatağa atmak için odama götürdü. Midem bulanıyordu ve benden istediği şeyi yapmak istemiyordum, fakat hikâyenin daha inandırıcı olması için bana bunu yapmak zorunda olduğunu söyledi. Çok da kötü olmayan bu tanıdık sesi dinledim, elleriyle dudaklarının yarattığı hissin içinde boğuldum.
★ ★★
Gözlerim bir anda açıldı ve duvara baktım. Sonra saate baktım, sabaha karşı üç. Ara sıra geçen arabaların ışıkları odayı aydınlatıyor. Sessiz, sanki sadece Jalandhar sessiz olabilirmiş gibi. Bombaların odayı aydınlattığı terörizmle dolu onca yıldan sonra şimdi sadece arabaların farları var. Bir sigara yakıyorum. Odayı birileri ile paylaşmamanın keyfine diyecek yok. Yatakta gaz çıkarabilirsin ve sormadan sigara içebilirsin. “İçebilir miyim?” Renkli desenli yatak örtüsüne bakıp son sevgilinin burada uzandığını hayal ediyorum. Kel denemeyecek kadar saçları olan, zengin ve şişman. Kel, zayıf ve fakir olmasından daha iyi. Fakat Mummyji’ye dayanılmaz bir şekilde bağlı.
Bu göbek bağı komik bir şey. Eğer kadınsan kesmek için bekleyemiyorlar. Fakat erkekler için Mummyji’nin gögsünden damlayan süt bal damlası gibi. Mummyji’sinin gözleri üzerindeyken bir sevgilinin elindeki milyonları menkul kıymetlere yatırıp artırırken nasıl keyifle kıvrandığını izledim. Milyonlarını çoğaltırken ve pırlantaları her zamankinden de çok ışıldarken, neden benim gibi siyah ve gösterişsiz khadi’ler içinde bir gelin istesin ki?
Hâlâ Mummyji’sinin şaşkın sesini duyabiliyorum, pırlantalar utanç içinde sallanıyor: “Simran, sen bir sardamisin, Sihsin ve sigara içiyorsun.”
Yatağa daha rahat bir şekilde kurulup sevgilinin uzandığı yere doğru yayılıyorum. Pencap polis konukevi sigara kokar. Sigara bir kere havalandırma kanalına girdiyse, yıllarca orada dolaşmaya devam eder derler. Tıpkı benim obsesif kompulsif bozukluğum gibi, küçük bir ayrıntıyı dahi zihnimden silememem gibi.
Tekrar tekrar baştan oynatmak, tıpkı sigara dumanının akıl süzgecimde dolanması gibi. O kız. Islahevi. Hem bir varsayım hem de kâbus olan teorim. Üç ay boyunca sürekli ve dikkatlice gözden geçirdiğim senaryo. Canımı sıkan tek kısımsa parçaları bir araya getirmekteki kabiliyetsizliğim. Orada bir adam var mı, hiç ilgisi olmayan biri? Kız bunu inkâr ediyor… fakat ona tecavüz edilmiş, bu apaçık ortada. Yoksa kendisini korumak için mi öldürdü? Birini mi öldürmüştü? Ağabeyi ya da babası ona cinsel tacizde mi bulunmuştu? Onu bulduklarında her yerinde kan vardı ve vücudu yara berelerle kaplıydı. Onunla birlikte olan diğer on üç kişi de muhtemelen öyleydi. Ne olduğunu ortaya çıkarmak çok zordu. Hemen hemen hiç konuşmuyordu. Üç hafta hastanede kaldı ve adli gözetim altında, hapisanenin yakınındaki bir odaya alındı.
Bu beni endişelendiriyor. İçgüdüsel olarak bir şeyler bana kanıtların apaçık ortada olduğunu söylüyor. Tecrübelerime göre sınırları tekrar tanımlamak zorunda olduğumuzu biliyorum. Önümüzü kapatan duvarları yıkmalıyız. Profesyonel, fakat maaş almayan bir sosyal görevli, yani kabaca bir NGO-wali denilen bir tür amatör psikiyatr olarak on dört yaşındaki bu kimsesiz çocuğu travma geçirmiş bir halde bulmak beni şok etti. Kötü geçmiş olan bu son yirmi beş yılımda bundan daha çok acı veren bir manzara ile karşılaşmadım. Notlarıma bakarak ailenin her bir üyesinin nasıl zehirlendiğini ve bazı kurbanların da nasıl bıçaklandığını okudum. Başka hiçbir delil ya da parmak izi olmadığından, küçük kız tek zanlı ve soruşturma altındaki tek kişi. Hindistan’da bazı davaların en az yirmi yıl boyunca sonuçlanmadığı düşünülürse, polis davayı sonuçlandırdığında küçük kız tabii ki yıllarca yargılanmış olacak. O zaman o otuz dört yaşında olacak ve muhtemelen her türlü yenilikten mahrum kalacak, eğer değilse de aynı zamanda bir katil olacaktır.
Bir sigara daha yakıyorum. Kahretsin, yine elektrik kesiliyor. Neden hiç kimse böyle yozlaşmış bir ülkede yaşamaktan rahatsız olmuyor? Eğer vergilerini ödemezsen, ağzından burnundan getiriyorlar. Fakat biz bir lokma ışığa muhtaçken ışıl ışıl elektriğin parladığı saray yavrularında yaşayan bu kahrolası başkanları bir kere seçtiğimizde hiçbir şey yapamıyorsun. Dolu olan teknikolor hafızamda yeni olan bir düğün töreni var: Annemin en yakın arkadaşının kızı Merkez Kabine’den bir bakanın oğluyla evlendi. Düğün yeri sanki NASA uzay aracına dünyayı gösteriyormuşçasına ışıklandırılmıştı. Çeşitli otel ve evler için kiralanan jeneratörlere 20 bin rupi harcanmıştı, bu en azından sıradan evleri birkaç yıl boyunca aydınlatacak bir güçtü. Annem gözyaşları içinde ilerlemişti, tabii ki mutluluktan ağlıyordu, en yakın arkadaşının kızı mutluluğun parıltısıyla gidiyordu. Her zaman, eğer bir şeye sahipsen, sahip olduğun şeyi gururla göstereceksin. Bu onun ailesinde uzun zamandır süregelen bir Pencap geleneğiydi. El yordamıyla biraz aradıktan sonra bir mum buluyorum ve hâlâ üzerinde düşündüğüm dava notlarıma geri dönüyorum. Sırtımdan damla damla ter akıyor. Durga’yı önemseyen hiç kimse olmadığı açıkça ortada. Eğer bu Durga’nın büyük mirası için değilse, dava sahip olduğu şöhretten bile etkilenmeyebilirdi. Belki de medya erken bir karara zorladı.
Beni rahatsız eden durumun ne olduğunu biliyorum, daha açık ve kolay olan açıklamaları kabul etme tehlikesi. Bazen bu seçenekleri kabul ettiğimizi biliyorum, bu da benim daimi pişmanlığım. Yorgun ve bitkin olabiliriz, güya cinayette herhangi bir işbirliği yokmuş, kurbanın ailesi daha insafsız ve talepkârmış ya da nüfuz sahibi ve talepkârmış. Evet, adalet sistemi yarıda bırakmak olarak bilinir ve eğer zerre kadar bir kanı bile varsa yanlış insanın mahkûm olmasıyla biter.
Fakat tabii ki bugünlerde sansasyonel olaylar dördüncü mum ışığı toplantılarına ve eylemci medyaya seslenmektedir. Ancak herhangi bir yardımda bulunmuyorlar, kendi fikirlerine göre zorla düzen kurmaya çalışanlar sayesinde, mahkemeler popüler kararlar alma konusunda baskı altına giriyor. Demokrasi her şeyi yönetiyor, bugün birinin asılması için bile oy kullanabiliyorsun.
İyi ki uzun zaman önce avukat olma düşüncesinden vazgeçmişim, fakat ben daha çetrefilli olanını, yani havlu atanlara yardım etmek için uğraşan özgür yolu seçtim. Kulağa sadece kendine faydası dokunan bir şeymiş gibi geliyor, bunu biliyorum, fakat size açıklamama izin verin, kendini beğenmişlik Hindistan’daki sosyal görevlilerin en büyük özelliğidir, özellikle de benim gibi sivil toplum kuruluşlarında serbest çalışmayı tercih edenler için. Çünkü bazı şeylerin gelişmesi için namuslu bir şekilde kendi kuralcı çabamı sürdürürken bu akılsız kamu düzenine küfretme hakkını buluyorum kendimde. Neyse ki devletin sosyal yardım için çok az fikriyle zamanı var, böylece gösterişli bir şekilde dürüstlük idealime bürünebilirim. Benim kusursuz meslek grubum haksızlığa uğramış, sessiz, meçhul, isimsiz ve çoğu kez de suçsuz olan milyonların haklarını savunur. Cezaevi koğuşlarından gelen zorlu, sıkıntılı ve hıçkırık dolu sesler arasında küçük bir terfi tebriği affedilemez miydi?
Tabii ki benim herhangi birine yardım ettiğim fikri tümüyle yanlış bir düşünce olabilir. Fakat bu durum benim devam etmemi sağlıyor, ta ki o son kanlı deliğe ulaşıp yerde tekmelenmiş haldeki kişiyi çekip çıkarana kadar. Bunu neden yapıyorum? Tamamen inatçılık. Ya da annemin dediği gibi, ben gerçek bir suçlu ya da sapık olmadıkları sürece, pek çok üniversite mezununun benzinin attığı bir meslek seçtim.
İşlerimi zor olan yoldan yapmayı tercih ederim. Haksızlık olduğunu düşündüğümde sisteme alışıp herkesle tanışıyorum, hiç kimseyi temsil etmiyorum ve doğruyu bulmaya çalışıyorum. Bu çabalarımın başarıyla sonuçlanıp sonuçlanmayacağını hiçbir zaman bilmiyorum. Bazen birisi itiraf eder ya da ima eder. Çok tuhaf, suçluların bulunduğu topluluk genellikle bana güvenir çünkü ben Hint manastır okulu mezunuyum ve berber kesimi kıvırcık saçlarımla garip biriyim. Bu zamana kadar dünyadaki şaibeli işlerden, uyuşturucudan, bıçak ve cezalardan oldukça uzaktım. Bu yüzden benim para kazanan bir avukat ya da iş bitirici olmadığımı biliyorlar: Ben sadece güçsüz bir sosyal hizmet görevlisiyim, kaşlarımın arasında…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat İnsan ve Toplum Kadın - Erkek İlişkileri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGecenin Şahidi
- Sayfa Sayısı286
- YazarKishwar Desai
- ISBN9786055514860
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviFeniks Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kıskançlık ~ Anna Godbersen
Kıskançlık
Anna Godbersen
Kinci kızların büyük, görkemli masalı. Karanlık sırlar ve entrika dolu bir romans. 19. Yüzyıl New York sosyetesi Lüks’te buluşuyor. Bu keskin ve zeki arkadaşlık,...
- Hapishane: Mahrem Bir Yalnızlık Hikâyesi ~ Cesare Pavese
Hapishane: Mahrem Bir Yalnızlık Hikâyesi
Cesare Pavese
Hapishane, politik görüşleri nedeniyle Calabria’ya sürgüne gönderilen Pavese’nin kendi yaşam deneyiminden izler taşır: Stefano bir süre cezaevinde kaldıktan sonra bir köye sürgüne gönderilir. Gündüzleri...
- Birimiz Ölmek Üzere ~ Karen M. McManus
Birimiz Ölmek Üzere
Karen M. McManus
Yeni bir oyuna hazır mısın, Bayview? Simon’ın ölümünden sonra bir sürü taklitçi türese de, Bayview Lisesi’nin dedikodu açlığı bitecek gibi değildi çünkü kimse gerçek...