Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Hale
Hale

Hale

Alexandra Adornetto, Esra Kılıççı

Görev için bir melek dünyaya gönderildi. Ama âşık olmak, planın bir parçası değildi. Üç melek savaşçı Gabriel, şifacı Ivy, en genç ve en insani…

Görev için bir melek dünyaya gönderildi. Ama âşık olmak, planın bir parçası değildi.

Üç melek savaşçı Gabriel, şifacı Ivy, en genç ve en insani olan Bethany kötülüğün etkisi altına girmeye başlayan bir dünyaya iyilik getirmek için Cennet’ten gönderilmiştir. Tüm insan ilişkilerinden kaçınırken, parlak ışıltılarını, insanüstü güçlerini ve en önemlisi dekanatlarını gizlemek için ellerinden geleni yaparlar.

Ardından Bethany Xavier Woods’la tanışır ve ikisi de aralarındaki çekime karşı koyamaz. Gabriel ve Ivy buna müdahale etmek için ellerinden geleni yaparlar ama görünüşe göre Bethany ve Xavier arasındaki bağ oldukça kuvvetlidir.

Meleklerin görevleri acildir ve karanlık güçlerin tehdidi altındadırlar. Aşk, Bethany’yi kurtaracak mı, yoksa mahvına mı sebep olacaktır?..

“Hale kesinlikle harika! Bu kitaba sırılsıklam âşık oldum! Bu hikâyenin hiç bitmemesini istiyorsunuz. Adornetto’nun taze bir yeteneği var ve serinin bir sonraki kitabını sabırsızlıkla bekliyorum!”
—Moonlight Book

“Hale bağımlılık yapıcı, tutkulu ve heyecanla örülmüş. Alexandra Adornetto’nun Hale serisiyle epik bir üçleme yaratacağından eminim.”
—Book Crazy

“Hale’yi okurken kendimi hikâyeye kaptırdım. Olayın geçtiği yer ve zaman güzel kurgulanmış, ayrıca karakterler kalbimi çabucak esir aldı.”
—YA Book Addict

“İçinde yaşamak isteyeceğiniz hikâyelerden biri… hissettiklerini hissedin… hepsini. Bu gerçekten güzel yazılmış bir roman.”
—The Ninja Libraria

Bölüm 1

YERYÜZÜNE İNİŞ

Gelişimiz tam olarak planladığımız gibi olmadı. Yeryüzüne indiği¬mizde günün neredeyse ağarmak Üzere olduğunu hatırlıyorum, çünkü sokak lambaları hâlâ yanıyordu. Gelişimizin fark edilmeyeceğini ümit ediyorduk, gazete dağıtan on üç yaşında bir çocuğun haricinde öyle de oldu. Çocuk, plastik torbaların içinde birer sopa gibi rulo yapılmış gazetelerle birlikte bisikletinin üzerindeydi. Hava pusluydu ve çocuk kapüşonlu bir ceket giyiyordu. Her gazetenin tam olarak nereye düşe¬ceğini tahmin etmeye çalışarak kendisiyle bir zekâ oyunu oynuyor gibi görünüyordu. Atılan gazeteler tok bir sesle, araba yollarıyla verandalara çarpıyorlardı ve doğru tahmin ettiğinde çocuk kendini beğenmiş bir şekilde gülüyordu. Bahçe kapısının arkasında havlamakta olan bir Jack Russel terrien, onun başını kaldırıp bakmasına ve gelişimiz konusunda uyarılmasına neden oldu. Hayalete benzeyen üç yabancıyı yolun ortasında bırakarak bulutlara doğru uzaklaşan ışık kümesini görmek için tam zamanında kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. İnsan biçiminde olmamıza rağmen bizimle ilgili bir şey onu korkuttu; bu belki ay kadar parlak olan cildimiz ya da çalkantılı inişimiz sırasında paçavraya dönen dağınık beyaz seya¬hat giysilerimizdi. Belki de ne işe yarayacaklarını bilmiyormuş gibi ayaklarımıza ve kollarımıza bakışımız ya da hâlâ saçlarımızda duran su buharıydı. Nedeni her ne olursa olsun, çocuk dengesini kaybetti, bisikleti yoldan çıktı ve hendeğe yuvarlandı. Ayağa kalkmak için çaba¬ladı, birkaç saniye öylece donakaldı, korku ve merak arasında sıkışıp kalmıştı. Bunun güven verici bir hareket olmasını umut ederek hep birlikte ona elimizi uzattık. Ama gülümsemeyi unutmuştuk. Bunun nasıl yapılacağını hatırladığımızda artık çok geçti. Doğru biçimde gülümsemek amacıyla ağızlarımızı bükerken çocuk birdenbire döndü ve kaçtı. Bir bedene sahip olmak hâlâ yabancısı olduğumuz bir şeydi; karmaşık bir makine gibi, eş zamanlı olarak birlikte çalışması gereken o kadar farklı uzuv vardı ki. Yüzümdeki ve vücudumdaki kaslar kaskatı kesilmişti, bacaklarım ilk adımlarını atmakta olan bir çocuğunkiler gibi titriyordu ve gözlerim dünyanın yumuşak ışıklarına henüz alı¬şamamıştı. Göz kamaştırıcı ışıkları olan bir yerden geldiğimiz için gölgeler konusunda yabancılık çekiyorduk.
Gabriel ön tekerleği hâlâ dönen bisiklete yaklaştı ve onu doğ¬rulttu. Çocuğun daha sonra geri gelip bisikleti alacağım bilerek onu en yakındaki çite dayadı.
Çocuğun yıldırım gibi koşarak evinin kapısından içeri girdiğini ve hikâyesini afallamış ebeveynine anlattığım hayal ettim. Ateşini ölçmek için annesi alnındaki saçları geriye doğru itecekti. Babası, mahmur gözlerle, hayal kurmaya vakit bulduğunda zihinlerimizin bize oyun oynama yeteneği konusunda bir şeyler söyleyecekti.

Byron Caddesi’ni bulduk ve 15 numarayı arayarak caddenin eğri büğrü kaldırımı boyunca yürüdük. Duyularımız şimdiden her yönden saldırıya uğruyordu. Dünyada bulunan renkler o kadar canlı ve çeşitliydi ki. Tamamen beyaz bir dünyadan, bir ressamın zevkini yansıtıyormuş gibi görünen bir caddeye gelmiştik. Renkler bir yana, her şeyin farklı bir yapısı ve şekli vardı. Rüzgâr hafifçe parmak uçlarıma değdi, kendimi o kadar hayat dolu hissettim ki elimi uzatıp rüzgârı yakalayıp yakalayamayacağımı merak ettim. Ağzımı açtım ve temiz, soğuk havayı tattım. Benzin kokusunu, çam ağaçlarının kokusuna karışmış yanık ekmek kokularını ve okyanusun keskin kokusunu alabiliyordum. En kötüsü gürültüydü. Rüzgâr uğulduyor gibiydi ve dalgaların kayalara vuruşunun sesi kafamın içinde bir izdiham varmış gibi gürüldüyordu. Caddede olan her şeyi, araba kontağının sesini, sinek telinin çarparak kapatılmasını, bir çocuğun ağladığını, verandadaki eski bir salıncağın rüzgârda gıcırdadığını duyabiliyordum.

Gabriel, “Sesi nasıl bastıracağını öğreneceksin,” dedi. Sesi beni ürküttü. Geldiğimiz yerde dil olmadan iletişim kurardık. Gabriel’ın insan sesinin, kısık ve yumuşak bir ses olduğunu fark ettim. Bir mar¬tının kulak tırmalayıcı çığlığı tepemizde yankılanırken irkilerek, “Bu ne kadar sürer?” diye sordum. En az bir flütünki kadar ahenkli olan kendi sesimi duydum.

Gabriel, “Çok uzun sürmez,” diye cevapladı. “Karşı koymazsan daha kolaydır.”

Byron Caddesi önümüzde yükseliyor, tam ortada en yüksek nok¬tasına ulaşıyordu ve orada, en yüksek noktada yeni evimiz duruyordu. Ivy hemen büyülenmişti.

“Ah, şuraya bakın,” diye bağırdı. “İsmi bile var.” Ev, caddenin ismini taşıyordu ve BYRON kelimesi bakır levha üzerine güzel bir yazıyla yazılmıştı. Daha sonraları yandaki diğer caddelere de başka İngiliz romantik şairlerinin adlarının verildiğini anlayacaktık: Keats Korusu, Coleridge Caddesi, Blake Sokağı. Dünyada olduğumuz sürece Byron bizim hem evimiz hem de sığınağımız olacaktı. Evimiz dövme demirden bir çit ile çift kapılı bahçe kapısının ardında, caddeden epeyce içeride, iki cepheli, sarmaşık kaplı, kumtaşından yapılmış bir evdi. Binanın ön cephesinde Georgia mimarisinin zarif bir örneği ve boyaları dökülmekte olan ön kapıya çıkan çakıl taşlı bir patika bulu¬nuyordu. Etrafında karmakarışık sarmaşıkların büyüdüğü heybetli bir karaağaç ön bahçeye egemendi. Çit boyunca bir sürü ortanca vardı, ortancaların soluk renkli başlan düşen kırağıyla titriyordu. Evi beğenmiştim, her türlü zorluğu savuşturacak şekilde inşa edilmiş gibi görünüyordu.

Gabriel, “Bethany, bana anahtarları ver,” dedi. Bana yalnızca evin anahtarına sahip çıkma sorumluluğu verilmişti. Elbisemin derin ceplerini aradım.
“Buralarda bir yerlerde olmalı,” diyerek onu inandırmaya çalıştım.

“Lütfen bana daha şimdiden anahtarı kaybetmediğini söyle.”

“Gökten düştüğümüzü biliyorsun,” dedim içerleyerek. “Bir şey¬lerin kaybolması çok kolay.”

Ivy birdenbire güldü. “Boynunda asılı duruyor.” Anahtarı zincirden çıkarıp Gabriel’a verirken rahat bir nefes aldım. Hole girdiğimizde evin bizim için hazırlandığını gördük. Bizden önce gelen Kutlu Me¬lekler ayrıntılar konusunda çok titiz davranmış ve hiçbir masraftan kaçınmamışlardı.
Evdeki her şey ışığı çağrıştırıyordu. Tavanlar yüksek, odalar havadardı. Ana koridordan geçince sol tarafta bir müzik odası, sağ taraftaysa bir oturma odası vardı. Daha ilerideyse asfaltlanmış av¬luya açılan bir çalışma odası bulunuyordu. Evin arka tarafı, içinde İran halıları ve geniş kanepelerin bulunduğu büyük bir odaya açılan, yenilenmiş, geniş mermer ve paslanmaz çelikten oluşturulmuş bir mutfağın olduğu bir eklentiydi. Akordeon kapılar kızılçam ağacından yapılmış geniş bir verandaya açılıyordu. Bütün yatak odaları ve göste¬rişli mermerleri, gömme banyosuyla ana banyo üst kattaydı. Evin bir ucundan diğerine dolaşırken tahta döşemeler sanki bize, hoş geldin diyormuş gibi gıcırdadı. Hafif bir yağmur başladı; kayrak çatının üzerine düşen yağmurun sesi piyanoda bir melodi çalan parmakların sesini andırıyordu.

İlk birkaç haftayı uyuyarak, hareketlerimizi ve davranışlarımızı öğ¬renerek geçirdik. Durumumuzu değerlendirdik, fiziksel bir bedene sahip olmaya alışmaya çalışırken sabırla bekledik ve kendimizi günlük işlerin akışına kaptırdık. Öğrenecek çok şey vardı ve bu kesinlikle kolay değildi. Önceleri bir adım attığımızda ayağımızın altında sert bir zemin bulduğumuzda şaşırırdık. Hava, kaya, ağaç, hayvanlar gibi değişik varlıkların meydana gelebilmesi için dünyadaki her şeyin moleküler biçimde birleşen cisimlerin olduğunu biliyorduk. Ama bunu yaşamak çok farklı bir şeydi. Etrafımız fiziksel engellerle çevriliydi. Bu fiziksel engellerin etrafından dolaşmamız ve beraberinde getirdiği klostrofobi duygusundan kaçınmamız gerekiyordu. Ne zaman bir nesneyi elime alsam, hayretler içinde bu nesnenin işlevine bakmak için duraklardım. İnsan hayatı o kadar karmaşıktı ki, su ısıtıcıları, elektrik akımlarını yönlendiren duvar prizleri, mutfak ve banyoda zaman kazandırmak ve konforu artırmak için tasarlanmış aletlerin çalışma biçimi. Her şeyin farklı bir yapısı ve farklı bir kokusu vardı, duyular için tıpkı bir sirk gibiydi. Ivy ve Gabriel’ın bütün bu sesleri bastırmak ve keyif veren sessizliğe geri dönmek istediklerini görebiliyordum, ama bunaltıcı bile olsa ben bunun her anından zevk alıyordum.

Bazı geceler, yüzü olmayan, beyaz bir elbise giyen ve oturma odasındaki bir koltukta oturur şekilde ortaya çıkan bir akıl hocası tarafından ziyaret edilirdik. Dünyadaki melekler ve yukarıdaki güçler arasında bir elçi olduğunu bilmemize rağmen kimliği hiç açıklanma¬mıştı. Toplantıyı genellikle bir brifing izlerdi, bu brifing süresince vücut bulmanın zorluklarını tartışabilir ve sorularımıza cevap alabilirdik.

İlk toplantımızda Ivy, “Ev sahibi bizden daha önce oturduğumuz evle ilgili belgeler istedi,” dedi.

Akıl hocası, “Unuttuğumuz için özür dileriz. Olmuş bilin,” diye cevap verdi. Bütün yüzü gizlenmişti ama konuştuğunda kapüşonunun altından küçük beyaz dumanlar görünüyordu.

“Vücutlarımızı bütünüyle öğrenmemizin ne kadar zaman alacağı tahmin ediliyor?” Gabriel bunu bilmek istiyordu.

Akıl hocası, “Hiç belli olmaz,” dedi. “Değişime karşı koymadığın sürece birkaç haftadan fazla sürmez.”

Ivy endişeleniyordu: “Diğer elçiler bununla nasıl başa çıkıyor?”

Akıl hocası, “Bazıları, sizin gibi, insan hayatına alışıyor, diğerleriyse hemen mücadele etmeye başlıyor,” diye cevap verdi. “Dünyanın bazı köşeleri Karanlığın Melekleri ile delik deşik.”

“Diş macunu neden başımı ağrıtıyor?” diye sordum. Ağabeyim ve büyük kız kardeşim sert bakışlarla bana baktılar ama akıl hocası hiç şaşırmamıştı.
“Diş macununun içinde bakterileri öldürmek için kullanılan birkaç güçlü kimyasal madde var,” dedi. “Kendine bir hafta zaman tanı, baş ağrın geçecektir.”
Tartışmalar bittikten sonra Gabriel ve Ivy her zaman akıl hocasıyla özel bir görüşme yapmak için oyalanırlardı ve ben de söylemek istedik¬leri ama benim duyamayacağım şeyin ne olduğunu merak ederdim.

Karşılaştığımız ilk büyük zorluk vücutlarımızın bakımına özen göstermekti. Vücutlarımız çok hassastı. Hem beslenmeye hem de dış unsurlardan korunmaya ihtiyaçları vardı; benim vücudumun buna kardeşleriminkinden daha çok ihtiyacı vardı çünkü gençtim, bu benim dünyayı ilk ziyaretimdi ve herhangi bir direnç geliştirmeye hiç vaktim olmamıştı. Zamanın başlangıcından beri Gabriel bir savaşçıydı ve Ivy de iyileştirme güçleriyle kutsanmıştı. Diğer taraftan, ben çok daha kolay incinebiliyordum. Tek başıma yürüyüş yapmaya kalktığım ilk birkaç defa, yeterince sıkı giyinmediğimi anlayamadan önce titreyerek geri döndüm. Gabriel ve Ivy soğuğu hissetmiyorlardı. Ama onların vücutlarının da hâlâ korunmaya ihtiyacı vardı. Öğle vakti neden bitkin olduğumuzu merak ediyorduk, sonra bedenlerimizin düzenli olarak yemeğe ihtiyacı olduğunu fark ettik. Yemek hazırlamak sıkıcı bir işti ve en sonunda kardeşimiz Gabriel nazikçe bu işin sorumluluğunu üstlenmeyi teklif etti. Zengin kütüphanemizde geniş bir yemek kitabı koleksiyonu vardı ve Gabriel geceleri bu kitaplara gömülüyordu.

İnsanlarla ilişkilerimizi asgari seviyede tutuyorduk. İş saatlerin¬den sonra daha büyük bir şehir olan bitişikteki Kingston’dan alışveriş ediyorduk, kapıya bakmıyor, çalacak olursa telefona cevap vermiyor¬duk. İnsanların kapalı kapılar ardında meşgul oldukları zamanlarda uzun yürüyüşlere çıkıyorduk. Ara sıra şehre iniyor, yoldan geçenleri gözlemlemek için birlikte kaldırımdaki kafelerde oturuyor, dikkat çekmeyi önlemek için kendimizi birbirimizin arkadaşlığına kaptırmış gibi göstermeye çalışıyorduk. Kendimizi tanıttığımız tek insan, kıyının yanındaki mavi taşlı küçük St. Mark Kilisesi’nin rahibi Peder Mel’di.

Bizi gördüğünde, “Aman Tanrım. Demek sonunda geldiniz,” dedi.,

Peder Mel’i seviyorduk çünkü hiç soru sormuyor ya da bizden herhangi bir talepte bulunmuyordu, yalnızca dua ederken bize katı¬lıyordu. Şehir üzerinde pek fazla göze batmayan etkimizle insanların zamanla tekrar maneviyatlarına bağlanmalarım umuyorduk. İnsanların itaatkâr olmalarını ve her pazar kiliseye gitmelerini beklemiyorduk, ama onların yeniden inanmalarını sağlamak ve onlara mucizelere inanmayı öğretmek istiyorduk. Market alışverişi yapmaya giderken kiliseye uğrayıp bir mum yaksalar bile bu bizi mutlu edecekti.

Venüs Koyu hareketsiz, hiçbir şeyin asla değişmediği türden bir sahil kasabasıydı. Buranın sessizliği hoşumuza gidiyordu, genellikle plajın en ıssız olduğu yemek zamanlarında, sahil boyunca yürüyüş yapıyorduk. Bir gece, orada demir atmış teknelere bakmak için limana kadar yürüdük. Tekneler o kadar canlı renklerle boyanmışlardı ki, bir kartpostala aitmiş gibi duruyorlardı. Limanın sonuna gelmeden önce, bir çocuğun orada tek başına oturduğunu fark edemedik. Çocuk on yedi yaşından büyük olamazdı ama günün birinde nasıl bir adam olacağını görmek mümkündü. Dizlerine kadar uzanan bir kargo şort ve kollan kesilmiş, beyaz, bol bir tişört giyiyordu. Kaslı bacakları li¬manın kenarından aşağı sarkıyordu. Balık tutuyordu ve arkasında içi yem dolu bez bir çantayla çeşit çeşit oltalar vardı. Onu gördüğümüzde birdenbire durduk, bizi çoktan görmüş olmasaydı hemen arkamızı dönüp giderdik.
İçten bir gülümsemeyle, “Merhaba,” dedi. “Yürümek için güzel bir akşam.” Ağabeyim ve kız kardeşim cevap olarak sadece başlarını salladılar ve hiç kımıldamadılar. Ama ben cevap vermemenin çok büyük bir kabalık olacağına karar verdim ve bir adım öne çıktım. “Evet, öyle,” dedim. Sanırım bu benim zayıflığımın ilk işaretiydi, insani merakım beni öne çıkarıyordu. İnsanlarla etkileşim içinde olmamız, ama onlarla asla arkadaşlık kurmamamız ve onları hayatımıza sok-mamamız gerekiyordu. Bense şimdiden görevimizin kurallarını hiçe sayıyordum. Susmam ve oradan uzaklaşmam gerektiğini biliyordum, ama bunun yerine elimle çocuğun oltalarına işaret ettim. “Şansın yaver gitti mi bari?”

“Bunu eğlence olsun diye yapıyorum,” dedi, boş olduğunu gö¬rebilmem için kovayı yukarı doğru kaldırarak. “Tesadüfen bir şey yakalarsam onu tekrar denize atıyorum.”

Daha yakından bakabilmek bir adım daha attım. Çocuğun açık kahverengi saçları ceviz rengindeydi. Saçları alnına dökülmüştü ve solgun ışıkta üzerinde parlak bir parıltı vardı. Solgun gözleri badem şeklindeydi ve gözlerinin rengi çarpıcı bir turkuaz mavişiydi. Ama gülümsemesi tek kelimeyle büyüleyiciydi. Demek böyle yapılıyormuş, diye düşündüm: hiç çaba harcamadan, içgüdüsel ve bütünüyle insancıl. Onu seyrederken, neredeyse manyetik bir güç tarafından ona doğru çekildiğimi hissettim. Ivy’nin beni ikaz eden bakışını görmezden ge¬lerek bir adım daha attım. Merakımı sezinleyerek oltasını uzattı ve, “Denemek ister misin?” diye sordu. Verilecek uygun bir cevap bulmaya çabalarken Gabriel benim yerime cevap verdi.

“Şimdi veda etmeliyiz, Bethany. Eve gitmemiz gerekiyor.”

Çocuğunkiyle karşılaştırıldığında Gabriel’ın konuşmasının ne kadar resmî olduğunu fark ettim. Gabriel’ın kullandığı kelimeler kulağa prova edilmiş, sanki bir oyunun bir sahnesini oynuyormuş gibi geliyordu. Muhtemelen o da böyle hissetmişti. Araştırmamızın bir parçası olarak seyrettiğim eski Hollywood filmlerindeki karak¬terlerden biri gibi konuşuyordu.

Çocuk Gabriel’ın gerginliğini algılayarak, “Belki bir dahaki sefere,” dedi. Gülümsediğinde gözlerinin kenarlarının nasıl hafifçe kırıştığım fark ettim. Yüz ifadesindeki bir şey onun bizimle dalga geçtiğini dü¬şünmeme neden oldu. İsteksizce uzaklaştım. Kimsenin duyamayacağı kadar uzaklaşır uzaklaşmaz ağabeyime, “Bu çok kabaydı,” dedim. Bu sözler beni bile şaşırtmıştı. Ne zamandan beri melekler itici bir izlenim bırakma konusunda endişelenmeye başlamışlardı? Ne zamandan beri Gabriel’ın mesafeli duruşuyla kabalığı karıştırıyordum ki? O böyle yaratılmıştı, insanlarla aynı şeyleri düşünmüyor, onların davranış¬larını anlamıyordu. Buna rağmen insan özelliklerinin eksikliğinden dolayı onu azarlıyordum. Sorumsuz bir çocukla konuşuyormuş gibi, “Dikkatli olmak zorundayız, Bethany,” diye açıkladı.

Ivy, “Gabriel haklı,” diye ekledi, her zaman kardeşimizin tarafını tutardı. “İnsanlarla ilişki kurmak için henüz hazır değiliz.”

“Sanırım ben hazırım ” dedim.

Son bir kez çocuğa bakmak için arkamı döndüm. Hâlâ bizi sey¬rediyor ve hâlâ gülümsüyordu.

Bölüm 2

BEDEN

Sabah uyandığımda güneş ışınlan odanın geniş pencerelerinden sızıyor ve odamın yalın çam döşemelere düşüyordu. Işık de¬metlerinde toz zerrecikleri fırıl fırıl dönerek çılgın bir şekilde dans ediyorlardı. Hızlı deniz havasının kokusunu alabiliyor, ciyaklayan martıların seslerini ve köpüklü dalgaların kayalara vurmasını du¬yabiliyordum. Odanın etrafında artık bana ait olan, aşina olduğum eşyaları görebiliyordum. Yatak odamın dekorasyonundan her kim sorumlu idiyse, gelecekte bu odada kalacak kişi hakkında biraz fikir sahibi olarak dekore etmişti. Beyaz mobilyaları, cibinlikli demir yatağı ve gül goncalı duvar kâğıdıyla odanın kızlara özgü bir çekiciliği vardı. Beyaz tuvalet masasının çekmecelerinin üzerinde kalıpla çizilmiş çiçekli bir desen ve odanın bir köşesinde sallanan bambu bir iskemle vardı. Yatağın yanındaki duvarda ayakları kıvrık, zarif bir masa duruyordu.

Gerindim ve buruşmuş çarşafların cildime değdiğini hissettim, çarşafın kumaşı hâlâ yeniydi. Bizim geldiğimiz yerde kumaşlar ve nesneler yoktu. Varlığımızı sürdürebilmek için fiziksel hiçbir şeye ihtiyacımız olmadığından orada hiçbir şey yoktu. Cennet’i tanımlamak çok da kolay değildi. Bazı insanlar, ara sıra bilinçaltlarının derinliklerinde bir yerde saklı olan cenneti bir an için görür gibi olur ve kısa bir süre, bunun ne anlama geldiğini merak ederler. Engin bir beyazlığı, fiziksel olarak görülecek hiçbir şeyi olmasa da görebileceğiniz en güzel manzaraya sahip, görünmez bir şehri hayal etmeye çalışın. Sıvı altına ve pembe kuvars taşına benzeyen gökyüzü, duyulan mutluluk hissi ve hafiflik duygusu, boş görünen ama dünyadaki en görkemli saraydan bile daha muhteşem olan bir şey. Daha önceki evim gibi kelimelerle anlatılama¬yacak kadar güzel bir şeyi betimlemeye çalışırken bundan daha iyisi elimden gelmiyordu. İnsanların dilinden pek etkilenmemiştim, bu dil inanılması güç bir biçimde kısıtlıydı. Kelimelerle anlatılamayacak o kadar çok şey vardı ki. İnsanlar hakkındaki en üzücü şeylerden biri buydu; en önemli düşünce ve duyguları genellikle açığa vurulmuyor ve neredeyse hiç anlaşılmıyordu.
Gördüğüm kadarıyla, insanların kullandığı dildeki en sinir bozucu kelimelerden biri aşktı. Bu küçücük kelimeye o kadar fazla anlam yük¬lenmişti ki. Ağızdan ağıza dolaşıyor, insanlar sahip oldukları şeylere, hayvanlarına, tatilde gidecekleri yerlere ve en sevdikleri yiyeceklere olan bağlılıklarını anlatırken bu kelimeyi özgürce kullanıyorlardı. Aynı zamanda, bu kelimeyi hayatlarında en önemli olduğunu düşündükleri insan için de kullanıyorlardı. Bu aşağılayıcı değil miydi? Bu kadar derin bir duyguyu tanımlayacak başka bir kelime olması gerekmez miydi? İnsanların kafası aşkla o kadar meşguldü ki. Bütün insanlar umutsuzca “benim diğer yarım” diye söz edebilecekleri bir insanla bağ kurmak istiyorlardı. Okuduğum kaynaklara göre âşık olmak, sevgilinin bütün dünyası olmak anlamına geliyor gibiydi. Âşıkların dünyasıyla karşılaştırıldığında dünyanın geri kalanı önemsiz görünüyordu. Ayrıldıklarında her ikisi de bir bunalıma düşüyor ve tekrar birlikte olmaya başladıklarında kalpleri yeniden çarpmaya başlıyordu. Yalnızca birlikteyken dünyanın renklerini gerçekten görebiliyorlardı. Sevgililer birbirinden ayrıyken o renk ortadan kalkıyor ve her şey bulanık gri bir renge bürünüyordu. Bu kadar mantıksız ve inkâr edilemeyecek kadar insani olan bu duygunun yoğunluğunu düşünerek yatağımda uzanıyordum. Peki, ya bir insanın yüzü sonsuza dek beyninize kazı¬nacak kadar kutsalsa? Kokusu ve dokunuşu sizin için hayatın kendi¬sinden bile daha değerliyse? Elbette, insanların âşık olması hakkında hiçbir şey bilmiyordum ama bu düşünce bende her zaman bir merak uyandırmıştı. Gökyüzündeki varlıklar insan ilişkilerinin yoğunluğu anlıyormuş gibi davranmazlar, ama ben insanların başka bir insanın kalplerine ve zihinlerine egemen olmasına izin vermelerini hayret verici buluyorum. Aşk insanların evrendeki harika şeylerin farkına varmalarını sağlarken, âşıkların ilgilerini birbirleriyle sınırlamaları ironik bir durumdu.

Ağabeyim ve kız kardeşimin aşağıdaki mutfakta dolanmaları dü¬şüncelerimi böldü ve beni yataktan çıkardı. İnsanların aşkı meleklere yasak olduğuna göre, benim düşüncelerimin ne önemi olabilirdi ki?

Beni sıcak tutması için kaşmir bir şala sarındım ve yalınayak yürüyerek aşağı indim. Mutfakta beni kızarmış ekmek ve kahvenin davetkâr kokusu karşıladı. İnsan hayatına alıştığımı görmek beni memnun etmişti; birkaç hafta önce bu tür kokular başımı ağrıtabilir ya da midemi bulandırabilirdi. Ama şimdi yaşadığım bu deneyimden zevk almaya başlıyordum. Ayak parmaklarımı kıvırıp yerdeki pürüzsüz tahta döşemelerin verdiği hissin tadını çıkardım. Hâlâ yarı uyanık olduğumdan, sakarca ayak parmağımı buzdolabına çarptığımda bile buna aldırış etmedim. Bu dayanılmaz acı bana yalnızca, gerçek olduğumu ve hissedebildiğimi hatırlatmaya yaramıştı.

Ağabeyim bana dumanı tüten sıcak bir bardak çay verirken şakayla karışık, “Tünaydın, Bethany,” dedi. Bardağı masaya bırak¬madan önce elimde biraz fazla tuttum ve parmaklarımı yaktım. Gabriel benim irkildiğimi gördü ve ben de onun kaşlarını çatarak alnını kırıştırdığını gördüm. İki kardeşimin aksine, acıya duyarsız olmadığımı hatırlamıştım.

Fiziksel şeklimin zaafları insan bedeniyle aynıydı, ancak kesikler ve kırık kemikler gibi hafif yaralanmaları kendi kendime iyileştirebiliyordum. Bu iş için seçilmiş olmamın Gabriel’ı endişelendiren yönle¬rinden biri de buydu. Beni zayıf biri olarak gördüğünü ve bu görevin benim için çok tehlikeli olabileceğini düşündüğünü biliyordum. Bu iş için seçilmiştim, çünkü insanların koşullarına diğer meleklerden daha çok uyuyordum; insanları gözlemiş, onlarla empati kurmuş ve onları anlamaya çalışmıştım. Onlara inanıyordum ve onlar için gözyaşı dökmüştüm. Bu belki de genç olduğum içindi; yalnızca on yedi ölümlü yılı önce yaratılmıştım, bu süre gökyüzündeki varlıklar için bebekliğe eşitti. Gabriel ve Ivy yüzyıllardır yaşıyorlardı, birçok savaşta çarpışmışlar ve insanların benim hayal bile edemediğim acı¬masızlıklarını görmüşlerdi. Dünya üzerinde kendilerini koruyacak güç ve kudreti elde etmek için çok zamanları olmuştu. Her ikisi de birkaç görevde dünyayı ziyaret etmişlerdi, bu yüzden ona alışmaya zamanları olmuştu ve dünyadaki tehlikelerle tuzaklardan haberdardılar. Ama ben en saf, en kolay incinebilir türden bir melektim. Saf ve güvenilir, genç ve narindim. Acıyı hissedebiliyordum çünkü yılların bilgeliği ve deneyimi beni acıdan koruyamıyordu. Bu yüzden Gabriel bu işe seçilmemi istemiyordu ve ben de bu yüzden seçilmek istiyordum.

Ama son kararı vermek ona kalmamıştı, son karan vermek başka birine, Gabriel’ın bile tartışmaya cesaret edemeyeceği kadar önemli birine düşmüştü. Benim seçilmemin ardında kutsal bir sebep olduğu ve bu sebebi kendisinin bile kavrayamayacağı gerçeğine boyun eğmişti.

Çekingen bir şekilde çayımı yudumladım ve ağabeyime gülüm¬sedim. Yüzü aydınlandı ve eline bir kutu mısır gevreği alıp üzerindeki etiketi dikkatle inceledi.

“Ne yemek istiyorsun, kızarmış ekmek mi yoksa ballı buğday gevreği denen şeyi mi?”

“Ben kızarmış ekmek alayım,” dedim gevreğe burun kıvırarak.

Ivy tembel tembel masada oturmuş, bir dilim ekmeğe yağ sü¬rüyordu. Kız kardeşim hâlâ damak tadım geliştirmeye çalışıyordu, onun kızarmış ekmeğini düzgün küçük kareler hâlinde kesmesini, tabağının içinde bu küçük parçaların yerlerini değiştirmesini ve sonra bir bilmece gibi tekrar bir araya getirmesini izledim. Her zaman etrafa yaydığı çarpıcı frezya kokusunu içime çekerek onun yanına gittim.

Yağmur grisi gözlerine düşen bir tutam açık san saçı kaldırır¬ken her zamanki sakinliğiyle bana dikkatle bakarak, “Biraz solgun görünüyorsun,” dedi. Ivy kendi kendine ailemizin annesi olmaya karar vermişti.

“Önemli bir şey değil,” diyerek baştan savma bir cevap verdim ve küçük bir tereddüdün ardından, “sadece kötü bir rüyaydı,” diye ekledim. Her ikisinin de hafifçe gerginleştiğini ve endişeli bakışlarla birbirlerine baktıklarını gördüm.

Ivy, “Ben buna önemsiz demezdim,” dedi. “Rüya görmenin göre¬vimiz olmadığım biliyorsun.” Yüzümü daha yakından inceleyebilmek için Gabriel pencerenin yanındaki yerinden geri geldi. Parmağının ucuyla çenemi yukarı kaldırdı. Yeniden kaşlarını çattığını ve bunun, onun ağırbaşlı yüzünü gölgelediğini fark ettim.

Artık alıştığım ağabey ses tonuyla, “Dikkatli ol, Bethany,” diye nasihat verdi. “Fiziksel deneyimlere çok fazla bağlanmamaya çalış. Heyecan verici gibi gözükse de burada sadece ziyaretçi olduğumuzu unutma. Bütün bunların hepsi geçici, er ya da geç geri dönmemiz gerekecek.” Yüzümdeki üzgün ifadeyi görünce aniden durdu. Tekrar konuşmaya başladığında ses tonu daha yumuşaktı, “Şey, bu olmadan önce bir hayli zaman var, öyleyse bunu sonra tartışabiliriz.”

Dünyayı Ivy ve Gabriella ziyaret etmek garipti. Gittiğimiz her yerde çok fazla dikkat çekiyorlardı. Fiziksel yapı olarak, Gabriel klasik bir heykelin canlanmış hâli olabilirdi. Vücudunun orantısı mükemmeldi ve her bir kası sanki en saf mermerden yontulmuş gibi görünüyordu. Omzuna düşen saçları kum sarısı renkteydi ve onları genellikle gev¬şek bir atkuyruğu şeklinde arkada toplardı. Kaşları kalın, burnu bir ok kadar düzdü. Bugün ona dağınık bir güzellik vermiş olan, dizleri yıpranmış, soluk mavi bir kot pantolon ve buruşuk, keten bir gömlek giyiyordu. Gabriel bir baş melek ve Kutsal Yedi grubunun üyelerinden biriydi. Grupları kutsal hiyerarşide yalnızca ikinci sırada olmasına rağmen olabildiğince ayrıcalıklıydılar ve insanlarla en fazla iletişim kuran onlardı. Aslına bakılırsa, onlar Tanrı ve ölümlüler arasında ilişki kurmak için yaratılmışlardı. Ama Gabriel özünde bir savaşçıydı. Onun ilahi adı, “Tanrının Kahramanı” anlamına geliyordu, Sodom ve Gomore şehirlerinin yanışım seyreden oydu.

Diğer taraftan, yirmi yaşından bir gün bile fazla göstermeyen Ivy türümüzün en yaşlı ve en akıllılarından biriydi. O bir serafimdi; Tanrı’ya en yalan yüce meleklerden biriydi. Cennet’te, yüce meleklerin yaradılışın altı gününü gösteren altı tane kanatları vardır. Rütbesini göstermesi için Ivy’nin koluna altından bir yılan dövmesi yapılmıştı. Savaşta serafimin dünyaya ateş kusacağı söyleniyordu, ama o tanıdığım en nazik canlılardan biriydi. Fiziksel yapı olarak, Ivy kuğu gibi boynu ve solgun oval yüzüyle bir Rönesans Meryem Ana’sına benziyordu. Onun da Gabriel’inkiler gibi yağmur grisi, delici gözleri vardı. Bu sabah beyaz dökümlü bir elbise ve altın rengi sandaletler giymişti.

Diğer taraftan ben sadece, en alt basamakta yer alan, pek fazla özelliği olmayan, gösterişsiz, basit bir değişim meleğiydim. Bunu pek fazla umursamıyordum, çünkü bu Cennet e gelen insan ruhlarıyla iletişim kurabileceğim anlamına geliyordu. Fiziksel görünüşüm aileminki kadar semaviydi, sadece gözlerim nehir taşlan kadar kahverengiydi ve çikolata kahverengisi saçlarım hafif dalgalı bir şekilde sırtıma dö¬külüyordu. Dünyadaki görev için seçildiğimde, fiziksel görünüşümü seçebileceğimi düşünmüştüm ama öyle olmadı. Minyon, ince kemikli, fazla uzun boylu olmayan, kalp şeklinde bir yüzü, peri gibi sivri kulak¬ları ve süt kadar beyaz cildi olan biri olarak yaratılmıştım. Ne zaman aynada kendimi görsem, kardeşlerimin yüzünde eksik olan bir heves görürdüm. Denesem bile Gabe ve Ivy kadar soğuk görünemiyordum. Etraflarında gelişen dramatik durum her ne olursa olsun, yüzlerindeki ciddi ifade nadiren değişirdi. Dünyevi görünmeye ne kadar çabalarsam çabalayayım yüzümde durgunlaşmayan bir merak ifadesi olurdu.
Ivy tabağını alıp, her zamanki gibi, yürümekten ziyade dans edermiş gibi hareket ederek lavaboya gitti. Hem ağabeyim hem de kız kardeşim benim taklit edemediğim doğal bir zarafetle hareket ediyorlardı. Birçok kez, sakar olmanın yanı sıra, evin içinde paldır küldür yürümekle suçlanmıştım.
Ivy yansı yenmiş kızarmış ekmeği attıktan sonra pencere önün¬deki kanepeye uzandı, gazete önünde açık duruyordu.
“Ne haberler var?” diye sordum.

Cevap olarak, görmem için gazetenin ön sayfasını yukarı doğru kaldırdı. Manşetleri okudum -bombalamalar, doğal afetler ve eko¬nomik çöküş- birdenbire kendimi yenilgiye uğramış gibi hissettim. Ivy içini çekerek, “insanların kendilerini güvende hissetmemelerine şaşırmamak gerek,” dedi. “Birbirlerine hiç inançları yok.”

Tereddütle, “Eğer bu doğruysa biz onlar için ne yapabiliriz ki?” diye sordum.

Gabriel, “Çok kısa zamanda çok fazla şeyin olmasını bekleme¬meliyiz,” dedi. “Değişimin zaman alacağını söylüyorlar.”

Ivy, “Ayrıca dünyayı kurtarmaya çalışmak bizim işimiz değil,” dedi. “Bizim payımıza düşen küçük parçaya odaklanmalıyız.”

“Bu kasabayı mı kastediyorsun?”

Ivy, “Elbette,” diyerek başını salladı. “Bu kasaba listede Karanlık Güçler’in hedefi olarak yer alıyordu. Seçtikleri yerler çok tuhaf.”

Gabriel, “Sanırım küçük yerlerden başlayıp hedef büyütüyorlar,” dedi tiksinerek. “Bir kasabayı ele geçirebilirlerse bir şehri, daha sonra bir eyaleti ve sonra da bir ülkeyi ele geçirebilirler.”

“Önceden ne kadar zarar verdiklerini nasıl bileceğiz?” diye sordum.

Gabriel, “Bu, zaman içinde ortaya çıkar,” dedi. “Ama yemin edi¬yorum, onların yaptıkları zararlı işleri sona erdireceğiz. Görevimizde başarısızlığa uğramayacağız ve biz buradan ayrılmadan önce bu yer bir kez daha Tanrı’nın ellerinde olacak.”

Ivy havayı yumuşatmaya çalışarak, “Bu süre zarfında insanların arasına karışmayı deneyelim,” dedi. Neredeyse yüksek sesle gülüp ona aynada kendine bakmasını söyleyecektim. Zaman kadar yaşlı olabilirdi ama bazen epey safça konuşabiliyordu. İnsanların arasına karışmanın bir mücadele olacağını ben bile biliyordum.

Herhangi biri bile farklı olduğumuzu görebilirdi ve bu, sanat öğrencisinin boyalı saçları ve gülünç çoraplarına benzer türden bir farklılık değildi. Gerçekten de farklıydık; doğaüstü bir şekilde fark¬lıydık. Kim olduğumuz… daha doğrusu ne olduğumuz düşünülürse, bu garip değildi. Bizi dikkat çekici yapan birkaç şey vardı. Öncelikle, insanların kusurları vardı, bizim yoktu. Birimizi kalabalığın içinde I gördüğünüzde dikkatinizi çekecek ilk şey tenimizdi. Tenimiz o kadar j açık renkti ki, cildimizde gerçek ışık parçacıkları bulunduğuna ikna olabilirdiniz. Hava karardıktan sonra, sanki içimizde bir enerji kay¬nağı varmış gibi, açıkta kalan tenimizin bir parlaklık yaymasıyla bu durum daha da belirginleşiyordu. Ayrıca, hiç ayak izi bırakmıyorduk, çimen ya da kum gibi iz bırakılan şeyler üzerinde yürürken bile. Ve hiçbirimizi askılı ya da kolsuz tişört giyerken göremezdiniz; ufak bir estetik sorunu gizlemek için daima arkası kapalı tişörtler giyerdik. Biz hayatlarına dâhil oldukça, kasaba sakinleri Venüs Koyu gibi hareketsiz ve can sıkıcı bir yerde ne yaptığımızı merak etmekten kendilerini alamamaya başlamışlardı. Bazen uzun zaman orada kalan turistler olduğumuzu düşünüyor, diğer zamanlardaysa bizi ünlü kişilere benzetiyor ve adını bile duymadığımız TV programları hakkında bize sorular soruyorlardı. Hiç kimse çalıştığımızı, yok olmanın eşiğindeki bir dünyaya yardım etmek için işe alındığımızı tahmin etmiyordu. Neden gönderildiğimizi anlamak için yalnızca bir gazeteyi açmanız ya da televizyonun düğmesini çevirmeniz yeterliydi: cinayet, adam kaçırma, terörist saldırıları, savaş, yaşlılara saldırıda bulunulması… Bu korkunç liste uzayıp gidiyordu. Tehlikede olan o kadar çok ruh vardı ki, Karanlığın Melekleri bir araya gelmek için hiçbir fırsatı ka¬çırmıyorlardı. Gabriel, Ivy ve ben buraya onların etkisini azaltmak için gönderilmiştik. Diğer Işığın Melekleri dünyanın çeşitli yerlerine gönderilmişlerdi ve sonunda bulgularımızı değerlendirmek için çağrı¬lacaktık. Durumun kötü olduğunu biliyordum ama başarısız olmaya-cağımızdan emindim. Aslında, bunun kolay olacağını düşünüyordum; bizim varlığımız mükemmel bir çözüm olacaktı. Bu konuda ne kadar yanıldığımı çok geçmeden öğrenecektim.

Venüs Koyu’na geldiğimiz için şanslıydık. Burası çarpıcı tezatların bulunduğu nefes kesici bir yerdi. Sahil şeridinin bazı kısımları rüzgârlı ve kayalık yerlerdi ve evimizden, karanlık, dalgalı okyanusa bakan kayalıkları görebiliyor, ağaçlar arasında esen rüzgârın uğultusunu duyabiliyorduk. Denizden biraz uzakta, otlayan inekler ve şirin yel değirmenleriyle engebeli tepelerin pastoral manzaraları vardı.

Venüs Koyu’ndaki evlerin çoğu mütevazı, bindirme tahtalı ev¬lerdi, ama sahil yakınlarında, kenarları ağaçlarla sıralanmış ve daha büyük olan bir dizi etkileyici evle üç şeritli caddeler vardı. Evimiz, “Byron” bunlardan biriydi. Konakladığımız yer Gabriel’ı pek fazla heyecanlandırmamıştı; içindeki papaz bunu çok fazla buluyordu; daha az lüks bir evde kendini daha rahat hissedeceğine hiç şüphe yoktu, ama Ivy ve ben buraya bayılıyorduk. Ve başımızdakiler bizim dünyada geçirdiğimiz zamanın tadını çıkarmamızda bir sakınca görmedilerse biz neden görmeliydik? Evin bizim halkın arasına karışma amacımızı gerçekleştirmeye yardımcı olmayacağını tahmin ediyordum ama sustum. Kendimi bu görevde zaten çok fazla sorun çıkarıyormuş gibi hissederken şikâyet etmek istemedim.

Venüs Koyu’nun nüfusu yaklaşık üç bin kadardı, ancak yazları kalabalık bir tatil köyüne dönüştüğünde bu sayı iki katına çıkıyordu. Yılın hangi zamanı olursa olsun, bölge halkı içten ve dost canlısı in¬sanlardı. Bu yerin atmosferini seviyordum: Büyük sorumluluk isteyen işlere gitmek için koşuşturan takım elbiseli insanlar yoktu, hiç kimse acele etmiyordu. İnsanlar yemeklerini kasabanın en şık restoranında mı, yoksa sahildeki büfede mi yediklerini çok da umursuyor gibi görünmüyorlardı. Bu gibi şeyler konusunda endişe etmek için fazla rahatlardı.

“Benimle aynı fikirde misin, Bethany?” Gabriel’ın sesinin kalın tınısı beni şimdiki zamana döndürmüştü. Konuşmanın parçalarını hatırlamaya çalıştım ama hiçbir şey hatırlanmıyordum.

“Özür dilerim,” dedim. “Kilometrelerce uzaktaydım. Ne diyordun?”
“Sadece bazı temel kuralları belirliyordum. Bugünden itibaren her şey farklı olacak.”

Gabriel yine kaşlarını çatıyordu, dikkatsizliğimden rahatsız olmuştu. O sabah ikimiz de -ben bir öğrenci, Gabriel da yeni müzik öğretmeni olarak- Bryce Hamilton Lisesi’ne başlıyorduk. Değerleri hâlâ gelişen genç insanlarla dolu olduğu göz önüne alındığında, karanlığın temsilcilerine karşı koymaya başlamamız için okulun yararlı bir yer olacağına karar verilmişti. Ivy liseye gidemeyecek kadar tuhaftı, bu yüzden onun bizi akıl hocalığı yapması, güvenliğimizi, daha doğrusu benim güvenliğimi sağlaması kararlaştırılmıştı, çünkü Gabriel kendini kollayabilirdi.

Ivy, “Önemli olan neden burada olduğumuzu unutmamak,” dedi. “Görevimiz açık: sevap işlemek, iyilik ve hayır işleri yapmak ve insanlara örnek olmak. Henüz mucize istemiyoruz, mucizelerin nasıl karşılanacağını kestirinceye kadar mucizelerin zamanı değil. Aynı zamanda, insanları gözlemlemek ve onlar hakkında öğrenebildiğimiz kadar çok şey öğrenmek istiyoruz. İnsanların kültürü o kadar karmaşık ve evrendeki diğer her şeyden o kadar farklı ki.”
Bu temel kuralların çoğunlukla benim için olduğunu tahmin ediyordum. Gabriel hiçbir durumda kendini kontrol altında tutmakta zorluk çekmemişti.
Belki biraz fazla hevesli görünerek, “Bu eğlenceli olacak,” dedim.

Gabriel, “Bu, eğlence değil,” diye karşılık verdi. “Söylediğimiz hiçbir şeyi duymadın mı?”
Ivy yatıştırıcı bir ses tonuyla, “Esasen, kötü etkileri uzaklaştırmaya ve insanların tekrar birbirlerine inanmalarını sağlamaya çalışıyoruz,” dedi. “Gabe, Bethany için endişelenme, o iyi olacak.”

Ağabeyim, “Kısacası kasaba halkını kutsamak için buradayız,” diye devam etti. “Ama çok fazla dikkat çekmemeliyiz. En önemli önceliğimiz fark edilmemek. Bethany, lütfen öğrencileri… huzursuz edecek bir şeyler söylememeye çalış.”

Gücenme sırası bendeydi.
“Ne gibi?” diye sordum. “O kadar ürkütücü değilim.”
Ivy, “Gabriel’in ne demek istediğini biliyorsun,” dedi. “Sadece, senin düşünmeden konuştuğunu söylemeye çalışıyor. Evimiz hakkında kişisel konuşmalar yapma, ‘Tanrı böyle düşünüyor’ ya da ‘Tanrı bana böyle söyledi’ deme… Senin bir şeyler kullandığını düşünebilirler.”
Kızgın bir şekilde, “Pekâlâ,” dedim. “Ama en azından öğlen ye¬meğinde koridorlarda uçmama izin vermenizi umuyorum.”

Gabriel bana sert bir bakış fırlattı. Yaptığım espriyi anlamasını bekledim ama gözlerinde hâlâ ciddi bir bakış vardı. Onu çok sevmeme rağmen, Gabriel’in kesinlikle herhangi bir konuda espri anlayışı yoktu.

“Endişelenme, rahat duracağım. Söz veriyorum.”
Ivy, “Kendini kontrol altında tutman son derece önemli,” dedi.

Yine içimi çektim. Kendini kontrol altında tutma konusunda endişelenmesi gereken kişinin sadece ben olduğunu biliyordum. Ivy ve Gabriel’in bu tür bir şeyin onlar için alışkanlık olmasına yetecek kadar tecrübeleri vardı, kuralları son derece iyi biliyorlardı. Bu hiç adil değildi. Ayrıca onlann benimkinden daha sakin bir kişilikleri vardı. Onlara Buz Kralı ve Kraliçesi de denebilirdi. Hiçbir şey onları korkutmuyordu ve hiçbir şeyden tedirgin olmuyorlardı, en önemlisi de hiçbir şey onları sinirlendirmiyordu. Rollerini hiç uğraş göstermeden hatırlayabilen, çok iyi prova yapmış aktörler gibiydiler. Benim içinse durum farklıydı. Başından beri uğraşıyordum. Her nedense, insan olmak beni gerçekten zorlamıştı. Bunun yoğunluğu için hazır değildim. Bu son derece keyif verici bir boşluktan, bütün duyguların inişli çıkışlı olduğu bir deneyim yaşamaya geçmek gibi bir şeydi. Bazen duygular birbirine karışıyor ve kum gibi değişiyordu, bunun sonucuysa bütü¬nüyle karmaşa oluyordu. Kendimi duygusal olan her şeyden ayırmam gerektiğini biliyordum, ama bunu nasıl yapacağımı çözememiştim. Yüzeyin altında sürekli olarak bu kadar karmaşa devam ederken, sıradan insanların yaşamayı nasıl başardıkları beni hayrete düşürü¬yordu; bu çok yorucu bir şeydi. Karşılaştığım zorlukları Gabriel’dan saklamaya çalışıyor, onu haklı çıkarmak ya da bu zorluklar yüzünden benim hakkımda kötü düşünmesini istemiyordum. Eğer kardeşlerim buna benzer bir şey yaşadıysalar da bunu gizlemekte çok ustaydılar.
Ivy gidip üniformamı hazırlamayı ve Gabe için temiz bir göm¬lekle pantolon bulmayı önerdi. Öğretim kadrosunun bir üyesi olarak Gabriel’ın gömlek giyip kravat takması gerekiyordu ve bu fikir ona pek de çekici gelmiyordu. Genellikle bol kot pantolon ve yakası açık kazaklar giyerdi. Sıkı ve dar olan her şey kısıtlanıyor gibi hissetmemize neden olurdu. Genellikle giysiler bize köşeye sıkışmışız gibi tuhaf bir his verirdi, bu yüzden kaslı göğsünü sımsıkı saran yepyeni beyaz gömlek içinde kıvranarak ve düğümünü yeterince gevşetinceye kadar kravatım çekiştirerek tekrar aşağıya geldiğinde Gabriel’ın hâlini anlıyordum.

Farklı olan tek şey kıyafetler değildi, ayrıca duş almak, dişlerimizi fırçalamak ve saçlarımızı taramak gibi kişisel temizlik alışkanlıklarını da öğrenmemiz gerekmişti. Var olmanın bakım gerektirmediği Cennet’te böyle şeyleri düşünmemize gerek yoktu. Fiziksel bir mevcudiyet olarak hayat, çok daha fazla şey ifade ettiğinden hatırlanacak çok şey vardı.

Gabriel, “Öğretmenler için kıyafet zorunluluğu olduğundan emin misin?” diye sordu.
Ivy, “Sanırım,” diye karşılık verdi, “ama yanılıyor olsam bile okuldaki ilk gününde riske girmeyi gerçekten istiyor musun?”

Gabriel kollarını serbest bırakmak için gömleğinin kollarım kı¬vırmaya çalışırken, “Daha önce giydiklerimin nesi vardı?” diye sordu. “En azından rahattı.”
Ivy ona dilini şaklattı ve üniformamı düzgün bir şekilde giyip giymediğimi kontrol etmek için bana döndü.

Aslında üniformamın bir üniformaya göre oldukça şık olduğunu kabul etmeliydim. Uçuk mavi renkteydi, önü pililiydi ve beyaz, Peter Pan stili yakası vardı. Bu üniformayla birlikte, dize kadar pamuklu çoraplar, kahverengi tokalı ayakkabılar ve göğüs cebinin üzerinde altın renkle süslenmiş okul armasının bulunduğu koyu mavi blazer bir ceket giymemiz gerekiyordu. Ivy bana uçuk mavi ve beyaz renkte kurdeleler almıştı ve şimdi bu kurdeleleri ustaca örgülerime bağlamıştı.

“İşte oldu,” dedi, yüzünde tatmin olmuş bir gülümsemeyle. “Kutsal bir elçiden yerel bir öğrenciye.”

Keşke elçi kelimesini kullanmasaydı; bu çok sinir bozucuydu. O kadar çok ağırlık ve beklenti taşıyordu ki. Ve bunlar insanların ço¬cuklarından bekledikleri türden, odalarını temizlemeleri, kardeşlerine bakıcılık yapmaları ya da ödevlerim bitirmeleri gibi beklentiler değildi. Bunlar karşılanması gereken türden beklentilerdi ve bu beklentiler karşılanmazsa… şey, bu beklentiler karşılanmazsa ne olacağını bilmi¬yordum. Dizlerim her an çözülecekmiş gibi hissettim.
“Bundan o kadar emin değilim, Gabe,” dedim konuşurken bile bunun kulağa ne kadar dengesiz geldiğim bilerek. “Ya hazır değilsem?”
Gabriel, “Bu bizim seçimimiz değil,” diye cevap verdi her zamanki soğukkanlılığıyla. “Tek bir amacımız var: Tanrıya karşı görevlerimizi yerine getirmek.”
“Ben de bunu yapmak istiyorum ama burası bir lise. Kenardan hayatı gözlemlemek başka bir şey, biz hayatın tam ortasında olacağız.”
Gabriel, “Mesele de bu zaten,” dedi. “Kenardan bir fark yarat¬mamız beklenemez.”
“Ama ya bir şey ters giderse?”
“Ters giden şeyi düzeltmek için orada olacağım.”
“Sadece, dünya melekler için çok tehlikeli bir yer gibi görünüyor.”
“Bu yüzden buradayım.”

Düşündüğüm sadece fiziksel tehlikeler değildi. Bu tür tehlikelerle başa çıkmak için oldukça hazırlıklıydık. Beni endişelendiren, tüm insani şeylerin çekiciliğiydi. Kendimden şüphe ediyordum, bunun ulvi amacımı unutmama yol açabileceğini biliyordum. Ne de olsa, bu daha önce de olmuş ve korkunç sonuçlar doğurmuştu; insanlığın hazlarıyla baştan çıkarılan sürgün edilmiş meleklerin korkunç hikâyelerini hepimiz duymuştuk ve onlara ne olduğunu biliyorduk.

Ivy ve Gabriel dünyayı eğitimli bir gözle gözlemliyorlardı, tehlike¬lerin farkındaydılar ama benim gibi bir acemi için tehlike çok büyüktü.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıHale
  • Sayfa Sayısı480
  • YazarAlexandra Adornetto
  • ÇevirmenEsra Kılıççı
  • ISBN6054456239
  • Boyutlar, Kapak13,5×21,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviPegasus / 2011

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Sapphique – Incarceron 2 ~ Catherine FisherSapphique – Incarceron 2

    Sapphique – Incarceron 2

    Catherine Fisher

    KALBİN KİLİDİNİ HANGİ ANAHTAR AÇAR? Finn canlı Hapishane’den, korkunç Incarceron’dan kaçtı; ama orayı hatırladıkça acı çekiyor çünkü kardeşi Keiro hâlâ içeride. Claudia, Finn’ın Kral...

  2. İzlenemez ~ Joanne Ellisİzlenemez

    İzlenemez

    Joanne Ellis

    1. BÖLÜM Lucas Pazartesi Lucas, buz gibi su tenine batarken kâbusunun etkisini üzerinden atmayı denedi. İçine çökmüş derin acı onu her an boğabilirdi.  Zihnindeki...

  3. Taht Oyunları ~ George R. R. MartinTaht Oyunları

    Taht Oyunları

    George R. R. Martin

    Buz ve Ateşin Şarkısı 1 Yazların on yıllar, kışların bir insan ömrü sürebildiği diyarda, dehşetli ve soğuk zamanlar yaklaşmaktadır. Kışyarı’nın kuzeyindeki buzul topraklarda, Yedi...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur