
Hayatı için mi koşuyor, yoksa hayatından kaçmak için mi?
Castle Cranshaw ya da kendine taktığı isimle Hayalet’in özel bir yeteneği vardı: KOŞMAK. Parkura çıksa tüm şehri geçebilecek kadar hızlıydı. Ama o birilerini geçmek için değil, babasından kaçmak için öğrenmişti koşmayı.
Bir gün yolunun tesadüfen parkura düşmesi ve takımın en hızlı atletini geçmesiyle her şey değişecekti. Ondaki müthiş yeteneği gören Koç Brody, Hayalet’i takımında istiyordu. Yalnız bir şartla: Uslu duracak, hem parkurda hem okulda sorun çıkarmayacaktı. İşte bu, sorunlardan koşarak kaçılabildiğine inanan Hayalet için, zorlu bir yolun başlangıcıydı. Neyse ki zamanında kendi şansını harcamış Koç Brody, Hayalet’in kaybolmasına izin vermemeye kararlıydı.
HAYALET, farklı hayatlara ve kişiliklere sahip, mücadeleye hazır olduklarını önce kendilerine kanıtlamaları gereken bir grup genç atletin hikâyesini anlatan PARKUR serisinin bol ödüllü ilk kitabı.
NATIONAL BOOK AWARD FİNALİSTİ
*
“İmkânsızı çıkardığında elinde kalan tek şey
–ne kadar olanaksız görülse de– hakikatin
kendisi olsa gerektir.”
–SHERLOCK HOLMES
İçindekiler
Kızıl Dosya 1
Epeyce Tuhaf Bir Karşılaşma 6
En Güzel Şey 10
Bir Davet 15
Günümüzün En Parlak Zihinleri 17
Arthur’un Kaidesi 23
Uçuş 27
Baskerville Akademisi 36
Grover ve Cep 43
Ringde 50
Baltayı Taşa Vurmak 55
Manzaralı Bir Oda 63
Meraklı Hırsız 71
Yemek Salonu 75
Dr. Watson’ın Oyunu 80
Sırrı Bilinen Sihir 89
Şans Yüzüne Gülünce 97
Baskerville Borazanı’nın Çözülmemiş Gizemleri 101
Yonca 109
Yeşil Şövalye 116
Domum Trifolium Incarnatum 122
İki Mektubun Hikâyesi 128
Valencia Fernandez 133
Mantık Sıçraması 139
Arthur Suya Atlıyor 145
Yanlış Anlama 154
Dagerotip Resimler ve Dinamit 160
Borazan Hayal Kırıklığı Yaratıyor 168
Her Şey Ortaya Çıkıyor 174
Irene Tavır Alıyor 185
Bir Cevap Geliyor 191
Saatin İçinde 197
Annesine Kavuşan Bir Bebek 206
Ringa 210
Ringa Yakalanmaktan Kıl Payı Kurtuluyor 215
Olağanüstü Bir Saat 220
Gece Ziyaretçisi 226
Lord Baker’ın Portresi 230
Dr. Watson’la İstişare 236
Yine Şimşekler Çakıyor 240
Şüpheler ve Gümüş 244
Büyülü Fener Gösterisi 248
İsimsiz Bir Mektup 253
Büyükanne Grey 259
Arthur’un Son Şansı 267
Yonca Arayı Kapatıyor 273
Karanlıkta 278
Makinedeki Küçük Kız 283
Profesör Dönüyor 290
Sherlock Holmes’un Soruşturmaları 297
Daha Yeni Başlıyoruz 301
Teşekkür 313
Arthur Conan Doyle’un Dünyasından
Fotoğraflar ve Çizimler 317
Arthur Conan Doyle Hakkında Her Şey 321
BİRİNCİ BÖLÜM
Kızıl Dosya
ARTHUR NEREDEYSE HİÇ YANILMAYAN BİR çocuktu. Okulda, soruları cevaplayan ilk kişi olmak gibi aşırı gıcık edici bir alışkanlığa sahipti, verdiği cevaplar da hep doğru çıkardı. Ama sınıf arkadaşları bunda onun suçu olmadığını biliyordu; Arthur’un zihni bu şekilde çalışıyordu.
O soğuk eylül günü Arthur Conan Doyle’a, havada bir kıpırtı olup olmadığını, yaklaşmakta olan bir maceranın –ve tehlikenin– kokusunu alıp almadığını sorsanız, sizi hemen, onu kandırıp yarım sent kapmaya çalışan bir falcı olmakla suçlardı. Sonradan anlaşılacağı üzere arada sırada Arthur bile yanılabiliyordu.
O uğursuz öğle sonrasında Arthur, Bay Fraser’ın kesip tartıya koyduğu koyun etine kaşlarını çatarak bak tı ve “Hepsi bu mu?” diye sordu. Et, olsa olsa birer lokmalık yedi dilimden ibaretti.
“Ne yazık ki bugün paran bu kadarına yetiyor Arthur,” dedi Bay Fraser hüzünlü bir gülümsemeyle. Kasabın gözlerinin altındaki morluklar Arthur’un dikkatini çekmişti. Bakışlarını Bayan Fraser’ı çalışırken görmeye alışık olduğu yere, talaş serili dükkânın karşı tarafına çevirdi ama onu göremedi. Son zamanlarda kadının gözleri iyice bozulmuştu zaten; Arthur bunu, kendisini karşılarken gözlerini kısmasından anlamıştı. Belki de durumu kötüleşmişti ve artık çalışabilecek kadar iyi görmüyordu. Bu da Bayan Fraser’ın bir doktora ihtiyacı olacağı, Bay Fraser’ın sa onun yerine birini işe alması gerekeceği anlamına geliyordu. Kısacası Bay Fraser artık Arthur’a parasının yettiği miktardan biraz daha fazlasını verebilecek durumda değildi. “Tamam efendim,” dedi Arthur görgülü davranmayı ihmal etmeyerek. “Teşekkür ederim.” Kâğıda sarılı eti alıp kapıya giderken sırada bekleyen diğer müşterileri inceledi. Aralarından bir adam epeyce dalgın olmalıydı çünkü dükkâna girerken farkında olmadan at pisliğine basmıştı. Kadınlardan biri eteğindeki yırtığı özensizce yamalamıştı. Çizmesindeki şişkinliğe bakılacak olursa bir çocuk yanında bıçak taşıyordu. Bay Fraser’ın tezgâhının arkasındaki, diğer aileler tarafından satın alınmayı bekleyen, iştah açıcı etlerle ilgilenmektense bu tür şeylerle ilgilenmek daha iyiydi. Onlar bizim için değil, dedi Arthur kendi kendine. En azından bugünlük değil. Edinburgh’ un, alışverişe çıkanlar, gazeteci çocuklar, atlar ve her köşede gelincik satan kızlarla dolu inişli çıkışlı, Arnavut kaldırımı yollarına ayak bastığında rahatladı.
Havada Barrowclough’un Fırını’ndan yayılan taptaze zencefilli kek kokusu vardı ve güneybatıdan esen serin rüzgâr sonbaharın geldiğini fısıldıyordu. Cadde boyunca sıralanmış birkaç ağacın yaprakları tatlı tatlı sallanarak dökülecekleri ânın gelmesini bekliyorlardı. Genç Arthur için bir eylül öğleden sonrası kadar harika pek az şey vardı. Eylül, yeni okul yılının başlangıcını müjdeliyordu. Yeni dersleri. Yeni konuları. Gerçi o gün rüzgâr sadece Arthur’un kalbini üşütüyordu. Ayaklarının onu nereye taşıdığını fark etmeden kendini caddeyi geçip W. Scott Kitapçısı’na giderken buldu ve orada durup bir kitapçının vitrini düzenlemesini seyretti. Vitrinin bu tarafından isimlerini seçemiyordu ama cilt cilt kitaplar, kasabın en leziz etleri kadar, hatta belki daha da iştah açıcı görünüyordu. Kitapların sayfalarındaki, İskoçya’dan uzak tüm o yerleri, yaşanmayı bekleyen tüm o maceraları düşünmek… Vitrin camı, iç geçiren Arthur’un arzusuyla buğulandı. Onlar benim için değil, diye hatırlattı Arthur kendine. Bugün değil. Ailesinin parası karınlarını doyurmaya bile yetmiyorsa, Arthur’un zihnini doyuracak kitaplar almaya hiç yetmezdi. Birileri sanki bunu doğrular gibi camın diğer tarafına sertçe vurunca Arthur düşüncelerinden sıyrıldı. Gri saçlı kitapçı, kaşlarını çatarak ona baktı ve vitrinin önünden çekilmesini işaret etti. Tekrar kalabalık kaldırıma adım atan Arthur bir karar ver di. Newington Akademisi’nin nefesi ekşi süt kokan müdürü Bay Crabtree, ona böyle keskin bir zekâyla çok iyi yerlere gelebileceğini söylemişti.
Fakat Arthur’un Bay Crabtree’nin bu teorisini test etme şansı olmayacaktı çünkü haftaya Newington Akademisi’ne dönmek niyetinde değildi. Birilerinin aileyi geçindirmesi gerekiyordu ve babasının giderek daha az para kazandığı düşünülürse o kişi Arthur’dan başkası olamazdı. Bu düşünce, Arthur’un içini hem dehşet hem de hırsla doldurdu. Belki yarın kasaba tekrar uğrar, Bay Fraser’dan kendisini çırak olarak işe almasını isterdi. Günlerini et doğrayarak geçirmek istemiyordu ama bu en azından baca temizleme ya da –düşününce bile ürperten– mezar kazma işinden çok daha iyiydi. Gerçi şimdi eve dönmesi gerekiyordu. Annesi akşam yemeği hazırlıklarına girişmek için onu bekliyordu. Arthur arkasını döndüğünde az kalsın bir bebek arabasını dönemeçli yokuştan yukarı iten bir kadına çarpacaktı. “Affedersiniz hanımefendi,” dedi. Ama kadın onu fark etmemişti bile. Tuhaf, diye düşündü Arthur. Kadına daha yakından baktı. Hoş bir kadındı fakat sanki acı çekiyormuş gibi yüzünü buruşturmuştu. Omzundaki çantadan dışarı sarkan canlı renklerdeki çiçek buketi ve parlak kırmızı elbisesi yüzünü fazlasıyla solgun gösteriyordu. Elbisesinin rengi, çoğunluğu griye çalan donuk renkli giysiler içerisindeki kalabalıkta dikkat çekiyordu. Kadın kısa bir an donup kaldı. Arthur bunu fırsat bilip kafasında üç farklı şeyi birleştirdi. Birincisi, kadının elbisesi yepyeniydi. İkincisi, bebek arabasındaki bebek çok küçük, en fazla iki aylıktı. Üçüncüsü, kadın güçlükle nefes alıyordu.
Birden kadın, gözlerini kırpıştırıp tıpkı bir çaydanlık gibi öne doğru eğildi. Arthur et paketini yere atıp kollarını öne uzattı ve bayılan kadını, düşüp başını kaldırıma çarpmadan hemen önce yakaladı. Rahat bir nefes alarak onu beceriksizce yere yatırdı. İşaretleri doğru okumuştu. Kadın kendine geldiğinde bebeğiyle birlikte evine sapasağlam dönebilirdi. Bebeğiyle! Arthur başını hızla çevirir çevirmez bebek arabasının kaldırımda yokuş aşağı kaydığını gördü. Arabayı tutmak için hamle yaptı ama artık çok geç kalmıştı. Araba giderek dikleşen yokuşta hız kazanıyordu. Çıkık bir taşa çarpan arabanın sarsılıp aniden ana yola doğru döndüğünü gördüğünde, Arthur’un kalbi duracak gibi oldu. Dört devasa atın çektiği bir at arabası, tozu dumana katarak doğruca bebek arabasına yaklaşıyordu.
İKİNCİ BÖLÜM
Epeyce Tuhaf Bir Karşılaşma
ARTHUR, ATLARIN TOYNAKLARI ALTINDA EZİLMEK üzere olan bebek arabasına yetişemeyecek kadar uzaktaydı! Etrafa şöyle bir baktıktan sonra eğilip yerden küçük bir taş aldı.
Avazı çıktığı kadar, “Hey!” diye bağırdı ve hedefi bulması için dua ederek taşı fırlattı.
Taş, tam da umduğu gibi bebek arabasının önünde yürüyen adamın başının arkasına isabet etti. Adam bunu kimin yaptığını anlamak için hışımla arkasına döndü ama onun yerine hızla ana yola doğru ilerleyen bebek arabasını gördü. Öne fırlayıp son anda arabanın kolunu tutmayı başardı. At arabası saniyeler içerisinde gürültüyle yanlarından geçip gitti. Arthur rahat bir nefes aldı. Kargaşanın sebebini anlamak isteyenler küçük bir kalabalık oluşturmuştu ve insanlar başlarını uzatıp bebek arabasını durduran adamı görmeye çalışıyorlardı. Adam, bir elinde bastonuyla bebek arabasını iterek tekrar yokuşun başına çıkardı. Arthur böyle enerjik bir sıçrayış yapan birinin bu kadar yaşlı olmasını beklemiyordu.
“Taşı sen mi attın?” diye sordu adam Arthur’a tertemiz bir aksanla. Arthur bastonunu koltuğunun altına sıkıştıran, silindir şapkasını düzelterek başının arkasını ovuşturan yaşlı adamdan gözlerini ayıramıyordu. Şaşırdığı tek şey onun yaşı değildi. Derin çizgilere sahip yüzü, sanki yakın zamanda tropik bir bölgeyi ziyaret etmiş gibi fazlasıyla bronzdu ve kar beyazı sakalı kusursuz denilebilecek kadar bakımlıydı. Uzun, dar bir burnu, gri gözleri vardı ve şık bir tüvit takım la yelek giymişti. Arthur şimdi adamın elindeki bastonun kuzgun başı şeklinde gümüş bir topuza sahip olduğunu ve parlak maun ağacından yapıldığını görebiliyordu. Onun gibi bir İngiliz centilmeninin o mahallede ne işi vardı? “Üzgünüm efendim,” dedi. “Ama bağırsaydım size seslendiğimi fark etmeyebilirdiniz. Arkanıza yeterince hızlı dönemeyebilirdiniz.” Uzun uzun Arthur’a bakan adamın sakalı hafifçe titredi. “Eh, sanırım bir yabancıyı başından yaralamak için bundan çok daha kötü sebepler de vardır.” O asık suratlı kitapçı da dükkândan dışarı fırlamış, bebeğin annesinin ayağa kalkmasına yardım ediyordu. Kadın, bebeğini sarılı olduğu battaniyelerin arasından alıp sımsıkı göğsüne bastırdı. “Düşmekten kurtulmamı sana borçlu olduğumu söylediler,” dedi Arthur’a. Sonra centilmene döndü. “Size de bebeğimi kurtardığınız için teşekkür etmeliyim.” İngiliz centilmen başını iki yana salladı. “Bebeğinizi kurtaran da bu çocuktu. Bu kadar hızlı bir karar vermeseydi sonuç daha vahim olabilirdi, hem de çok daha vahim.”
Bebeğin annesinin az önce pazardan satın aldığı çiçekleri ısrarla Arthur’a vermek istediği ve birkaç yabancının Arthur’un elini sıkmaya geldiği kısa süreli bir heyecan yaşandı. Tek arzusu evine dönmek olan Arthur için bu fazlasıyla baş döndürücü bir trafikti. Nihayet anne bebeğini alıp gitti, kalabalık dağıldı ve Arthur, meraklı centilmenle baş başa kaldı. Kitapçının duvarına yaslanan adam, sönük piposunu düşünceli bir edayla dudağına vurdu. Arthur onunla göz göze geldiğinde bakışlarının içine işlediğini hissetti. “O kadının düşmesini engelleyen de sendin, ha?” dedi adam. “Reflekslerin çok hızlı olmalı.” Yabancının keskin bakışlarından en ufak bir rahatsızlık duymayan Arthur, “Hayır, efendim,” dedi. “Sadece bayılmak üzere olduğunu fark ettim.” “Öyle mi? Bunu nasıl fark ettin?” “Şey, elbisesi yeniydi ve yüzünün solgun olduğunu, nefes almakta zorlandığını gördüm. Yeni anne olmasına rağmen beli çok inceydi. Bu yüzden kendine elbise alırken bir de…” Arthur sesini alçaltıp âdeta fısıldayarak, “korse aldığını düşündüm,” dedi. Centilmenin, onun bu tarz şeyleri bilmesini tuhaf karşılamayacağını umdu . Sonuçta Arthur beş kız kardeşiyle aynı odayı paylaşıyordu ve annesi Bebek Constance’ı daha birkaç ay önce kucağına almıştı. Boğazını temizledi. “Ama belli ki korseyi satan kişi iplerini fazla sıkmış. Bu tarz iç giyimin nefes almayı engellediği ve…” “Bayılmalara sebep olduğu bilinir,” diye tamamladı centilmen. “Kesinlikle öyle.” Yakınlardaki Newington Kilisesi’nin çanları çalıp saati haber verdiğinde Arthur nefesini tuttu.
“Affedersiniz,” dedi az önce yere attığı et paketini almak üzere eğilerek. “Eve dönmeliyim.” Adam şapkasını çıkarıp onu selamlayarak, “Gözlem gücün bugün çok işe yaradı,” dedi. “Belki düşündüğünden çok daha fazla.” Arthur, bu tuhaf veda ya verecek bir cevap bulana dek adam çoktan kalabalığa karışmıştı. Yine de Arthur onunla ilgili garip bir detayı daha fark et ti. Yokuş yukarı çıkarken bastonunu sağ elinde taşıyan adam, şimdi onu sol eliyle sımsıkı kavrıyordu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHayalet
- Sayfa Sayısı184
- YazarJason Reynolds
- ISBN9786051983707
- Boyutlar, Kapak15 x 23 cm, Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kahve Soğumadan Önce ~ Toshikazu Kawaguchi
Kahve Soğumadan Önce
Toshikazu Kawaguchi
Zamanda yolculuk edebilseydiniz neyi değiştirirdiniz? Kimi son bir kez görmek isterdiniz? Tokyo’nun ara sokaklarından birinde, ziyaretçilerine özenle demlenen kahvelerini sunan yüz yıllık bir kafe...
- Suhodol Köyü ~ İvan Bunin
Suhodol Köyü
İvan Bunin
Köy durağanlığın, zamanın acımasız akışına direnmenin simgesi ise Suhodol Köyü bu değişmezlik içinde değişimi izleyebilen ender yapıtlardandır. İvan Bunin’in 1912 yılında yayımladığı Suhodol Köyü...
- Oidipus Yollarda ~ Henry Bauchau
Oidipus Yollarda
Henry Bauchau
Kehanetin ağırlığından kurtulmanın tek çaresi yollara düşmek, ötekilerle karşılaşmak, bir eser yaratmak. Oidipus, kimilerinin acıyarak, kimilerinin nefretle baktıkları düşmüş kral, geçmişe ait bir hesaplaşmanın...