Meksika’nın en saygın yazarlarından Carlos Fuentes, altı öyküden oluşan Kaygı Veren Dostluklar ile yaşam ve ölüm denen iki değişmezin arasında sıkışıp kalan varlıkların; hayaletler, vampirler, zebaniler, cadılar ve başka doğaüstü yaratıkların üzerinden okuyucuyu ülkesinin renkli kültür coğrafyasında büyüleyici bir yolculuğa çıkarıyor. Kaygı Veren Dostluklar’da günlük yaşamlar iç içe geçen doğaüstü varlıklar beklenmedik şekillerde hayatlarına girdikleri insanların kaderlerini değiştiriyor. Bir yandan da Kazıklı Voyvoda’dan İkinci Dünya Savaşı’na, Shakespeare oyunlarından azizelerin rengârenk dünyasına uzanarak aşk, aile, cinsellik ve din gibi evrensel konular irdeleniyor. Fuentes, fantastik edebiyata görkemli bir dönüş yaptığı Kaygı Veren Dostluklar’da hem Meksika’nın çağdaş kimliğinin geçmiş tarafından nasıl şekillendirildiğini inceleyerek nesiller, sınıflar ve cinsiyetler arasındaki, toplumun üzerine ölü toprağı gibi çöken yabancılaşmayı sorguluyor hem de okuyucuyu ölüm ve yaşamın hem tezatlarını hem de birbirine olan bağımlılığını keşfe davet ediyor; biraz ürküterek, biraz da şehvetle…
İçindekiler
Tiyatro Âşığı ……………………………………………………………. 11
Annemin Kedisi ………………………………………………………. 45
Dostlar …………………………………………………………………… 83
Calixta Brand ………………………………………………………… 121
Uyuyan Güzel ……………………………………………………….. 155
Vlad …………………………………………………………………….. 201
Tiyatro âşığı
Harold Pinter ve Antonia Fraser’a
Pencere
1
Wardour Sokağı’nın sonunda küçük bir apartman dairesinde oturuyordum. Wardour, Londra’nın ticaret, televizyon ve sinema yayınları merkezidir, benim görevim tek bir amaca ulaşmak için bir yönetmenin talimatlarını izlemekten ibaretti: Anlatımın akıcılığını ve filmin teknik açıdan kusursuzluğunu sağlamak. Pelikül. Dün gümüş nitrat, bugün selüloz asetat olan, günümü sürekliliği sağlamak için dijitalize ederek; karışıklıkları, çirkinliği, en kötüsü de filmin yaratıcılarının deneyimsizliğini bertaraf etmek için eleyerek geçirdiğim o “deri” parçacıklarının kırılganlığını anlatmaya sözcüğün kendisi zaten yeterlidir. Belki sözcüğün İspanyolcasına kıyasla daha teknik ya da soyut olan İngilizcesi daha iyidir. Film, zar, hassas deri, sis, örtü, belirsizlik anlamına gelir. Sözel fantazilerden kaçınmak ve filmin işimdeki anlamını kendime özetlemek için bu sözcüğü sözlükte aradım: selüloz ve emülsiyondan oluşan esnek rulo. Artık öyle değil. Artık adı Beta Dijital. İspanyolca “pelikül” dediğim zaman sözcüğün akademik anlamından (“sinematografik baskı için hazırlanmış selüloit bant”) uzaklaşmıyorum kuşkusuz, ama kendimi insan teninin kırılgan, yüzeysel bir anlamından, görünümün bu ince giysisinin imgesinden de ayıramıyorum (ya da ayırmak istemiyorum). Başkalarının bakışlarının karşısına çıktığımız deri, bizi baştan aşağı kaplayan bu örtü olmasa, iskeletten – kafatasından öte zırhı olmayan, fani iç organlarımızın ortalığa dökülüp saçıldığı açık, geniş bir kasap dükkânından ibaret olurduk. Ölümün ebediyete göstermemize izin verdiği şey kafatasımızdı. Alas, poor Yorick! Günümün büyük kısmını işim kaplıyordu. Açıkça hiç arkadaşım yok dememek için böyle söylüyorum, az arkadaşım vardı. İngilizler pek dışa açık değillerdir. Belki de – bu konuyu araştırıyorum– foreigner’e bu kadar çok, böylesi fazla küçümseyici takma ad adamış bir başka millet yoktur: dago, yid, frog, jerry, spik, hun, polack, russky… Ben İrlandalı O’Shea soyadımla kendimi savunuyordum, ta ki Latin Amerika’da İrlanda ve İskoçya lehçelerine ait birçok isim olduğunu açıklamaya mecbur bırakılana kadar. O’Higgins, O’Farril, O’Reilly ve Fogartylerle doluyduk. Komşu adalı, İrlandalıymış gibi yaparak İngilizleri kandırabilirdim elbette. Hayır. Dönek bir Meksikalı olmak iğrenç. Olduğum gibi ve olduğum şey olduğum için kabul edilmek istiyorum. İşimde kolaylık ve ofiste aşinalık sağlaması gibi nedenlerle Larry O’Shea diye bilinen Lorenzo O’Shea, XIX. yüzyılda Amerika’ya göç eden Anglo-İrlandalıların torunu ve Meksikalıdır. Yirmi dört yaşlarında burslu olarak sinema tekniği okumak için Büyük Britanya’ya geldim ve alışkanlıktan ya da tercihinize göre ataletten, İngiltere’de sinema dünyasında birisi olacağım hayaliyle burada kaldım.
Mücadelenin farkına varamadım. Şimdiki yaşım olan otuz üçe gelene kadar sinema ve televizyon dünyasında hüküm süren dizginsiz rekabetin farkına varmadım. Yabani mizacım, yabancı kökenlerim, belki de dile getirmesi hoş olmayan bir istençsizlik beni kurgu masasına ve yalnız bir yaşama mahkûm etti çünkü aynı nedenlerle party’nin, pub yaşantısının, sporun, royals1 ve oraya buraya gidip gelmelerine duyulan hayranlığın bir parçası olmak istemedim… bakışlarımı dokuz saat AVID’e diktikten sonraki özgür yalnızlığı kendime ayırdım. Aynı nedenle sinemaya gitmekten de kaçınıyorum. Bu, burada adlandırdıkları şekliyle “otobüs sürücüsünün tatili” –busman’s holiday– yani tatilde de işteyken yaptığını tekrarlamak olurdu. Tercihim tiyatrodur. Tüm kartlarımı masaya açıyorum meraklı okur, çünkü kimseyi kendimi şaşırttığımdan ya da yanılttığımdan daha fazla şaşırtmak ya da yanıltmak istemem. Dünyanın hiçbir kentinde Londra tiyatrosunun kalitesi ve oyun sayısı yoktur. Haftada en az iki kez tiyatro izliyorum. Pratik anlamda maaşımın sinemalarda, yolculuklarda, lokantalarda harcayacağım kısmını tiyatro bileti almaya harcıyorum. Doyumsuz hale geldim. Sahne bana ruhumun ihtiyaç duyduğu (gözlerimin dayattığı) canlı mesafeyi sağlıyor. Oradayım ama yanılsamanın kendisi beni sahneden ayırıyor. Ben senaryonun “dördüncü duvarıyım.” Oyun canlıdır. Bir tiyatro oyuncusu beni filme çekilmiş, el sürülemez, her zaman aynı olan, edisyondan geçmiş, kesilmiş, yeniden kesilmiş ve hatta elenmiş, ama her zaman aynı olan imgenin köleliğinden kurtarıyor. Burada farklı olan birbirine eş iki tiyatro temsili olmamasıdır. Bazen sadece oyundaki irili ufaklı farklılıkları görmek amacıyla aynı oyuna dört kez gittiğim olur. Yorumu gün be gün değişmeyen bir oyuncuya henüz rastlamadım. Oyununu cilalıyor. Kusursuzlaştırıyor. Dönüştürüyor. Sıkıldığı için güdükleştiriyor. Belki başka şey düşünüyor. Başka bir oyuncuya bakan oyunculara da, sahne arkadaşlarıyla o zorunlu göz temasından kaçınanlara da dikkat ediyorum. Oyuncuların geride bıraktıklarını, terk ettiklerini, kulisteki özel yaşantılarını ya da sahnede mahremiyetlerinin arzulanmayan bir biçimde kuşatılışını düşünüyorum. Oyuncunun sahneye çıkmadan önceki tek mecburiyetinin işemesi ve fermuarını çektiğinden emin olması olduğunu kim söylemiş? Shakespeariyen kanon, Ibsen, Strindberg, Çehov, O’Neill ve Miller, Pinter ve Stoppard. Benim kişisel, en yoğun ve işin can sıkıntısının dışındaki yaşamım onlar. Beni yukarı çıkarıyorlar, besliyorlar ve heyecanlandırıyorlar. Beni boşa yaşamadığıma inandırıyorlar. Tiyatrodan çıkıp salon, arka oda, banyo ve mutfaktan ibaret küçük daireme Electra, Coriolano, Willy Loman ya da Bayan Julia aracılığıyla yoğun bir yaşamışlık duygusuyla dönüyor, başka bir dostluğa ihtiyaç duymuyorum. Bu bana ertesi gün yataktan kalkacak ve işe gidecek gücü veriyor. Wardour Sokağı’dan bir adım uzaktayım. Ama büyük tiyatrolar bulvarının, Shaftesbury Bulvarı’nın da komşusuyum. Bu benim gibi yalnız gezen biri için mükemmel bir alan. Sınırları belli küçük bir ulus elimin altında. Yaşamak için toplu taşıma araçlarına hiçbir zaman ihtiyaç duymamışımdır. Sakin bir şekilde yaşıyorum. Dairemin penceresinden bakınca tek gördüğüm karşı dairenin penceresidir. Soho’daki caddeler arasındaki sokaklar son derece dardır ve insan bazen karşı binada yaşayan komşusuna eliyle dokunabilir. Bu nedenle sokak boyunca bu kadar çok perde, jaluzi, hatta eski moda kanatlı panjurlardan vardır. Uzun uzun birbirimizi gözetleyebilirdik. İngiliz muhafazakârlığı buna engel. Hiçbir zaman bu işe niyetlenmişliğim yoktur. Kavga eden bir çifti, oynayan ya da ödev yapan çocukları, ıstırap çeken bir ihtiyarı gözetlemek beni ilgilendirmez… Bakmıyorum. Bana bakan yok. Özel yaşantım “kamusal” yaşantımı yineliyor ve düzenliyor, böyle de denebilir. Şunu demek istiyorum: Evimde de sokakta yaşadığım gibi yaşıyorum. Dışarı bakmıyorum. Kimsenin bana bakmadığını biliyorum. İçine gömüldüğüm bu körlük benzeri durum, ne bileyim, mahremiyet, ilgi yoksunluğu ya da dikkatsizlik ve hatta saygı hoşuma gidiyor…
2
Onun ortaya çıkmasıyla her şey değişti. Fazlaca dikkat etmeden öylesine baktığımda ilk olarak benimkinin karşısında bulunan dairedeki ışığı fark ettim. Sonra perdelerin açık olması dikkatimi çekti. Son olarak da dairenin içindeki kişinin dalgın adımlarını gözledim. Ben de dalgın bir tavırla kendime şöyle dedim: “Bir kadın.” Bu yeniliği çok geçmeden unuttum. O dairede yıllardır oturan yoktu. Bana gelince, iş saatlerimi dolduruyordum. Sonra tiyatroya gidiyordum. Ancak geri dönünce, gecenin on birine doğru, evimdeyken komşu penceredeki ışığın parıltısını fark ediyordum. “Komşum” benimkilere karşılık gelen odalarda geziniyor kendi kişisel alışkanlıklarına göre bir görünüyor, bir kayboluyordu. İlgimi çekmeye başlamıştı. Sürekli uzaktan onu izliyordum; geziniyor, yatağını düzeltiyor, mobilyaları itip çekiyor, televizyonun karşısında oturuyor ve bir duvardan ötekine başını önüne eğerek sessizce geziniyordu. Tüm bunlar gecenin on birinden, yani ben teatral yolculuğumu bitirdikten sonra ya da yediden, yani iş dönüş saatimden sonra oluyordu. Gündüzleri ben işe giderken karşıdaki dairenin perdeleri kapalı oluyordu, ama gece, eve geri döndüğümde her zaman onları açık buluyordum. Kadını daha iyi görebilmek için ister istemez pencereye yaklaşmasını bekler oldum. Gecenin on birinde, ışıkları söndürüp uyumaya gitmeden önce bir önceki günün işleriyle meşgul olması normal, diyordum kendi kendime. Yavaş yavaş bir merak kafamı kurcalamaya başladı. Görebildiğim kadarıyla kadın yalnız yaşıyordu. Perdeleri kapattıktan sonra birini içeri almıyorsa elbette. Perdeleri sabahları kaçta açıyordu? Ben sekiz buçukta işe giderken kapalı oluyorlardı. Merakım üstün geldi. Sıradan bir perşembe günü hasta numarası yaparak işyerimi aradım. Sonra penceremin önüne yerleşerek onun da kendininkini açmasını bekledim. İnce perdelerin arkasından birçok kez geçti gölgesi. Bedenini gözümde canlandırmaya çalıştım, perdelerini aralaması için yalvardım. Saat sabah on birde dualarım kabul oldu ve onu nihayet yakından görebildim. Perdeleri araladı ve kollarını açarak bir süre öylece durdu. Beyaz geceliğini görebildim, kolsuz ve çok kısaydı. Diri ve genç kolları, temiz koltuk altları, memelerinin ayrımı, kuğu boynu, sarışın başı, uyku nedeniyle karmakarışık saçları ama kendini çoktan güne vermiş, sarı saçlarıyla tezat oluşturan kapkara gözleri hoşuma gitti. Kaşları yoktu, yani tümüyle aldırmıştı. Bu ona gerçekdışı, tuhaf bir görünüm kazandırıyordu kesinlikle. Bakışlarımı derin dekoltesi sayesinde görünür olan memelerine
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKaygı Veren Dostluklar
- Sayfa Sayısı272
- YazarCarlos Fuentes
- ISBN9789750713132
- Boyutlar, Kapak12.5 x 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Transit Yolcular ~ Müge İplikçi
Transit Yolcular
Müge İplikçi
“Bütün yolculukların bir oyun ve hareket etmek fiiline endeksli bir macera olduğuna inanıyorsanız, gitmemenin de aynı dokuya sahip olduğunu keşfedersiniz kısa bir süre sonra....
- Kızıl Veba ~ Jack London
Kızıl Veba
Jack London
Yıl 2013… Hızlanan kalp atışları, yükselen ateş ve kasılmalar; kızıla çalan yüzler ve vücutlar… Derken telaşsız bir uyuşukluk ağır ağır vücudu kaplıyor, kalbe ulaştığındaysa...
- Kitap Yiyici ~ Stéphane Malandrin
Kitap Yiyici
Stéphane Malandrin
Adar Cardoso ve Faustino da Silva yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, yaramazlıklarıyla çarşıyı pazarı birbirine katan, şölenleri yağmalayan, uyuyan balıkçıların bıyıklarını kesen, arakçılıkta usta Lizbonlu...