Arthur Koestler, savaşın tam ortasında ahlâki sorgulamalara yönelmek zorunda kalan bir direnişçinin, Peter Slavek’in hikâyesini anlatıyor. Peter ülkesinde gördüğü sert işkencelerden sağ çıkar ve polislere hiçbir şey anlatmadığı için bir kahramana dönüşür. Hem hayatta kalmanın tek yolu olarak, hem de düzenli orduya katılıp direnmeye devam etme isteğiyle bir gemiye atlayıp Tarafsızdiyar adlı ülkeye kaçar. Faşistlerden kurtulmuştur kurtulmasına ama yakasını bir türlü bırakmayan şeyler vardır. Ölüm kalım mücadelesi verirken geçmişine dönmeye, kişisel ve politik bir vicdan muhasebesine girişmeye mecbur kalır.
Geliş ve Gidiş, toplumsal olaylar ile insanın içsel meselelerinin bir anda nasıl kesişip hayatı altüst edebileceğine dair şoke edici bir roman.
“Koestler, çağdaş bir atmosfer yaratmak ve karakterlerinin, ait oldukları medeniyetin bütününü temsil etmelerini sağlamak konusundaki olağanüstü yeteneğinden Geliş ve Gidiş’te çok iyi biçimde yararlanmıştır.”
Saul Bellow
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ KISIM
Geliş
9
İKİNCİ KISIM
Şimdi
37
ÜÇÜNCÜ KISIM
Geçmiş
71
DÖRDÜNCÜ KISIM
Gelecek
153
BEŞİNCİ KISIM
Gidiş
219
BİRİNCİ KISIM
Geliş
Beyhude mi? O malum! Sen başla saldırmaya!
Mutlaka galip gelmek için çarpışılmaz ya!
Evet, hatta beyhude olunca daha güzel!
Biliyorum hakkımdan geleceksiniz, evet.
Fakat kalbim çarptıkça, sonuna kadar, kinle,
Ben yine vuruşurum, vuruşurum sizinle!
– EDMOND ROSTAND, Cyrano de Bergerac
1
“Haydi bakalım,” diye düşündü genç adam, kasıtlı bir eylemden ziyade dengesini kaybetmiş gibi garip bir hareketle öne doğru eğildi ve atladı.
Suyun karanlık yüzeyi ile güverte arasındaki mesafe beş metre kadardı. Meraklı ve ayrıntıcı karakteri nedeniyle atlayışının 1,2 saniye süreceğini önden hesaplamıştı, ama her şey daha kısa sürmüş gibiydi. Dizleri karnına çekilmiş halde düşerken içinden bilinçli şekilde yalnızca iki kere “Haydi bakalım,” diyebilmişti, hemen ardından suyun sert yüzeyi önce ayak tabanlarına, sonra da iki yana açılmış baldırlarına büyük bir acıyla çarptı. Boynunun etrafına iple bağladığı su geçirmez kumaştan bohçası suratına vurdu; suyun uğultusu kulaklarını doldurdu, bohçanın yardığı dudaklarından akan kanla karışmış acı deniz köpüğünden yuttu, uzun bir süre gittikçe daha derine batıyormuş gibi hissetti kendini, düşerken gördüğü kamara penceresinin ışığını hatırladı, sabit duran siyah geminin üç metre kadar açığında tekrar yüzeye çıktı.
Biraz ilerisinde sudan çıkmış olan çıpa zinciri gergin ve dimdik şekilde başının üzerinden geçerek geminin yan tarafında bulunan yuvarlak bir deliğe doğru yükseliyordu. Dikkatlice birkaç kulaç attı, zinciri tuttu ve etrafı dinledi. Gemiden çıt çıkmıyordu. Yaklaşık beş yüz metre uzakta bir sıra sokak lambasının aydınlattığı kıyıya da aynı sessizlik hâkimdi. Sokak lambaları aralarında birer palmiye olacak şekilde, sahile paralel uzanan parlak ve pürüzsüz yüzeyli bir yolun iki yanına sıralanmıştı. Palmiyeler upuzundu, hafifçe kavislenmiş gövdeleri nedeniyle belirli aralıklarla toprağa tutturulmuş toz fırçalarına benziyorlardı. Yolun kenarında ışıkları kısık bir araba park etmişti, tepe ışıkları yanıp sönen başka arabalar sessizce gelip geçiyordu zaman zaman. Birkaç kilometre ötedeki şehre dair tek belirti gökyüzündeki pembemsi parıltıdan ibaretti.
Zincire tutunan genç adam, boştaki eliyle boynunun etrafına sarılı bohçayı arkaya doğru itti ve kıyıda saklanabileceği uygun bir yer bakındı. Birkaç yüz metre ilerideki küçük koyda bir sıra soyunma kabininin karanlık silueti görünüyordu. Zinciri bıraktı ve bu tarafsız ülkenin kıyısına doğru yavaş ve sessiz kulaçlar atmaya başladı. Saat neredeyse sabaha karşı üç olmuştu, bin dokuz yüz kırk bir yılının baharında gökyüzünde ayın görünmediği bir geceydi.
2
Kıyıdan yirmi beş-otuz metre uzakta ayağı yere değdi. Ayağa kalktı, su boynuna geliyordu. Arkasına baktı, yıldızların altında hareketsiz durmakta olan gemiyi gördü. Ayağı hızlıca yumuşak zemine gömülmeye başladı. Öne doğru eğilip su sesi çıkarmamaya dikkat ederek yürüdü; biraz ilerleyince mecburen dizlerinin üzerinde emeklemeye başladı. Durdu ve etrafı dinledi.
Koy sessiz ve ıssızdı. Soyunma kabinleri ilaç kutusu gibi sıra halinde yan yana dizilmişti, tuhaf ve anlamsız görünüyorlardı. Suyun yakınlarında çocuklar özenle kumdan kaleler yapmışlardı, dalgaların yıktığı kaleler şimdi ıslanmış köstebek yuvalarını andırıyordu. Kalelerden birine sapı kürdandan az kalın minik bir bayrak hafif bir eğimle tutturulmuştu. Duyulan tek ses, deniz ile kumsal arasındaki tarafsız bölgeye usul usul çarpan dalgaların sesiydi.
Genç adam yürüyerek kıyıya çıktı, etrafta onu görecek kimse olmamasına rağmen içgüdüsel olarak iki büklüm eğilerek en yakın kabine doğru koştu.
Pürüzlü tahta parçalarından yapılmış, basit, kare bir kutuydu bu; üstü açıktı, dördüncü duvar yerine de kırmızı mavi çizgili, parlak kumaştan bir perdesi vardı. Perdenin karşısındaki duvarda oturak görevi gören tahta bir çıkıntı duruyordu; sağ tarafta kancaları olan bir raf, solda ise üzerinde altın rengi harflerle diş macunu reklamı yazılmış bir ayna duruyordu. Zemindeki tahta parçalarının arasındaki açıklıklara kum dolmuştu, havada kuru ahşap ve çürümüş deniz kabuğu kokusu vardı.
Genç adam perdeyi çekti, boynundaki bohçayı çıkararak rafa koydu. Islak tişörtünü çıkardı; pantolonunu, çamaşırını ve çoraplarını da çıkararak hepsini kancalara astı. Bohçayı açtı, mendilini çıkarıp elinden geldiğince kurulanmaya çalıştı. Ilık bir geceydi, kabinin içindeki hava tahtaların gün boyu hapsettiği sıcağın dışarı sızmasıyla son derece boğucu bir hale gelmişti. Bohçadan saatini aldı ve dinledi; düzenli bir tiktak sesi geliyordu. Büyükçe bir parça çikolata ve bisküvi çıkararak yavaşça yemeye başladı, bir yandan da dar kabinde çıplak halde oturmuş, dışarıdan gelecek en ufak bir sesi duyabilmek için kulak kesilmişti. Ancak geceye sessizlik hâkimdi, hafif bir esinti sesi bile duyulmuyordu. Elini tekrar bohçaya atıp çakmağını çıkardı, hafifçe titreyen elleriyle bir sigara yaktı.
İki-üç derin nefes çektikten sonra tekrar hareketlendi. Ceketini yastık gibi katladı, botlarını yerde yan yana koydu, kalan eşyalarını –bir cüzdan, bir çakı ve bir kalem– rafa yerleştirdi. Ardından kabinin içindeki sıraya uzanmayı denedi, sırtüstü yatıp bacaklarını çok küçük bir küvette uzanır gibi kendine çekerse sığıyordu. Bohça için kullandığı su geçirmez kumaşı üzerine örttü ve akşam ritüelini yapmaya başladı; Kötü Rüya’yı engellemek için işaretparmaklarıyla sağ topuğunda, baldırında ve dizinin arkasında bulunan üç yanık izine dokundu, sonra sigarasını bitirdi. Her nefeste sigaranın ucu bir saniyeliğine parlıyor; genç adamın yüzü, göz çukurlarında koyu gölgelerle, aynaya belli belirsiz yansıyordu.
Sigarasını söndürdü. Tepesindeki yıldızlar şimdiye dek hiç görmediği kadar parlak ve canlıydı. Sessizce sırtüstü yatmaya devam etti, gerginliğin ve uyanıklık halinin yavaş yavaş bedenini terk ettiğini hissetti. Kulakları artık yaklaşan ayak sesleri duymaya çalışmıyordu; zihni gelip giden dalga seslerine, evrenin kalp atışının o hipnotize edici ritmine kapılmıştı; gözlerini kapattı ve çocukluğundan beri ilk kez ağlamaya başladı. Ilık, nemli damlaların kemeri kırılmış burnunun etrafındaki sığ çizgilerden aşağı süzülüp dudaklarının ve kırılmış dişlerinin arasından geçerek türlü işkencelere uğramış ağzından içeri doğru sızdığını hissediyordu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGeliş ve Gidiş
- Sayfa Sayısı225
- YazarArthur Koestler
- ISBN9789750537660
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yaşayanı Onarmak ~ Maylıs De Kerangal
Yaşayanı Onarmak
Maylıs De Kerangal
Simon Limbres’in kalbi yirmi dört saat sonra Claire Mejan’ın bedeninde atacak. O gün yaşam, Simon’unölümünden ibaret olacak Simon’un sörf yapmak için uyandığı günün öyküsü bu. Sonrasında geri...
- Şeytanın Sağ Eli (Cep Boy) ~ John Saul
Şeytanın Sağ Eli (Cep Boy)
John Saul
John Saul, yirmiden fazlası en çok satanlar listesine girmeye hak kazanmış gerilim romanlarının yanı sıra, New York Times’in en çok satanlar listesine giren altı...
- Çiçeklerimi Rüzgara Verdim ~ Debbie Macomber
Çiçeklerimi Rüzgara Verdim
Debbie Macomber
En iyi intikam yaşamaktır… yaşamlarında yeni bir dönemece giren, üç nesilden üç farklı kadının, duygu kokan hikâyeleri… Kaderin size gülmediğini düşünüyorsanız, birilerinden yardım beklemek...