Gün Ortasında Karanlık, hapishane edebiyatının dünya çapındaki en başarılı örneklerinden biri ve Arthur Koestler’in en çok okunan eseridir.
Macar asıllı İngiliz romancı Arthur Koestler Gün Ortasında Karanlık’ta Stalin diktası altındaki 1930’lar Sovyetleri’ni anlatıyor. Ülke ve kişi adı vermeden, belirli bir dönem anmadan, burada yaşanan siyasi çalkantıyı ele alıyor. Koestler, kahramanı Rubashov aracılığıyla iktidar-yetki ilişkisini sorgularken, “öznel iyi” aynı zamanda “nesnel iyi” de olabilir mi ve kişi, insanlık adına başkalarına kendi doğrularını dayatabilir mi gibi sorulara cevap arıyor. İspanya İç Savaşı sırasındaki mahkûmiyetinden ve hapishane anılarından yola çıkarak yazdığı bu romanda, yazar hapishane koğuşlarını, tecrit hücrelerini, sorgu odalarını canlı bir anlatımla aktarıyor.
“Gün Ortasında Karanlık, benzeri olmayan bir romandır, çünkü neredeyse hiçbir İngiliz yazar totalitarizmi içeriden görememiştir.”
George Orwell
İÇİNDEKİLER
Birinci Sorgulama……………………………………………………………………….7
İkinci Sorgulama……………………………………………………………………….97
Üçüncü Sorgulama………………………………………………………………163
Dilbilgisel Kurmaca…………………………………………………………….233
Birinci Sorgulama
“Kimse suç işlemeden ülke yönetemez.”
SAINT-JUST
1
Hücrenin kapısı GÜM diye kapandı Rubashov’un üstüne.
Birkaç saniye kapıya yaslanıp öylece durdu, bir sigara yaktı. Sağına düşen karyolanın üstünde pek temiz olmayan iki battaniye vardı, saman yatağı da yeni doldurulmuşa benziyordu. Soldaki lavabonun tıkacı yoktu ama musluk çalışır durumdaydı. Hemen yanında duran kova yeni dezenfekte edilmiş olmalıydı ki, kokmuyordu. Her iki yan duvar da kalın tuğladandı ve haberleşmek için elverişli değildi, ama su ve kalorifer borularının geçtiği yerler sıvanmış olduğundan iyi ses veriyorlardı; ayrıca, kalorifer borusunun kendisi de ses geçiriyor olmalıydı. Pencere göz hizasından başlıyordu; demirlere tutunup kendini yukarı çekmeden de avluyu görebilecekti! Buraya kadar her şey olması gerektiği gibiydi.
Esnedi, ceketini çıkarıp katladı, yastık niyetine yatağın üstüne bıraktı. Dışarıya, avluya baktı. Ay ışığının ve elektrik lambalarının çifte aydınlığında kar sarımtrak bir renkte parlıyordu. Avlunun çevresindeki duvarlar boyunca uzanan, mahkûmların günlük havalandırma sırasında kullandıkları dar bir yol kardan temizlenmişti. Daha şafak sökmemişti, lambalara rağmen yıldızların kristalimsi parıltısı açıkça seçiliyordu. Rubashov’un hücresinin tam karşısına düşen dış duvarın üstünde, tüfeği omzunda bir asker bir aşağı bir yukarı yüz adımı arşınlıyordu. Sanki resmî geçitteymiş gibi her adımını sertçe vuruyordu. Lambaların sarı ışığı vurdukça süngüsü parıldıyordu.
Rubashov pencerenin önünde, durduğu yerde ayakkabılarını çıkardı, sigarasını söndürüp izmariti karyolanın başucuna, yere koydu, yatağın üstüne oturdu, bir süre kıpırdamadan durdu. Derken kalkıp bir kez daha pencereye yaklaştı. Avluda kimseler yoktu; nöbetçi duvarın üstünde bir dönüş yaptı; mitralyöz kulesinin ötesinde Samanyolu’nun ucunu gördü Rubashov.
Karyolaya uzandı, battaniyelerden birine sarındı. Saat beşti, kış vakti sabah yediden önce kalkmak zorunda bırakılmayacaklarını düşündü. Çok uykusu vardı, daha üç-dört gün sorguya alınmayacağını hesap etti. Kelebek gözlüğünü çıkararak taş döşeli yere, sigara izmaritinin yanına yerleştirdi, gülümseyerek gözlerini kapadı. Sarındığı battaniyenin içinde kendini sımsıcak ve korunaklı hissediyordu; aylardır ilk kez düşlerinden de korkmuyordu.
Birkaç dakika sonra, gardiyan ışığı dışarıdan kapatıp da gözleme deliğinden hücrenin içine baktığında, eski Halk Komiseri Rubashov’un sırtını duvara dönmüş, başını sol koluna yaslamış olarak uykuya daldığını gördü; sol kol dümdüz uzanmıştı karyolanın dışına, ama ucundaki el gevşekçe sallanıyor, arada bir seğiriyordu.
2
Bir saat kadar önce, İçişleri Bakanlığı’na bağlı Halk Komiserliği’nin iki memuru Rubashov’u tutuklamak üzere kapısını yumrukladıklarında da uyuyordu Rubashov ve düşünde tutuklandığını görüyordu.
Yumruklamanın gümbürtüsü yükseldikçe yükseliyor, Rubashov kendini uyanmaya zorluyordu. Kendini kâbuslardan kurtarma konusunda deneyimliydi, çünkü ilk tutuklanmasının rüyasını yıllar yılı belirli aralıklarla tekrar tekrar görmüş, düşündeki olaylar dizisi hiçbir zaman değişmemişti. Kimi kez kendisini çok zorladığında olaylar dizisini durdurduğu, çaba göstererek kendini rüyanın akışından kurtardığı oluyordu, ama bu kez bunu başaramadı; son haftalarda çok bitkin düşmüş olduğundan mıdır, uykusunda terliyor, soluk soluğa kalıyordu; böylece rüya devam etti, olaylar dizisi her zamanki gibi bir saat işlerliğiyle sürdü.
Düşünde, her zamanki gibi, kapısı yumruklanıyor, dışarıda üç adam onu tutuklamak için bekliyordu. Onların kapalı kapının öte yanında, tahtayı kırarcasına vurduklarını görüyordu. Üstlerinde yepyeni üniformalar vardı, Alman Diktatörlüğü’nün Muhafız Gücü’ne özgü şık kostümler içindeydiler, kasketlerinde ve kollarında özel işaretleri, o ünlü gamalı haç vardı. Ellerinde ise acayip büyüklükte tabancalar tutuyorlardı; kayışları, kemerleri, sarkık tabancalıkları taze meşin kokuyordu. Derken odanın içinde, yatağının yanındaydılar. İkisi, kalın dudaklı, balık gözlü, iri yarı köy delikanlılarıydılar, üçüncüsü kısa boylu ve şişmandı. Ellerinde tabancalarıyla yatağın yanında durmuş ona bakarak kötü kötü soluyorlardı. Kısa boylu ve şişman olanın astımlı solukları dışında sessizlik hüküm sürüyordu. Derken üst katlardan birinde biri sifonu çekti ve duvarın içindeki borulardan dökülen suyun sesi geldi.
O ana dek saat gibi işleyen düş, sonuna doğru yavaşlamış gibiydi. Rubashov’un kapısına vurulan yumrukların sesi yükseldi. Onu tutuklamak için gelmiş olan iki adam dışarıda durmuş, bir yandan kapıyı yumrukluyor, diğer yandan soğuktan donmak üzere olan ellerini nefesleriyle ısıtmaya çalışıyorlardı. Ama Rubashov bir türlü uyanamıyordu; oysa sıranın, rüyasının özellikle kötü bir bölümüne geldiğini de biliyordu: Üç adam hâlâ karyolasının yanında duruyorlar ve kendisi sabahlığını sırtına geçirmeye çalışıyor. Ancak, sabahlığın kolu tersyüz mü olmuş ne, bir türlü kolunu sokamıyor içine. Uğraştıkça daha beter oluyor, sonunda o hale geliyor ki, kıpırdayamıyor, sanki her şey kolunu bir an önce sabahlığın koluna sokmasına bağlıymış gibi geliyor ama o donakalmış durumda. Bir tür işkenceye dönüşen bu çaresizlik birkaç saniye sürüyor, bu arada Rubashov inliyor, alnında biriken terin ıslaklığını hissediyor, kapısına vurulan yumruklar uzaktan gelen davul sesleri gibi uykusunu deliyor, yastığının altındaki kolu hâlâ sabahlığın kolunu bulma çabası içinde seğiriyor… Sonunda, kulağının üstüne inen ilk kabza darbesiyle kurtuluyor…
Tekrar tekrar yinelenen, yüzlerce kez yeniden yaşanmış olan bu ilk darbenin –ki sağırlığının sebebidir– içinde uyandırdığı alışıldık duygu genelde onun uyanmasını sağlardı. Bir süre titremeyi sürdürür, yastığın altındaki koluyla sabahlığına uzanmaya devam ederdi, çünkü çoğu kez tam anlamıyla uyanmadan önce en kötü bölümü de yaşaması gerekirdi. Başını döndüren, belli belirsiz bir duyguydu bu: Asıl rüyanın uyanmak olduğu duygusu… Sanki hâlâ karanlık hücresinin nemli taş tabanında uzanmış yatıyormuş da, ayak ucunda kova, başucunda da bir maşraba su ile birkaç kuru ekmek kırıntısı duruyormuş…
O belli belirsiz, şüpheli ruh hali bu kez de birkaç saniye sürdü, uzattığı elin elektrik lambasına mı, su maşrapasına mı değeceğini hemen kestiremedi. Derken ışık yandı, sis dağıldı. Rubashov birkaç kez derin derin soluk aldı, sırtüstü yatarak ellerini göğsünde kavuşturdu, hastalığı nekahet dönemine varmış biri gibi, enfes bir özgürlük ve güven duygusu kapladı içini. Alnını, başının arka tarafındaki saçsız bölgeyi çarşafıyla kuruladı, gözlerini kırpıştırarak yatağının yanındaki duvarda asılı olan renklendirilmiş resme bakarken ironi duygusu geri gelmeye başlamıştı bile. O çerçevelenmiş fotoğraf odasının yanındaki, altındaki ve üstündeki odalarda da asılıydı; evin bütün duvarlarında, kentin bütün duvarlarında, uğruna savaştığı, acılar çektiği uçsuz bucaksız ve kendisini yeniden kocaman koruyucu kolları arasına almış olan ülkenin bütün duvarlarında hep aynı resim asılıydı: 1 Numara’nın, Parti liderinin fotoğrafı… Artık tamamıyla uyanmıştı ama kapısı hâlâ yumruklanıyordu.
3
Rubashov’u tutuklamaya gelen iki adam karanlık koridorda durmuş, ne yapmaları gerektiğini tartışıyorlardı. Onlara yol göstermiş olan kapıcı Vassilij asansörün açık kapısı önünde, korkudan soluğu kesilmiş bekliyordu. Sıska, yaşlı bir adamdı, geceliğinin üstüne giyiverdiği asker kaputunun yırtık yakasından geniş, kırmızı bir yara izi görünüyor, lenf bezlerinin şişmiş olduğu izlenimini uyandırıyordu. İç savaş sırasında aldığı yaranın sonucuydu oysa. Bu savaş boyunca Rubashov’un Partizan alayında çarpışmıştı. Daha sonra, Rubashov yurtdışına gönderildiğinde, ara sıra onun hakkında haberler almıştı; kızının akşamları kendisine yüksek sesle okuduğu gazetelerde yazılanlardı bunlar. Kızı Rubashov’un çeşitli kongrelerde yaptığı konuşmaları okurdu; uzun, anlaşılması güç konuşmalardı ve Vassilij, azizeleri bile gülümsetecek edepsizlikte küfürler bilen, ufak tefek, sivri sakallı kumandanının sesini bunların hiçbirinde duymazdı nedense. Vassilij genellikle konuşmaların ortasında uyuyakalırdı zaten, ama son cümlelere varıldığında mutlaka uyanırdı, çünkü kızı son derece ciddi, törensel bir havayla sesini yükseltirdi. “Yaşasın Enternasyonal! Yaşasın Devrim! Yaşasın 1 Numara!” Her konuşmanın sonunda yer alan bu cümlelerin her birine ayrı ayrı, inançlı birer ‘Âmin’ çekerdi Vassilij, ama kızı duymasın diye ağzının içinde ve gizli gizli, vicdan azabı duyarak, istavroz çıkarırdı yatağına girmeden önce. Onun başucunda da 1 Numara’nın portresi asılıydı, hemen yanında ise Rubashov’un Partizan Kumandanı olduğu dönemde çekilmiş bir fotoğrafı… O fotoğraf bulunacak olsa, Vassilij’e de içersinin yolu görünürdü herhalde.
Merdiven aralığı soğuk, karanlık ve çok sessizdi. İçişleri Komiserliği’nden gelen iki adamdan genç olanı, bir kurşunla kapının kilidini parçalamayı önerdi. Vassilij asansör kapısına yaslandı; çizmelerini doğru dürüst giyememişti, elleri öyle çok titriyordu ki bağcıkları bağlamayı becerememişti. İki adamdan yaşlı olanı, ateş edilmesine karşı çıktı; tutuklamanın sessiz sedasız gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Her iki adam da soğuktan donmuş ellerini nefesleriyle ısıtmaya çalıştılar ve yeniden kapıyı yumruklamaya koyuldular; genç olanı tabancasının kabzasıyla vurmaya başladı. Bir kat aşağıdan bir kadın en tiz sesiyle bir çığlık koyverdi. Genç adam, “Sustur şunu,” dedi Vassilij’e. “Bağırmak yok,” diye seslendi Vassilij. “Burada yetkili kişiler bulunuyor.” Kadının sesi anında kesildi. Genç adam bu kez kapıyı tekmeleriyle zorlamaya karar verdi. Gürültü ayyuka çıkmıştı, sonunda kapı yıkıldı.
Üç adam Rubashov’un yatağının ayakucuna dizildiler, genç adamın tabancası elindeydi, yaşlı adam esas duruşa geçmiş gibi dimdik dikilmişti; Vassilij onların bir iki adım gerisinde, duvara yaslanmıştı. Hâlâ ensesinin terini silmekte olan Rubashov miyop gözlerini kısarak, uykulu uykulu baktı onlara. “Vatandaş Rubashov, Nicholas Salmanovitch, seni kanun namına tutukluyoruz,” dedi genç adam. Rubashov el yordamıyla yastığının altında gözlüğünü aradı, biraz doğruldu. Gözlüğünü taktığı anda, gözlerinde beliren ifadeyi Vassilij de, yaşlı memur da eski fotoğraflardan ve renkli resimlerden çok iyi tanıyorlardı. Yaşlı memur esas duruşunu daha bir dikleştirdi; yeni kahramanların ışığında yetişmiş olan genç adam ise yatağa bir adım daha yaklaştı, şaşkalozluğunu saklamak için kötü bir hareket yapmak ya da pis bir şey söylemek üzere olduğunu farkettiler ötekiler.
“Çek şu tabancayı, yoldaş,” dedi Rubashov. “Ne istiyorsunuz benden?”
“Duymadın mı, tutuklusun,” dedi oğlan ters ters. “Hadi giyin, bize zorluk çıkarma.”
Rubashov sordu: “Tutuklama emriniz var mı?”
Yaşlı memur cebinden bir kâğıt çıkarıp Rubashov’a uzattı ve bir kez daha esas duruşa geçti.
Rubashov kâğıdı dikkatle okudu. “İyi ya, pekâlâ,” dedi.
“Zaten bunlardan hiçbir şey anlaşılmaz. Canınız cehenneme.”
“Hadi giyinedur, fazla uzatma,” diyen genç adamın hayvansılığının rol değil, doğal yapısının bir parçası olduğu anlaşılıyordu artık. Rubashov, amma da aslan bir kuşak yetiştirmişiz, diye geçirdi aklından. Propaganda posterlerinde gençlerin hep güleryüzlü gösterildiklerini de anımsadı. Kendini çok yorgun hissediyordu. Çocuğa dönerek, “Elindeki tabancayla oynayacağına, bana sabahlığımı uzat,” dedi. Oğlan kıpkırmızı kesildi ama sesini çıkarmadı. Rubashov’a sabahlığını yaşlı görevli uzattı. Kolunu zorlukla da olsa sabahlığa geçirebildi Rubashov. “Bu sefer becerdim hiç değilse,” dedi gergin bir gülümsemeyle. Ötekiler bu sözden bir şey anlamadıkları için herhangi bir şey demediler. Adamın ağır ağır yataktan çıkıp buruşuk giysilerini toparlamasını seyrettiler.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGün Ortasında Karanlık
- Sayfa Sayısı255
- YazarArthur Koestler
- ISBN9789754704044
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aşk Romanları Okuyan İhtiyar ~ Luis Sepúlveda
Aşk Romanları Okuyan İhtiyar
Luis Sepúlveda
Yerleşimciler de altın arayıcıları da ormanda her türlü aptalca hatayı işliyorlardı. Düşüncesizce yayılmalarının sonucunda kimi hayvanları durduk yerde saldırganlaştırıyorlardı. Bazen birkaç metrecik düz toprak...
- Yeşil ~ Ted Dekker
Yeşil
Ted Dekker
“Çembere girdiğinizde sizin de kazanmanız gereken bir savaş olacak. Hazırlıklı olun!” Goodreads “Eğer hala çembere girmediyseniz, renklerin gizemini bir başka ağızdan dinlemenin hiçbir anlamı...
- Pastoral Senfoni ~ Andre Gide
Pastoral Senfoni
Andre Gide
Zihnimizdeki hayaletlere ve canavarlara kulak asmadan yalnızca gerçek kötülüklerle yetinsek hayat ne kadar güzel, ıstırabımızsa ne kadar katlanılabilir olurdu. İsviçre Alpler’inde yaşayan bir papaz,...