Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Havada Bulut
Havada Bulut

Havada Bulut

Sait Faik Abasıyanık

İnsan düşünürken güzel cümleler yapıyor, ne iyi fikirler hatırına geliyor, ne meseleler hallediyor… Halbuki, düşündükten sonra yazı yazmaya koyulduğum zaman aynı cümleleri, yani o…

İnsan düşünürken güzel cümleler yapıyor, ne iyi fikirler hatırına geliyor, ne meseleler hallediyor… Halbuki, düşündükten sonra yazı yazmaya koyulduğum zaman aynı cümleleri, yani o zaman beğendiğim cümleleri, hatırlamıyorum bile… Yazmanın çok enstantane bir düşünce olduğunu biliyorum. Onu söylemek istemedim. Farz et ki, bir kırdasın. Cebinde kalem kâğıdın yok. Yazı yazmayı kurmuşsun. Eve gidince şöyle bir şey yazayım demiş, düşünmeye dalmışsın. İşte bu anları kastediyorum.

Sait Faik Abasıyanık kendine özgü yalın ve akıcı öykülerinde okuru şaşırtan, insanı ve doğayı bütün içtenliğiyle anlatmaktan geri durmayan, her şeyin merkezine insan sevgisini koyan bir yazar. “Kökü kendinden olan” bir yazar olarak Abasıyanık, Cumhuriyet sonrası edebiyatımızda bir mihenk noktası olarak belirirken çağdaş öykücülüğümüzün de temellerini atar.

Sait Faik Abasıyanık, öykücülüğümüzün en özgün ve ayrıksı seslerinden…

İÇİNDEKİLER

Kendi Burcunda Bir Yazar: Sait Faik Abasıyanık ……………. 11
Havada Bulut ………………………………………………………….. 17
Ay Işığı …………………………………………………………………… 29
Havada Bulut ………………………………………………………….. 39
Büyük Hülyalar Kuralım …………………………………………… 47
Karidesçinin Evi ………………………………………………………. 53
Yorgiya’nın Mahallesi ……………………………………………….. 63
Kurabiye …………………………………………………………………. 75
Korkunç Bir Pastane …………………………………………………. 81
Eleni ile Katina ………………………………………………………… 89
Falcı Matmazel Todori ………………………………………………. 93
Birinci Mektup ………………………………………………………… 99
İkinci Mektup ……………………………………………………….. 103
Sonu …………………………………………………………………….. 113
1 Nisan’da Bir Erik Ağacıyla Konuştum ……………………… 119
Mehmet Bey’e Göre ……………………………………………….. 123

Kendi Burcunda Bir Yazar:
Sait Faik Abasıyanık

Modern Türk edebiyatının öncü yazarlarından biri olan Sait Faik Abasıyanık, 18 Kasım 1906’da Adapazarı’nda dünyaya gelir. Babası Adapazarı belediye başkanlığı da yapmış olan, bölgenin tanınmış ticaret erbabından Mehmet Faik Bey, annesi ise yine aynı şehrin ileri gelenlerinden Hacı Rıza Efendi’nin kızı Makbule Hanım’dır. Gerek Birinci Dünya Savaşı’nın zorlu koşulları gerekse babasının ticaretle uğraşması nedeniyle sık sık farklı bölgelere göç eden aile, nihayetinde 1924 yılında İstanbul’a yerleşmiş, Sait Faik de yaşamını İstanbul’da sürdürmeye başlamıştır. 1924 yılında ailesinin İstanbul’a yerleşmesiyle İstanbul Erkek Lisesi’ne kaydolan Sait Faik, çok geçmeden yönetimle yaşadığı sorunlar nedeniyle okuldan uzaklaştırılır ve eğitimine Bursa Erkek Lisesi’nde devam eder. İlk öyküsü “İpekli Mendil”i de bu yıllarda bir edebiyat dersinde ödev olarak kaleme alır. Öykü, yıllar sonra Varlık dergisinin 15 Nisan 1934 tarihli 19. sayısında yayımlanır. 1928 yılında lise eğitimini tamamlayan Sait Faik, önce İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydolur ancak buradaki eğitimini yarım bırakarak okuldan ayrılır. Yayımlanan ilk yazısı “Uçurtmalar” bu süreçte, 9 Aralık 1929’ da Milliyet gazetesinde okurla buluşur. Sait Faik’in üniversite eğitimi almasını isteyen Mehmet Faik Bey, kardeşi Ahmet Faik Bey’le oğlunu Lozan’a gönderir (1930). Burada ekonomi eğitimi alması beklenen Sait Faik, bir süre sonra İsviçre’den sıkılır ve Fransa’ya geçer. Uzun bir süre Paris, Marsilya ve Grenoble gibi Fransız şehirlerinde bulunan ve son olarak Grenoble’a yerleşen Sait Faik, Fransız edebiyatıyla yakından ilgilenmeye başlar, vaktinin büyük bir bölümünü kitap okuyarak geçirir. Bu yıllar, ona ilerleyen yıllarda yapacağı çevirilere dair de yol gösterici olur. Oğlunun üniversite eğitimini yarım bırakmasından rahatsız olan Mehmet Faik Bey, 1934 yılında kendisini yeniden İstanbul’a çağırır. Babası tarafından sürekli ticaretle uğraşması için teşvik edilen Sait Faik, 1936 yılında Odunkapı’da bir zahire dükkânı açar ancak işlerin iyi gitmemesinden ötürü bu yer kısa bir süre sonra kapanır. Nihayetinde yine babası tarafından serbest bırakılan Sait Faik, yavaş yavaş bir süredir üzerinde çalıştığı öykü kitabına odaklanır. Uzun bir uğraşın ardından Sait Faik’in ilk kitabı Semaver, aynı yıl Remzi Kitabevi tarafından yayımlanır. 1938 yılında babasının vefatının ardından ise artık yeni bir dönem başlar. Tamamen serbest, hiçbir yükümlülüğü olmayan, dilediği gibi hareket alanına sahip bir Sait Faik söz konusudur. Mehmet Faik Bey’in vefatının ardından aile işlerini devam ettiremeyeceği anlaşılan Sait Faik, geçimini kendisine miras kalan mülklerden gelen parayla karşılar. Annesi Makbule Hanım, bu zorlu yıllarda kendisinin en büyük destekçisi olur. Artık aile, kışları Kırağı Sokak’taki evlerinde, yazları ise Burgazada’daki köşkte geçirmeye başlar. Böylelikle Sait Faik için artık sadece okuma ve yazma edimleri ön plandadır. Milliyet, Kurun, Varlık, Yürüyüş gibi çeşitli gazete ve dergilerde peşi sıra öyküleri yer alan Sait Faik, giderek kendisinden daha sık söz ettirmeye başlar. Yazdıkları kadar hakkında yazılanlar da ona olan ilgiyi artırır. 1936’da Semaver, 1939’da Sarnıç, 1940’ta Şahmerdan, 1944’te Medarı Maişet Motoru yayımlanır. Bu kitapları ilerleyen yıllarda Lüzumsuz Adam (1948), Mahalle Kahvesi (1950), Havada Bulut (1951), Kumpanya (1951), Havuz Başı (1952), Son Kuşlar (1952), Kayıp Aranıyor (1953), Şimdi Sevişme Vakti (1953), Alemdağ’da Var Bir Yılan (1954), Az Şekerli (1954) gibi kitaplar takip eder. 1942 yılında kısa bir dönem Haber gazetesinde muhabir olarak çalışan Sait Faik, sık sık adliyeleri ziyaret eder ve mahkeme salonlarında tanıklık ettiği olayları haberleştirir. Bu yazılar Sait Faik’in vefatının ardından 1956 yılında Mahkeme Kapısı adıyla kitaplaştırılır. Benzer şekilde Tüneldeki Çocuk (1955), Müthiş Bir Tren (1981), Karganı Bağışla (2003) gibi kitaplarda Sait Faik’in gazete ve dergilerde kalmış metinleri, çeşitli çeviri ve yazıları derlenerek bir araya getirilir. 1940’lı yıllarda peş peşe öykü kitaplarını yayımlayan ve vaktinin büyük bir bölümünü yakın dost çevresiyle geçiren Sait Faik Abasıyanık, 1945’ten itibaren çeşitli sağlık sorunlarıyla yüzleşmeye başlar. Doktoru ve arkadaşı Fikret Ürgüp, Sait Faik’i bu süreçte ilk muayene eden isimlerden olur. 1948’de siroz teşhisi konur ve artık sıkı bir diyet yapması konusunda uyarılır. 1951 yılında ailesiyle birlikte Samet Ağaoğlu’nun desteği, özel doktoru Kazım İsmail Gürkan’ın tavsiyesiyle tedavi için Paris’e gider ancak birkaç gün sonra bu fikrinden vazgeçerek Türkiye’ye döner. Ailesinden ve dostlarından uzak bir yerde, bir hastane odasında tek başına ölme fikri onda büyük bir korkuya neden olur. Bundan sonraki süreçte bir yandan hastalığıyla mücadele ederken diğer yandan yazmayı sürdürür. 5 Mayıs 1954’te yemek borusunda meydana gelen kanama nedeniyle hastaneye kaldırılır. 11 Mayıs 1954’te vefat eden Sait Faik Abasıyanık, ertesi gün Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilir. Kendisine ait özel, derinlikli, ayrıksı bir kurmaca dünyası geliştirebilmiş özel yazarlardan olan Sait Faik Abasıyanık, birçok kuşağı derinden etkilemiş, özellikle de öykü türünde büyük bir devrim yapmıştır. Samipaşazade Sezai, Halid Ziya (Uşaklıgil), Ömer Seyfettin, Refik Halit (Karay), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) gibi isimlerin ardından Sait Faik, Türk öykücülüğünü bambaşka bir hatta sürüklemiş, kendisinden sonra gelenler için yeni imkân ve yolların da önünü açmıştır. İlk kitabı Semaver’den itibaren öykülerinin merkezine “küçük insan”ı yerleştiren Sait Faik Abasıyanık, karakterlerine büyük bir sevgiyle yaklaşırken yalnızlık, bir başınalık, aylaklık, hayat karşısında mücadele gibi birçok farklı izleğin peşinden gider. 1930’larda başlayıp 1950’lerin ortasına dek devam eden bu serüvende yazar, küçük insanı anlatmaktan hiçbir zaman geri durmamakla beraber öykücülüğünü giderek farklı noktalara/hatlara doğru genişletir. Dolayısıyla Semaver’den Az Şekerli’ye giden yolun hem çok çetrefilli hem de çok katmanlı olduğu dile getirilebilir. Semaver, Sarnıç ve Şahmerdan gibi kitaplarında emekçilerin mücadelelerine odaklanan Sait Faik, çoğunluğu Bursa ve Adapazarı’nda geçen bu öykülerinde bir yandan dönemin ruhunu takip eder, diğer yandan kendi öykücülüğünü belirleyecek esas meselelere odaklanır. Bu öykülerde toplum, hiçbir zaman geriye itilmez ve metinler, belirli noktalarda toplumsal yaşamın izini sürer. Bir yandan hayat gailesi içinde mücadelesinden geri durmayan işçiler anlatılır, diğer yandan onların yaşadıkları üzerinden toplumun içinde bulunduğu durumun panoraması çizilir. Böylelikle insan, zaman ve mekân olgusu yavaş yavaş iç içe geçmeye başlar ve toplum, tüm bu koşul ve meseleleri kuşatan başat izleklerden biri olur. Gözlem, tanıklık ettiği olayları yazma, bir parçası olduğu toplulukların izini sürme, Sait Faik öykücülüğünün en temel özelliklerinden biridir. Bütün bir yazın serüveni boyunca bu düsturundan vazgeçmeyen Sait Faik, öykülerini çoğunlukla bildiği coğrafyalarda kurgular (önce Bursa ve Adapazarı, ardından Fransa, nihayetinde İstanbul ve Burgazada). Öte taraftan yazar, kendi dönemini yazmaktan, çevresinde gözlemlediği meseleleri işlemekten de geri durmaz. Onun için birçok şey kendi dünyasından ve gördüklerinden ibarettir. İnsan, bildiğiyle hareket eder ve Sait Faik öykücülüğünün ana hattı bu düstur üzerine kuruludur. İstanbul ve Burgazada, Sait Faik öykücülüğündeki en başat öğe olarak kabul edilebilir. Özellikle de 1945 sonrası öykülerinde yüzünü tamamen adaya çeviren Sait Faik, güneşin alnında suya açılan balıkçıların, kır kahvesinde pinekleyen işsizlerin, kumsalda uzanan genç kızların, sokakta koşuşturan çocukların, sokak sokak dolanan seyyar satıcıların, günübirlik ada ziyaretçilerinin peşinden gider ve öykülerini onlar üzerinden şekillendirir. Adada geçen uzun aylar, verimini böyle verir. Lüzumsuz Adam, Havada Bulut, Havuz Başı, Son Kuşlar gibi kitaplarında Sait Faik, yüzünü yine adaya, küçük insana, onun kendine özgü dertlerine çevirmekle beraber meselelerini giderek çeşitlendirir. Bir yandan toplumun içerisinde bulunduğu açmazlar ve bunun bireye yansıması, diğer yandan kişinin tüm zorluklara rağmen hayata tutunma mücadelesi yavaş yavaş daha da görünür olur. Tüm o öykülere sızan başıboşlar, bir köşede pinekleyenler, aylaklar artık dünyaya başka başka açılardan bakmaya başlar. Toplum, aile, tabiat gibi birçok unsur, artık küçük insan için bir çatışma alanı olarak belirir. Tüm o aylaklıklar artık başka başka anlamlara gelmektedir. Kendi arzularının peşinden gitmek isteyen insan, birtakım sorunlarla yüzleşmek zorunda olduğunun farkında, bilincindedir. Lüzumsuz Adam’la başlayan yeni yolculuğunda yazar, birlikte hareket ettiği “ben anlatıcı”yla sürekli olarak bir yürüme, dolanma hali içerisindedir. Kırlar, bahçeler, sahiller, tren istasyonları, caddeler onun için yürünmesi, hikâye aranması, göz atılması gereken uğrak noktalardır. Anlatıcı/yazar, orada gördüklerini, işittiklerini, haberdar olduklarını kayda geçirme düşüncesiyle hareket eder ve bu yeni öyküler, küçük insanın ne derece çetrefilli sorunlarla yüzleştiğini görünür kılar. Benzer şekilde duygu ve duygulanımlar da daha baskın bir şekilde ön plana çıkar. Anlatıcı, hikâyesine yer verdiği karakterlere büyük bir sevgi ve anlayışla yaklaşmaya çalışırken onlardan yana tavır almaktan da geri durmaz. Havada Bulut, Havuz Başı, Son Kuşlar gibi kitaplarda da bu anlayış devam eder ve zamanla Sait Faik öykücülüğünü belirleyen temel başlıklardan biri haline gelir. Sait Faik Abasıyanık’ın en ayrıksı ve özel kitaplarından biri olan Alemdağ’da Var Bir Yılan, salt içerik olarak değil, aynı zamanda biçim olarak da yeni bir yolun habercisidir. Anlatıcı, bu yeni öykülerde sadece yaşanan bir olayı/hadiseyi dile getiren kişi konumunda değil, aynı zamanda okuru da metne dahil etmeye çalışan, metni bir performans alanına çeviren farklı bir değere sahiptir. Bu yeni anlatıcı profili ile hem geleneksel anlatı/hikâye kalıplarının ötesine geçilir hem de yazarın “ben”e yüklediği anlam farklılaşır. Absürd, sürrealist, ben-ötesi yeni değerler ön plana çıkar ve böylelikle Semaver’le başlayan silsile, giderek farklı bir yöne evrilmiş olur. Öyküye paralel bir şekilde şiir, roman ve deneme gibi farklı yazınsal türlerle de yakından ilgilenmiş, verim vermiş bir yazar olarak Sait Faik Abasıyanık, benzer hassasiyetleri bu metinlerinde de göstermiştir. İnsan sevgisi, insanı anlamaya yönelik derinlikli bakış ve duygudaşlık, onun bütün bir yazınsal serüvenini içine alan en temel başlıklar olarak dikkat çeker. Bu bağlamda vefatından kısa bir süre önce şiirlerini bir araya getirdiği Şimdi Sevişmek Vakti de ilk roman denemesi Medarı Maişet Motoru da Kayıp Aranıyor da aynı elden çıktığını gösteren birçok göstergeye sahiptir. Kendi burcunda bir yazar olarak Sait Faik Abasıyanık, modern Türk öykücülüğünün en önemli figürlerinden/simalarından biridir. Başta 50 kuşağı olmak üzere kendi dönemi ve sonrasında birçok yazarı, şair ve edebiyatçıyı derinden etkileyen Sait Faik, ardında bıraktığı külliyatla özel bir yazar olarak değerlendirilebilir. Bugüne kadar yazılanlar ve bugünden sonra yazılacaklar, bu özel ilginin, sevgi ve yaklaşımın ne derece haklı ve yerinde olduğunu daha da görünür kılacaktır. Asaf Hâlet Çelebi’nin Küllük dergisindeki yazısında (1 Eylül 1940) kullandığı ifadeyle, “Sait Faik kendi ismi içinde mahsur kalacaktır. Hele bizde son zamanlarda onun bazı raté taklitleri türemekle beraber muhakkak ne kendisinden evvel ve ne de sonra ona yakın kimse gelmedi.” Ve gelmeyecektir. Sait Faik Abasıyanık külliyatını yayına hazırlarken metinlerin farklı dönemlerde yapılan baskılarını karşılaştırarak hareket ettik ve yazarın üslubuna, kelime tercihlerine müdahale etmedik. Bugün için anlaşılması güç kelime ve ifadeleri, kimi terim ve özel kullanımları dipnotlarda açıkladık. Umarız bugünün okuru da Sait Faik Abasıyanık külliyatını büyük bir heyecan ve arzuyla okur.

Abdullah Ezik

Ekim 2024, İstanbul

 

HAVADA BULUT

Bu uzun bacaklı, karınsız, niyeti kötü bakışlı sarışın adamın hayatına ait bildiklerimi şu veya bu kimseden öğrenmiş değilim dersem inanmayın! Bu adam hakkında söylenenleri buraya yazmasak da olurdu. Dedikodunun kıymetsiz bir şey olduğunu ortaya sürmek de doğru değil… Hiç olmazsa bir zevki vardır, kâfirin! Dedikodu biraz alaminüt fotoğrafa benzer. İcap ederse bu adam üzerine sinmiş dedikodu havasından da söz açabiliriz, korkumuz yok: Yanında köpeğiyle beraber denize nazır bir arsanın setleri üstüne oturmuştu. Köpek arka ayakları üstüne çökmüş, ön ayakları dimdik heykel gibi, burnu ıslak, soğuk… Arada bir, ince sesler çıkarıyor, sonra sahibine gidelim, der gibi bakıyordu. Adam cigarasını yaktıktan sonra, “Otur,” dedi, “oturduğun yerde!” Köpek ön ayaklarını uzatıp burnunu arasına koydu. Gözlerini kapadı. Hafif bir rüzgâr, köpeğin sarı tüylerini, adamın sarılı beyazlı sert saçlarını oynatıyordu. Adamın yüzünde manalı hatlar vardı. Sevilmemişlerin, çok üzülmüşlerin, sarhoşların, bir zaman güzelken çirkinleyivermişlerin, okumuşların, hasılı içi rahatsızların yüzlerindeki ifade… Bu adamın da yüzünden birtakım manaları insan, işi yoksa, bulup bulup çıkarıverir. Gözlerinin etrafında yedi-sekiz çizgi, hayatında çok güldüğünü değil, yüzünü güneşe verip mavi gözlerini kıstığını ifade ediyor dersem, inanmalısınız! O, aynaya baktığı zaman, bu çizgilerin gülmekten değil, güneşe bakmaktan olduğunu köpeğine söylemiştir. Bir köpeğe söylenilmiş lakırdıyı komşulardan hiçbiri işitmemiştir, denebilir mi? Komşular değil, memleketin posta müvezzii; bu her gün dağıttığı mektuplar kendilerini merak ettire ettire onu bu hale sokmuş gibi, her tenha yerde kendisine cıgara ikram eden her adama: “Haa! Hani şu köpeğiyle konuşan adam mı? Birader, dün mektup götürmüştüm. Sokak kapısı da aralıktı. İçerden birtakım sesler geldi. Kulak kabarttım tabii! Kendi kendime de, ‘Bu evde bu adamla köpekten başka mahluk yok. Allah Allah! Bu ne iştir? Bu adam ne halt karıştırır, kiminle konuşur böyle?’ diyordum. Başımı uzattım baktım. Meğer köpekle konuşmaz mı? Kendisi aslen Urumelili Türk’tür. Köpekle Rumca konuşur.” Cıgara ikram eden adam der ki: “Ne diyordu, Allah aşkına, köpeğe? Yoksa Rumca bilmez misin?” “Nasıl bilmem beyciğim? On beş senedir bu Rum köyünde müvezzilik ederim. Nasıl bilmem Rumca? Yalnız beyciğim… Dilim damağım kurudu. Şuradan bir de gazozcuk ikram edin! Kolay mı efendim, mahalleleri dolaşmak… Vallahi öyle akşamlarım olur ki beyefendi, ayakkabılarımı çıkardığım zaman sanki ayaklarım benim sabahki ayaklarım değilmiş gibi olur. En aşağı iki misli büyürler… Oh! Neyse… Gazozu soğukmuş domuzun! Her zaman değildir. Evet… Ne diyordum? Ha, baktım içerden sesler geliyor, kulak verdim: ‘Sen,’ diyordu, ‘beni ihtiyar mı sanırsın? Hayır, ihtiyar sanmazsın bilirim! Dağ bayır dolaşırken yoruluyor muyum? Ama diyeceksin ki, hayatında çok güldün de bu gözlerinin kenarındaki çizgiler ondan… Ağzının kenarındakiler de… Hayır azizim! Ben hiç gülmedim demem; güldüm. Güldüm ama şöyle içten, candan gülmedim. Hem, ben ne zaman böyle gülmek istesem anamın bir sözü hatırıma gelir: “Çok gülen çok ağlar” sözü… Bir türlü istediğim gibi gülemem. Şöyle hani, insanlara selam kabilinden bir gülümsemek mecburiyeti vardır. En mesut ânımda o kadar gülebildim. Selam makamında da hiç gülümsemedim; sonradan ağlayacağımdan korktum. Lafı uzattım dostum! Bu çizgiler, senin anlayacağın, gülmekten değil, güneşten… Evet, bildiğimiz güneşten. Sen bilirsin beni, ben güneşte çok gezerim. Hem bak, dikkat et! Sol gözümde çizgi daha fazladır. Onu yürürken daha fazla kısarım da ondan. O gözüm doğuştan zayıftır. Bereket öteki sağlam da idare ediyoruz. Yoksa monokl takmak lazım gelecekti. Düşün beni bir defa dostum! Tek gözlüklü züppeyi!’” Posta müvezziinin şu yukarıda yazdığımız şekilde anlattığını farz etsek ne çıkar? Böyle anlatmamıştır ama sesinin yılan ıslığına benzeyen ısırıcı halini, yalan bakışı gibi sarı, soğuk bakışını anlattığına eklerseniz dinleyenin, işittiklerini başka birisine naklederken müvezziin bakışından, kıpırdanışından, sesinin ıslığından ilave ve tarh edilmiş bir başka muhavereyi anlatmamasına imkân olmadığını siz de teslim edersiniz. Şimdi artık yazıcı sırlarımı açığa vurarak bana bir gazoza, bir cıgaraya mal olmuş kısımlardan arta kalan tarafları da yazmaya hazırlandığım için bir küçük mukaddeme yapacağım: Bundan sonraki kısmı, okuyucuya, “Nasıl öğrenmiş bunları acaba?” diye sualler sordurarak yazıma devam edeceğim. Nasıl öğrendiğime gelince onu da söylemeyeceğim. Söylemeyeceğim ama yine şunları ilaveden de kendimi alamıyorum: Belki bu adamla aynı evde beraber yattık. Belki o adam benim, demeyeceğim. Mesela size, “Odasında başını kaşıdı,” diye yazsam, “Nereden biliyorsun, gördün mü?” diye bana sorabilirsiniz. Yahut, “Sabahleyin uyandığı zaman içinde bir yorgunluk duydu,” desem ne gülünç bir cümle olur! Okuyucu bana, “Sen o adam mısın? Be herif! Herifin içini nereden biliyorsun?” diye sorabilir. Haklıdır da… Ben, şu hikâyemin devamınca aynı hataları yapmaya hazırlanıyorum, mazur görün! Bilmem size yazıya başlarken bu adamla olan müthiş iç akrabalığımı söylemiş miydim? Burada yine bir noktayı daha açıklamadan asıl konuya giremeyeceğim; o da bu hikâyenin içindeki adamın hem bana çok yakınlığıdır hem de posta müvezziinin lakırdıları gibi başka insanların o adam hakkında bildiklerini de yazarsam o adamla benim aramda aynı zamanda hiçbir münasebetin bulunmadığını yazıyorum demektir. Bu böylece malum ola… Posta müvezziinin söylediği gibi onun insanlardan kaçtığını sanmıyorum. Yalnız başına dolaşmasının bir sebebi vardır, elbette… Bu sebebi o, belki kendisi de bilmiyor. Ona göre; kendisi böyle dört tarafı suyla çevrili yerlerin adamı değildir. Büyükşehir adamıdır. İnsan sayısı milyonu geçen şehirlerin adamıdır o… Yoksa böyle küçük yerlerde o adamla kimse aşinalık etmez, rakı içmez, konuşmaz; ilk günlerde hakkında bir şeyler öğrenmek için dostlar bulunabilir ama sonra hepsi çekilir, onu köpeğiyle yalnız bırakabilirler. Kimse meşgul olmaz onunla. Son sözü söyleyen bir posta müvezzii yerine bir berber olur. “Aşk yüzünden bu adam böyle olmuş,” der. Bu adamın nesi var? Sizin gibi bir adam, diyemezsiniz, gören göz kılavuz istemez: Adam köpeğiyle konuşuyor be birader! Halbuki biz, birçok insanın eşyayla, duvarlarla, kendi hayalleriyle, yataklarıyla, aynalarla, kiminin hatta kravatıyla; genç kızların sandıktaki çeyizleriyle, genç erkek çocukların kendi vücutlarıyla sevişip konuştuklarını işitir, biliriz. Şairlerin yıldızlar, rüzgârlar, meçhul kadınlar, göller, uzak memleketler, iki bin metreden geçen bulutlar, muhacir kuşlarla; balıkçıların sandalları, oltaları, balıklarla konuştukları bir hakikat olduğu halde, bu adamın köpeğiyle konuşması memlekette müthiş bir dedikoduya sebep olmuştu. Ben kendi hesabıma, bu adamın aşk yüzünden bu hale geldiğine de inanmam. Bana kalırsa bu adamın tabiat dışı bir hali de yoktur ya… Ama benim gibi hiç kimse düşünmüyor; ne yapabilirim? Hatta adamcağızın kendisi bile hafif kaçıklığına emin… Benim fikrim şu: Bu adamın köpekle konuşması insanları sevdiği halde onlarla konuşmamasından, hatta nasıl diyeyim, insanlarla ruhi alışverişinde onlara çok düşkünlüğünden, insanları merak edip bir türlü öğrenememesinden… Adam hakkındaki dedikodularımıza dönelim daha iyi: Şehirde iki dükkânı varmış; kiralarını alırmış. Nerede olduğu, ne iş yaptığı bilinmeyen bir tüccarın yanında da kâtipmiş. Tüccar da kendisi gibi bir adammış; konuşmazmış, kimseye muhabbet göstermezmiş, o da bekârmış. Beraberken birbirlerine bir, “Merhaba,” derler, bir de, “Allahaısmarladık!” derlermiş. Bir de şu vaka var: Vapurda bir zamanlar, genç birisiyle konuştuğunu söylerlerdi. Hatta bir akşam bu orta yaşlı adamla bu on sekiz yaşlarındaki genç birisinin, vapurun burnunda sıkı fıkı konuştuklarını, hatta erkeğin şarkı söylediğini duyanlar olmuş. Bu on sekiz yaşlarındaki birisinin babasına haber gitmiş. Sıkı bir tembih sonunda kız adamla konuşmaz olmuş. Yine son vapurda bazen buluşurlarmış ama kızcağız gider, iki arkadaşının yanına oturur; köpekli adam da bir müddet oralarda gezinir, sonra vapurun başına gider, orada yine hafif hafif ıslık çalar, türkü mırıldanırmış. Kimseye selam vermediği halde kıza selam verir, garibim o da alırmış… Hatta iki kelimede, “Nasılsın iyi misin, ne var ne yok?” kabilinden konuşuyorlarmış da… İşte bunlar, adam hakkındaki dedikodulardır. Bunları herkes bilir. Adamın asıl sırrını bize açan –söylemeden yapamayacağım– bir küçük köpektir. Zeki gözlü, buz gibi soğuk burunlu, tüyleri havalanan sarı bir köpek… Bu köpek onun köpeğidir ama ben burada bir vasıta olarak kullanıyorum. Yoksa köpek, tamamen değilse bile oldukça hayalidir. Sebebi de, zavallı bir adamın hayatını, kuruntularını, düşünce kırıklarını, dünyada tek başına kalışını, bir köpeğin asla anlatamamasıdır. Köpekler sevgisini, bizim gibi ne anlatmak ne de yazmakla belli eder. Köpek koşar, kuyruğunu sallar, sahibinin elini yalar. Hayalî köpeğimi dinleyin: “O sabah erken uyanmıştı. Hafif bir ıslık sesiyle yanına koştum…” Köpeği anlatmaya bırakırsam, sanırım, hikâyemin fena halde tadı kaçacak… Onun için akşamları setin üstünde cıgara tüttüren, kimsenin sevmediği, konuşmadığı, çekindiği adamla ahbaplık etmek üzere yanına ben yanaşıyorum, “Beyefendi,” diyorum, “müsaadenizle…” “Rica ederim efendim, buyurun!” Cıgaramı yaktım. Yanına oturdum. İlk kendisinin konuşması lüzumunu duydu herhalde ki, ben köpeği okşarken mırıldandı: “Hayvanları sever misiniz?” “Bayılırım beyefendi!” “Vallahi bendeniz pek sevmezdim. Şimdi de pek alıştım. Bir zamanlar oturduğum pansiyondaki madamın köpeğiydi bunun anası… Bu daha dünyada yoktu. Kadıncağız öldü. Yanımdan ayıramadım hayvanı. Madamı da pek severdim. Zaman geçti. Köpek öldü. Ölen köpek dişiydi. Bu erkektir. Bu yavruyu o günlerde birisi istemiş, vermek üzereydim. Hayvan ölünce yadigârını muhafaza ettim…” O akşam şu yukarıki cümlelerden daha önemli bir şey konuşmadık. İkimiz de siyasi hadiseleri ya hiç anlamıyor ya anlamak istemiyorduk, yahut siyasi bahisler üstüne her fikrimiz tasvip edilecek mahiyette birbirine sunuluyordu: Yani siyasetten konuştuk. Akşam evime döndüğüm zaman şu posta müvezziinin bu adamda ne gördüğünü bir türlü anlayamamıştım. Bayağı, basbayağı bir adamdı. Şu karşımızda oturan zengin bakkalın bu adamdan kat kat daha enteresan bir hayatı vardır. Değil mi ya canım? Düşüncelerini zeytinyağı, fasulye, un, nohut sarmış sarmalamış; dünyalığını düzmüş, çocukları büyük mekteplere gidiyor, dans ediyor, şık mı şık giyiniyorlar… Kızı ne güzel İngilizce konuşur hele! Kolej mezunu, boru değil! Babası bundan ne memnun! Ne gurur duyuyor kızıyla… Sakız’dan nasıl geldiğini, bir bakkala nasıl çırak olduğunu, sonra nasıl dükkânda bütün işi eline aldığını, ustanın dükkâna arada bir uğradığını, günün birinde de kızını elinden tutup kendisine nasıl verdiğini bir anlatsa… Hayatının en hareketli zamanı da o zamandı. Nasıl adım adım yürümüş, damla damla bardağı doldurmuştu. Herkesin küçücük dükkân gördüğü Balıkpazarı’nın aşağısını yalnız küçük dükkânın büyük ardiyesi hakkında hiç fikirleri olmayanlar ne bilir? Kapıdaki Kürt, kimsecikleri dinlemez. Bu korkunç Bizanslı ardiyelerin demir kapakları her göze görünemezdi. Her şey orada, o yağlı, siyah kaldırımların sağında solunda, hamalların bağrıştığı, arabaların birbirlerine girdiği Ortaçağ sazlı sözlü labirentteydi. Kendisi beyaz adamdı. Karısı esmerdi. Bu sarışın, Karabaş balı gözlü çocuk, kendi çocuğu muydu? Burnu tam Grek burnuydu. Omuzları genişti. Babasına Büyük İskender’i hatırlatırdı. Yani efendi mürekkep yalamış adamdı. Oğluna bayılırdı. Kızını sever, onun İngilizcesinden gurur duyardı. Ondan öte Yunanistan’da açlıktan ölürlermiş. Kahvede üzülür, evde karısının yanında ağlamaklı gibi olur. Kahve içerken, “Alalım beş-on kilo, bir kenara atalım, Eleniçamu,” derdi, “günün günü var!” Bundan öte Yani Efendi’nin hayat hikâyesi de zınk diye duruyor, öteye geçemiyordum. Kabahat bende! Biraz yorgunlukla, Balzac bir ıtriyatçının hayatını nasıl adım adım kovalamışsa, ben de Yani Efendi’nin evinin içine girip daha birçok bilmediğim yerlerini yazıp kocaman bir roman yapamaz mıydım sanki? Yani Efendi’yle uğraştığım bu sıralarda herkesin merakını çeken, bu herkesin içinde evvelce ben de dahil olup da sonradan çıktığım, köpekli adamı göremiyordum. İstesem, belki her akşam orada setin üstünde onu yakalar, ağır ağır birçok şeylerini öğrenebilirdim. Hayır, garip insanlarla uğraşmak istemem. Onlardan bana hayır yok, bana seven, gülen, bağıran mahlukat lazım! Bu adam yaşamıyor ki… Köpeğinden başka kimsesi yok. Yalnız onunla konuşuyor, insanları sevmiyor; yine posta müvezziinin müşahedelerine geçelim: “Beyim, bu adamın, bir kişiye bir kahve ısmarladığı görülmemiştir. Buyurun, şu gazinoya girelim. Birer kahve içelim. Size ona dair bakın ne havadislerim var…” “Başka zaman, başka zaman!” Dinlemek istemiyorum. Yani Efendi, merakımı sardı. Oğluyla ahbaplık ediyorum şimdi. Yani Efendi’nin oğluyla ahbaplığımız beş gün ya sürdü ya sürmedi. Kendine göre sevimli tarafları bulunan delikanlıyla konuşmak beni fena halde yordu. Kadınların baldırından, pokerden, danstan, filmden, ben de konuşurum. Arada bir kim konuşmaz? Ama her akşam aynı konuşma asabımı bozdu. Yine de ziyanı yoktu. Ama bir akşam baktım ki artistlerden birini fena halde taklit ediyor. Con Peyn Bey’le Amerika’da, hadi konuşulur diyelim; fakat İstanbul’da ne konuşulur bu adamla yahu? Delikanlıyla şimdi, yalnız gülüşüyoruz. Birkaç gün sonra gülüşmeyeceğiz de… Yani Efendi’nin hayatını yazmaktan vazgeçip bu sefer yeniden köpekli adamın peşine düşmeye başladım. İyi ki uzun bir ara vermiştim. İlk defa pek çekingen olan bu adam, bu sefer beni görünce cıgara ikram etti. Köpeğini benim yüzümden haşladı: “Aman, bey birader,” dedi, “vallahi artık merak etmeye başlamıştım. Hiç gözükmediniz, nerelerdeydiniz?” “Bir küçük nezle, bizi bir hafta yatırdı beyefendi!” “Geçmiş olsun, efendim.” Bir zaman, kendisinin de nasıl nezleye yakalandığını, o zamanlar denize girmeden edemediği için bu nezleyi bir türlü geçiremediğini, adeta bütün yaz burnunu çektiğini anlattı. Anlatırken köpeğine hiç gülmediğini söyleyen adam, kıs kıs da güldü. Köpek ona tuhaf tuhaf baktı gibi geldi bana: Herhalde posta müvezziiyle uzun bir ahbaplığın neticesi! Şimdi artık posta müvezziinden biraz uzunca bahsetmek zamanı geldi sanırım. Evvelce de söylediğim gibi, onun bütün kabahati küçük sırlar, insanda bir-iki fena âdet, iki kişi arasında gizlenen bir şey, bir evden çıkması gerekmeyen bir hadise öğrenmekten başka bir şey değildir. Posta müvezzii iyi midir, kötü müdür? İster iyi ister kötü olsun, bana ne? Bana ne olmayan tarafı posta müvezziinden hem pek hoşlandığım, arada da beni fena halde sinirlendirdiğidir. Öyle yerde insanın üç adım arkasına oturur ki, bir cümle konuşmanıza imkân yoktur. Herkesin yanında bağıra bağıra konuşmayacak pek bir şeyim yoktur. Yoktur ama posta müvezzii arkama geçip de müthiş kulağını verdi mi, beynim atıyor. Söyleyeceğimi şaşırıyorum. Yavaş yavaş söylemek istiyorum. O zaman kendi kendime, “Herif cümlenden iki kelime alır, yirmi kelime ekler, bir hikâye uydurabilir, dikkat et!” diyorum. Hakikatte böyle bir şey de oldu: Ahmet isminde bir arkadaşımız vardır. Yazlık için ihtiyar Matmazel Katina’nın evinde bir oda tutmuştur. Geçen gece denize girmiş. İki arkadaşı da bunu posta müvezziinin bulunduğu bir yerde, ondan üç adım ötede, aralarında söylemişler: “Katina’nın evindeki Ahmet, o rüzgârda dün gece denize girdi. Bize de girin dedi ama…” Posta müvezzii üç kelime duymuş: “Katina, Ahmet, dün gece…” Şöyle anlatmış: “Aman, berber! Şu sakalımı bir kazıyıver, bakalım. Bak, sana ne anlatacağım. O yukarıki evlerde oturan Ahmet, yok mu? Dün gece meşhur çikolatacının kızı Katinaki’yi atmış sandala, Heybeliada’ya geçmişler. Oradan bir arabaya atlamışlar; ver elini Çamlimanı! Ben onları kayıkla giderken şu burundan seyrettim. Biraz sonra bir de baktım Heybeli’nin turu yolunda fenerli bir araba gidiyor. Vallahi arabayı gözlerimle gördüm. Arabacı onları Abbaspaşa’da bekliyordu. Ohhh! Ne de tatlı olur, ha Barba? Evvelsi gün yağmur da yağmıştı. Çamlar da kokar mı mis gibi sana! Katinaki’nin saçları da kim bilir ne lavantası kokar? Aman! İnsanın beyni döner, be Barba! Ahmet Efendi de fena çocuk değil ha! O ne gözler! Sırım gibi delikanlı! Bari yumuşak Katinaki’nin bir yerini incitmeseydi.” Posta müvezzii böyle söylemiştir işte. Onda bir anlatma ve uydurma kabiliyeti vardır ki, benim gibi değme yazıcıya nasip olmamış bir muhayyile kudretine delalet eder. Bütün bunları niçin öğrendiğini ben şöyle tahlil ettim: Zahirde küçük menfaatler: kahve, çay, gazoz, sakal tıraşı, bir tek rakı, bir salkım üzüm, vesaire… gibi şeylere büyük sırlar ifşa ederse de, bana kalırsa insanların gizli tarafını bu küçücük şeyler için öğrenmiyor. Bunu şuradan anladım: Çok defa kendini dinleyecek biri bulunmazsa; sessiz, dedikodudan hoşlanmaz, değil birisine bir şey ısmarlamak, kendisine bir günde bir kahve içmek nasip olmayan, Türkçeyi bile iyi bilmeyen Zafiri’ye, yahut da Zafiri gibi sessiz, dedikodudan hoşlanmayan biletçilikten mütekait Zeynel Efendi’ye de böyle şeyler anlattığını gördüm. Posta müvezziinin, öğrendiklerini söylemek, gizli şeyleri öğrenmek merakı, kendine göre, bulunduğu dünyayı iyice anlamak, ona göre “Konya’yı bina etmek” arzusudur. Onun bu haline ben de çok defalar kızdım. Birçok kirli çamaşırları ortaya çıkardığı gibi, birçok temiz çamaşırları da kirlettiği oluyor. Bir adam hakkında söyleyeceği şeyler, hiçbir zaman masum hakikatler değildir. Değildir ama ne yaparsın? Bunlardan o mesuldür. Böylece, kendi kendine yalanla doğrudan yaptığı evlerle yaşayacak odur. Ben, posta müvezziinin şu adam hakkında söylediğini bu adam için söylediğiyle birbirine karıştırır, unutur giderim. Herkes de sonunda benim gibi yapmıştır. İnanmakla inanmamak arasında bocalar dururuz. Ben muharrir olduğumu saklamış değilim. Ayıp değil a, yazı yazmak! Bunu ilan etmekten de hiç hoşlanmazdım. Şimdi sabahları gazinonun bir köşesinde herkesin karşısında yazıyorsam, onun yüzündendir. Eskiden gider, çam altlarında yazardım. Şimdi, oh bir masam var! Önüme kahve geliyor. Önümden kızlar geçiyor. Açıktan açığa yazı yazabiliyorum. Diyeceğim; posta müvezziinin bana faydası dokundu! “Çam altlarında oturur, mektuplar yazar… Kim bilir kime yazıyor? Ne yazıyor?” Yırtmış olduğum bir yazıdan öyle manalar çıkarmış ki, utandım. Bir defasında da az daha dayak yiyordum: “Vay efendim! Bizim hayatımızı yazmaya kalkmış; kim oluyor bu herif?” diye üzerime yürüdüler.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıHavada Bulut
  • Sayfa Sayısı128
  • YazarSait Faik Abasıyanık
  • ISBN9789750765827
  • Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Mahalle Kahvesi ~ Sait Faik AbasıyanıkMahalle Kahvesi

    Mahalle Kahvesi

    Sait Faik Abasıyanık

    Yeniden doğulmaz. Doğsan bile n’olacak? Seni iki senede, iki senede değil, iki günde aynı insan ederiz. Aynı kendini düşünen, aynı haris, aynı kıskanç, aynı...

  2. Bir Sonbahar Akşamı Seçme Öyküler ~ Sait Faik AbasıyanıkBir Sonbahar Akşamı Seçme Öyküler

    Bir Sonbahar Akşamı Seçme Öyküler

    Sait Faik Abasıyanık

    Sait Faik öykülerinden özel bir seçki gençler için Doğan Kardeş Seçme Öyküler dizisinde… Yağmurun içindeki her günkü dünya: “Hadi çabuk ol. Yeter artık. Gel...

  3. Kayıp Aranıyor ~ Sait Faik AbasıyanıkKayıp Aranıyor

    Kayıp Aranıyor

    Sait Faik Abasıyanık

    “… Gerçek Türkçesiyle birlikte, hikâyelerinde anlattığı, bir düş içinde görünen insanları da gerçektir. Düş dünyası Sait’in gerçekçiliğinin üstüne çekilmiş bir cila gibidir.” Yaşar Kemal...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Portakallar ~ Alphonse DaudetPortakallar

    Portakallar

    Alphonse Daudet

    Dünya edebiyatının en bilinen öykü koleksiyonlarından biri olan Değirmenimden Mektuplar’ın içinden derlenen Portakallar, Paris’in kalabalığından ve curcunasından bıkıp güneye, bir yel değirmenine yerleşen Daudet’nin...

  2. Sazende Şunkin ~ Juniçiro TanizakiSazende Şunkin

    Sazende Şunkin

    Juniçiro Tanizaki

    Şunkin şımarık büyütülmüş biriydi. Her zaman emretmiş, başkalarından beklemiş, acı çekmemiş, yorulmamış, ezilmemişti. Onun kibirli burnunu kıracak kimse olmamıştı; ama bu işi kader yaptı....

  3. Şipşak Hikâyeler – 4 Sesimi Duyan Var Mı? ~ Bernard FriotŞipşak Hikâyeler – 4 Sesimi Duyan Var Mı?

    Şipşak Hikâyeler – 4 Sesimi Duyan Var Mı?

    Bernard Friot

    “Şipşak hikâyeler nasıl mı? Sürükleyici, elden bırakılmaz, bitmesini istemeyeceğin halde akıp giden hikâyeler. Neden mi bahsediyor? Olan bitenden ya da hiç olmamış olandan. En azından komik...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur