Fernando Pessoa 1935’te öldüğünde, sandığındaki eserlerinin sayısı tahmin bile edilemezdi. Onun elinden çıkmış şiirlerin, yazıların altında genellikle başka imzalar vardı. Üstelik bu isimler yalnızca birer takma ad değil, öyküsü, geçmişi, yazgısı, dünya görüşü farklı kişiliklerdi.
Ölümünden sonra elyazmaları derlenmeye başlandığı zaman bitmemiş eserler de bulundu içlerinde. Bernardo Soares imzalı Huzursuzluğun Kitabı da bunlardan biriydi. Tarihten, mitolojiden, edebiyattan, ruhbilimden haberdar bir 20. yüzyıl insanının gerçekliği yadsıyışının, kendini hayallere hapsedişinin güncesiydi bu. Gündüzleri bir mağazada çalışan, geceleri yalnızlığını yağmurun sesinde, ayak seslerinde duyumsayan bir Lizbonluydu Bernardo Soares ya da Fernando Pessoa.
Bugün sadece Portekiz edebiyatının değil tüm dünyanın en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen Huzursuzluğun Kitabı’ndaki her metin, kırık bir aynanın, gerçekliğin bir yanını yansıtan ve sonsuzca çoğaltan bir parçası…
İçindekiler
Çevirmenin önsözü ………………………………………………….. 11
Mário de Sá-Carneiro’ya mektup ……………………………….. 17
OLAYSIZ BİR ÖZYAŞAMÖYKÜSÜ………………………….. 21
BÜYÜK METİNLER ……………………………………………… 563
I “Uyuyan suların Madonnası…”…………………………….. 565
II “Ölü hayatımın olanca ağırlığını duyuyorum
üzerimde”………………………………………………………… 586
III “Görünen âşık”………………………………………………….. 600
IV “İyi hayal kurma sanatı üzerine”…………………………… 611
V “Duyumcu”………………………………………………………. 635
VI “Çıkılmamış yolculuk” ……………………………………….. 649
EKLER…………………………………………………………………. 663
I Vicente Guedes’in adının geçtiği metinler …………….. 665
II Bavyera Kralı II. Ludwig için cenaze marşıyla
ilgili parçalar…………………………………………………….. 668
III Huzursuzluğun Kitabı’na dahil edilmemiş parçalar….. 670
Çevirmenin önsözü
“Var olan tek sır, bir sır olduğunu düşünen insanların olmasıdır,” demişti Álvaro de Campos ya da ardında saklanan Pessoa, “Sürülerin Bekçisi”nde. Ölümünden epey sonra, yirminci yüzyılın ortalarına doğru keşfedilen Pessoa’yı düşünürken, özellikle etrafını saran efsane halesini aşmak zorlaştığında bu sözü hatırlamak, onun gerçek özüne yaklaşmak için yararlı olabilir. Bugün dünya edebiyatının en önemli yazarlarından sayılan Fernando António Nogueira Pessoa’nın yaşamöyküsü, Octavio Paz’ın “Şairlerin yaşamöyküsü yoktur; onların yaşamöyküsü, yapıtlarıdır” sözünü doğrularcasına birkaç cümleyle özetlenebilecek kadar yalın ve durgun: 1888’de Lizbon’ da doğdu. Babası o küçükken öldü. Üvey babası Portekiz’in Güney Afrika konsolosu olduğu için okula Durban’da başladı, 17 yaşında da Lizbon’a döndü. Lizbon’da birtakım başarısız iş kurma girişimlerinden sonra ithalat-ihracat firmalarının İngilizce ve Fransızca yazışmalarını yaparak hayatını kazanan Pessoa, ömrünü Tejo Nehri’ne bakarak, Portekiz halkının okyanuslara, eski imparatorluklara duyduğu büyük özlemi seyrederek geçirdi. Terreiro do Paço’ da, Martinho da Arcada Kahvesi’nde ya da Bairro Alto’daki Brasileira’da dostlarıyla edebiyat konuştu. Sağlığında yayımlanan yapıtları olduysa da, esas olarak ölümünden sonra, yazılarını topladığı sandığın bulunmasıyla ün kazandı; yaklaşık 27 bin sayfaya yayılan, farklı türlerde eserler vermişti Pessoa ve bunların büyük bir kısmını kendi adıyla değil, birer yaşamöyküsüyle, kişilikle, hatta edebî duruş ve tarzla donattığı 70 ayrı kurmaca yazarın, dış kimliğin adıyla imzalamıştı. Pessoa’nın yarattığı yazarların en ünlüleri kötü bir Portekizceyle, ilkel doğa şiirleri yazan Alberto Caeiro, pagan dinlere inanan hekim Ricardo Reis, “içinde bir Yunan şairi barındıran Whitman” diye tarif edilen Álvaro de Campos’tur. Pessoa Alberto Caeiro’nun ortaya çıkışını “İçimde ustam doğdu,” diye anlatır. Meşhur sandıktaki öbür yazarlar arasında Fransızca ya da İngilizce yazanlar, kadınlar, yarım kalmış karakterler vardır. Tek bir insanın ruhunda yaşayan, bu tüyler ürpertici yazarlar kalabalığının bir efsaneye dönüşmesi doğal olsa da, genellikle göz ardı edilen, Pessoa’nın yarattıklarını sağlığında bir sır olarak saklamadığıdır. Yakın arkadaşları olan Mário de SáCarneiro, José de Almada-Neigreiros, Luís de Montalvor gibi yazarlarla onları paylaşır, dergilerde onların imzasıyla şiirler, makaleler yayımlatırdı. Her ne kadar Pessoa, başta Kafka olmak üzere ölümünden sonra keşfedilen pek çok yazar gibi yalnızlığın sıkıntısıyla adeta bilinçli bir çabadan çok bir içgüdüyle yazan bir yazar görüntüsü verse de, öncelikle kendinden önceki yazar kuşaklarının yapıtlarını tanıyan, edebiyat arenasında boy gösteren, tartışmalara giren bir edebiyatçıydı. 1915’te iki sayı çıkabilen Orpheu dergisinde, eleştirmenlerin kıyasıya eleştirdiği yenilikçi sözler sarf etmişti. 1921’de birkaç arkadaşıyla birlikte Olisipo adında bir yayınevi-kitabevi kurmuştu. 1922’den itibaren Contemporânea edebiyat dergisine katkıda bulunmuş, 1924’te ise Athena dergisinin kurucuları arasında yer almıştı. Ölümünden bir yıl önce yayımlanan, sağlığında çıkan tek kitabı olarak kalan Mensagem’le Antero de Quental Ödülü’nü almış, Salazar’ın başkanlık ettiği ödül törenine katılmamıştı. 1935’te ise, sansürden dolayı Portekiz’de bir daha hiçbir şey yayımlatmamaya karar vermişti. Pessoa’nın efsanesinde en dokunaklı ve büyüleyici olan kendini kimliklerle çoğaltmasından ziyade, bu kimlikleri yaratmaya onu iten “başlı başına edebiyat, bütün edebiyat” olma isteği, apayrı renklere büründürmeyi bildiği diliyle, ifade gücüyle yapıtının kendisidir. Farklı yazarları var ederken, yalnızlığın ve varoluş sıkıntısının ne olduğunu kendine, kendi üzerinden de onlara göstermek ister gibidir. Bu haliyle, Anatole France’ın 1887 yılında yayımlanan Les Fous Dans la Littérature (Edebiyatta Deliler) makalesinde verdiği örneği hatırlatır: Anatole France’ın çocukluğundaki bir komşunun hikâyesidir bu. Yaşlı adam oğlunu kaybetmiş, o andan itibaren de sırtına bir döşek yüzü geçirip öyle dolaşmaya başlamıştır. Bir de, oğlu sanki hiç var olmamış gibi davranmakta, ne ölümünden ne yaşadığı günlerden, anılarından hiç bahsetmemektedir. Bir ev ortamına girip de sırtındakini çıkarması gerektiğinde bastonunu bir omurga gibi örtünün içine koyar, başındaki topuza da şapkasını takar. Sonra bir süre bu biçimsiz cesedi seyreder. Pessoa’nın Anatole France’ın anısındaki seyirci mi, yoksa boş ceset mi olduğunu anlamak kolay değil elbette, hele Bernardo Soares gibi, Pessoa’nın “yarı-dış kimlik” olarak nitelediği, Pessoa’ya çok yakın bir karakter söz konusu olduğunda. Soares, Huzursuzluğun Kitabı’nın yazarı olarak yaratılmıştı. Huzursuzluğun Kitabı, kurmaca bir karakterin kendi hayatını anlattığı bir roman olarak görülebilir; ancak yazarla kahramanı sık sık birbirinin yerine geçtiğinden, Pessoa’nın hayatla ilgili kendine ait olan ve olmayan düşünceleri döktüğü, evirip çevirdiği bir denemeler, anlatılar toplamı olarak da kabul edilebilir. Pessoa bu kitap üzerinde 1913’ten itibaren çalışmaya başlamış, ölümüne dek parça parça yazmaya da devam etmişti. Sandık açıldıktan sonra, dağınık metinler bir araya getirilmeye başlandı ve 1982’de Portekiz’de yapıt ilk kez olarak basıldı, daha sonra, yeni bulunan parçaların eklenmesiyle, elyazmalarında yanlış okunmuş yerlerin düzeltilmesiyle yeni basımlar yapıldı. Dünyayı seyretmekle yetinmek isteyen, eylemsizliği en yüce erdem ve gerçek yaşam olarak gören Soares, Pessoa için belki de dünyanın ve yaşamanın ne olduğunu gösteren bir perdedir. Huzursuzluğun Kitabı aynı zamanda, bir edebiyatçının ulaşmak istediği yapıtla kâğıda dökebildiklerinin arasındaki mesafedir de; hayal edilenin soluk, titrek bir sureti, gölgesi olarak kalmaya, kusurlu olmaya mahkûmdur; tıpkı bütün kitaplar ve bütün çeviriler gibi.
* * *
Bu kitap, Le livre de l’intranquillité başlıklı Fransızca çeviriden (yay. Christian Bourgois, 1999) Portekizce orijinaliyle karşılaştırılarak Türkçeye çevrilmiştir. (Portekizce baskısı: Livro do desassossego; ed. Richard Zenith, Assírio & Alvim, 2001) Dipnotlar, aksi belirtilmedikçe kitabın Portekizce ve Fransızca baskılarına yayınevlerinin, metinleri derleyenlerin ve çevirmenlerin koyduğu notlardır. Türkçeye çevirenin notları “Ç.N.” kısaltmasıyla belirtilmiştir. Orijinal elyazması metinlerde okunamamış olan yerler ya da cümlelerdeki eksiklikler çeviride […] işaretiyle gösterilmiş, ana metinlerde birkaç farklı şekline rastlanan ifadeler dipnotlarda belirtilmiştir.
SAADET ÖZEN
Mário de Sá-Carneiro’ya mektup
14 Mart 1916
Bugün size bu satırları duygusal bir ihtiyaçtan ötürü, sizinle karşılıklı konuşabilmek için yanıp tutuştuğum için yazıyorum. Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, söyleyecek hiçbir şeyim yok. Dipsiz bir bunalımdayım bugün – hepsi bu. Sözlerimin saçmalığı halime tercüman olsun. Asla bir geleceğe sahip olmamış olduğum günlerden birindeyim. Karşımda yalnızca, bir sıkıntı duvarıyla kuşatılmış, taş kesilmiş bir şimdi var. Irmağın karşı kıyısı, karşıda bulunduğuna göre, asla bu taraftaki kıyı değil; çektiğim acıların tek nedeni de bu. Nice limanlara yanaşacak gemiler var elbette, ama hiçbiri hayatın ıstırap vermez olduğu limana varmayacak, her şeyi unutabileceğimiz bir rıhtım da yok. Üstünden çok zaman geçti bunların, ama benim hüznüm hepsinden eski. Ruhum bu haldeyken, hayatın hırpaladığı dertli bir çocuk olduğumu bedenimin tüm bilinciyle hissediyorum. Bir köşeye atılmışım, oyunlar oynayan başka çocukların seslerini duyuyorum. Dalga geçer gibi verdikleri kırık, teneke oyuncağı sımsıkı kavrıyorum. Bugün, 14 Mayıs, saat akşam dokuzu on geçe, hayatımın bütün tadı, bütün değeri işte bundan ibaret. Tutsaklığımın sessiz pencerelerinden gördüğüm bahçede bütün salıncaklar dalların üzerinden aşırtılmış, şimdi öylece sarkıyor; en tepeye dolanmışlar; yani, firar ettiğimi düşleyecek olsam, zamanı aşmak için güvenebileceğim salıncaklarım bile yok. Şu an, edebiyatı bir kenara bırakacak olursak, ruh halim aşağı yukarı böyle işte. Denizci’deki1 karakterlerden biri gibiyim, gözlerim ağlamayı düşünmekten yanıyor. Hayat fısır fısır, yudum yudum, dura dura canımı yakıyor. Tüm bunlar, cildi şimdiden dağılmaya yüz tutmuş bir kitaba küçücük harflerle basılmış. Bu satırları size değil de bir başkasına yazıyor olsaydım, dostum, mektubumun samimiyetine, aralarında isterikçe bir bağ olan bunca şeyin, hayatım olarak hissettiğim şeyden bir anda, kendiliğinden fışkırıverdiğine yemin etsem zor inanırlardı. Ama siz, bu sahnelenmesi imkânsız trajedinin burası ve şimdi ile ağzına kadar dolu, elle tutulur bir gerçeklik olduğunu, yapraklar nasıl yeşerirse, bunun da benim ruhumda öyle cereyan ettiğini anlayabilirsiniz. Prens, işte bu yüzden hiç saltanat süremedi. Saçma sapan bir cümle bu. Ne var ki saçma cümleler, insanda hüngür hüngür ağlama isteği uyandırabilirmiş meğer. Mektubu yarın postaya vermezsem muhtemelen bir daha okurum ve içinden bazı yerleri ve bazı ifadeleri benim Huzursuzluğun Kitabı’na almak için daktiloya çekerek oyalanırım. Ama bunu düşünmek, şu an mektubu yazarkenki samimiyetimi de, samimiyeti acı verici, kaçınılmaz bir duygu olarak hissetmemi de zedelemiyor. Son havadisler bunlar. Almanya ile savaş çıkabilir bir de, ama acı denen illet, zaten çoktan musallat olmuştu insanlara. Hayatın öbür yakasında, bir karikatürün altyazısı gibi kalır herhalde savaş. Tam olarak delilik sayılmaz bu halim, ama delirenler herhalde kendilerine acı veren şeye teslim oluyordur, ruhundaki sarsıntılardan yavaş yavaş zevk almayı öğreniyordur – hissettiklerim de buna pek uzak sayılmaz doğrusu. Hissetmek – ne renktir acaba? Sizi binlerce kez kucaklıyorum, kalbim sizinle, daima sizinle.
FERNANDO PESSOA
Not: Mektubu bir solukta yazdım. Şimdi yeniden okurken görüyorum ki, yarın size göndermeden önce bir kopyasını almam şart. İçdünyamı bu kadar eksiksiz olarak; bütün duygusal ve zihinsel yönlerini, temelinde yatan isteri-nevrasteniyi, en çarpıcı özellikleri olan, özbilincinin içindeki kavşaklarını, kesişme noktalarını ortaya koyarak tasvir edebildiğim pek nadirdir… Bana hak veriyorsunuz, değil mi?
OLAYSIZ BİR ÖZYAŞAMÖYKÜSÜ
H.K.
Lizbon’da1 bazı küçük lokantalarda ve bistrolarda, giriş katında eli yüzü düzgün bir salon, onun üstünde de bir asmakat bulunur. Asmakatların, demiryolunun geçmediği küçük şehirlerdeki lokantaları anımsatan, ağır, ev havasında bir rahatlığı vardır. Pazar günleri dışında pek kimsenin uğramadığı bu yerlerde çoğu zaman epeyce tuhaf tiplere, hayatın bir köşeye ittiği, hiçbir ilginç tarafı olmayan insanlara rastlanır. Hayatımın bir döneminde, hem huzurlu bir yer aradığımdan, hem de fiyatları makul olduğu için, ben de böyle bir asmakatın müdavimi olmuştum. Orada, akşam saat yedi sularında yemeğimi yerken hemen hep rastladığım biri vardı; ilk başta pek gözüm tutmadıysa da, sonradan yavaş yavaş içimde bir ilgi uyandı. Otuz yaşlarında, oldukça iri bir adamdı bu; oturduğunda aşırı kambur duruyor, ayaktayken sırtı biraz düzeliyordu; üstüne başına pek özenmiyordu belki, ama tamamen kendini salmış da denemezdi. Dikkat çekici bir tarafı olmayan solgun yüzünde, hatlarına herhangi bir özellik katmayan acılı bir hava seziliyordu. Bunun altında ne tür bir acının yattığını anlamak kolay değildi – birçok ıstırabı kendinde toplamıştı adeta, mahrumiyet, bunalım, kayıtsızlıktan doğan acı, ki kayıtsızlık da zaten aşırı acı çekmekten olur. Akşam yemeğini hep hafif geçiştiriyor, kendi eliyle sardığı sigaraları içiyordu. Çevresindeki insanlara karşı olağanüstü dikkatliydi; kuşkuyla değil, özel bir ilgiyle inceliyordu onları; inceden inceye süzmeksizin onlarla ilgileniyor, gözünü yüzlerine dikip bakmaktan ya da kişiliklerini okumaya çalışmaktan kaçınıyordu. Ona karşı ilgimi uyandıran da bu tuhaf hali oldu. Giderek gözümde netleşmeye başladı. Belli belirsiz de olsa, yüzündeki çizgilerde bir zekâ parıltısı yakalamıştım. Ne var ki ifadesine öyle bir bitkinlik, yürek sıkıntısından ileri gelen öyle buz gibi bir durgunluk sinmişti ki, daha ötesini okumak zordu. Günün birinde tesadüfen, garsonlardan birinden, lokantaya yakın bir büroda muhasebecilik yaptığını öğrendim. Bir keresinde sokakta, tam pencerenin önünde bir olay oldu; iki adam kavgaya tutuştu. Ben dahil, asmakatta kim varsa herkes pencerelere koştu; tabii sözünü ettiğim adam da. Ona öylesine bir laf attım; o da bana aynı perdeden yanıt verdi. Sesi, umutların artık kâr etmediği, bunun için de her şeyden umudunu kesmiş insanlarınki gibi donuk, pütürlüydü. Ama akşamcı lokanta arkadaşım hakkında böyle kesin konuşmakla belki de saçmalamış oluyordum. Bilmem neden, o günden sonra onunla selamlaşır olduk. Derken, belki de saçma bir tesadüf sonucu, ikimizin de saat dokuz buçukta lokantada bulunduğumuz bir akşam, ağır aksak bir sohbete başladık. Bir ara bana, yazıp…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıHuzursuzluğun Kitabı
- Sayfa Sayısı680
- YazarFernando Pessoa
- ISBN9789750736865
- Boyutlar, Kapak 12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Başörtüsü İçinde Aşk ~ Shelina Zahra Janmohammed
Başörtüsü İçinde Aşk
Shelina Zahra Janmohammed
Pakistan asıllı Müslüman bir kadın olan ve dünyanın en etkili 500 Müslüman’ı arasında üst sıralarda gösterilen Shelina Janmohamed’in bu kitabı dünyada yayınlandığı günden beri...
- Kilaman/Anadolu’dan Gelen Bir Rum’un Anıları ~ Lazaros K. Aşıkoğlu
Kilaman/Anadolu’dan Gelen Bir Rum’un Anıları
Lazaros K. Aşıkoğlu
1919-1922 Türk-Yunan Savaşı sırasında, Anadolu Rumlarının yaşadıkları pek bilinmez. İşte Lazaros Aşıkoğlu ailesinin öyküsünü anlatırken, aynı zamnda coğrafyamızın acı ile dolu, pek bilinmeyen dönemini...
- Dünün Dünyası – Bir Avrupalı’nın Anıları ~ Stefan Zweig
Dünün Dünyası – Bir Avrupalı’nın Anıları
Stefan Zweig
Dünün Dünyası, Zweig’ın ve aslında tüm insanlığın kaybettiği Avrupa’ya bir ağıt, bir tür kültür tarihi, bir dönemin biyografisi… Dünün Dünyası Stefan Zweig’ın otobiyografisi: Zweig...