Nobel Edebiyat Ödüllü Hemingway‘in romanları kadar başarılı ve en az onlar kadar ünlü 14 öyküsünün yer aldığı Kadınsız Erkekler, yazarın gençlik yapıtlarından biridir. Savaştan kaynaklanan ilişkiler, erkekler ve kadınlar arasındaki ilişkilerin ele alındığı bu öykülerle Hemingway Amerika’nın en iyi öykücüsü olarak belirmeye başlamıştır.
Hemingway’in kahramanlarının öyküleri… Kimi faşistlere karşı savaşan bir devrimci, kimi arenada boğa güreşçisi; kimi boksör, kimi denizlerin ve çöllerin sonsuzluğunda her an yitip gidebilecek birer avcı… Hepsi “yalnız” insanlar; ancak “onların” yalnızlığı, hayatı uzaktan, ürkek gözlerle izleyen insanların alıştığımız türden içe dönük yalnızlığına hiç benzemiyor; dahası, oldukça “gürültülü-patırtılı” bir yalnızlık: Kaderlerinin karşısına tek başına yiğitçe dikiliyor ve nerdeyse dünyayı ayağa kaldırıyorlar.
İ Ç İ N D E K İ L E R
Önsöz – Tragedya Yazarlarının Sonuncusu
Ernest Hemingway (Ahmet Yurdakul) ……………………………. 7
Yenilmeyen ………………………………………………………………………………………………………………………. 11
Bir Başka Ülkede ………………………………………………………………………………………………………. 49
Beyaz Fillere Benzeyen Tepeler ………………………………………………………………. 56
Katiller …………………………………………………………………………………………………………………………………. 62
Che Ti Dice La Patria? ……………………………………………………………………………………….. 75
Spezia’da Bir Yemek ………………………………………………………………………………………………. 79
Yağmurdan Sonra …………………………………………………………………………………………………….. 84
Elli Bin Papel ………………………………………………………………………………………………………………… 88
Basit Bir Soruşturma ……………………………………………………………………………………….. 119
On Kızılderili ……………………………………………………………………………………………………………. 123
Birine Bir Kanarya ………………………………………………………………………………………………. 130
Bir Alp Şiiri …………………………………………………………………………………………………………………. 136
Bir Kovalamaca Yarışı ……………………………………………………………………………………… 143
Bugün Cuma ……………………………………………………………………………………………………………….. 149
Kötü Hikâye ………………………………………………………………………………………………………………… 154
Uzanmış Yatarken ………………………………………………………………………………………………… 157
TRAGEDYA YAZARLARININ SONUNCUSU ERNEST HEMINGWAY
Şubat 1998… Havanalı şoför, bozuk İngilizcesi ile sahile inen dik yamaçların gerisindeki uzak bir koyu işaret etti: “Köy orası, yolu biraz kötü, yirmi dakika sürer. Daha önce gittiniz mi?” Hayır anlamında başımı sallayıp, elimdeki haritaya döndüm. Konuşkan bir gezgin olmadığımı anlamıştı şoför, başka soru sormadı. Uzun, geniş bir kumsal. Köy, kumsalın epeyce gerisinde. Tropik ağaçların arasından görülen derme çatma evler… Sahilde güneşlenen bir turist kafilesi, galiba İspanyol… Bambu kamışlarından yapılma tezgâhların üstünde hediyelik eşya satan birkaç satıcı ve uzaklardan gelen La Charamba grubunun kıvrak, hüzünlü ezgileri… Lokantayı bir bakışta tanıdım. Belleğime yerleşen film karesinin aynısı!.. Tam karşısında, hafif bir eğimle inilen kumsalın denizle buluştuğu yerde uzun, tahta bir iskele… İskeleye bağlı birkaç balıkçı motoru… Hayır, bu motorlar, kayıklar, filmdekine hiç benzemiyor. Birkaç ahşap basamakla çıkılan verandada durup, okyanusa bakıyorum. Açıklarda köpürmeye başlayan dalgalarla birlikte yükselip, sonra inişe geçen birkaç sörfçü…
Lokantanın içi, o filmden aklımda kalanlar kadar âşina değil, şimdi biraz daha özenli, masalarda bembeyaz kolalı örtüler ve evet, bunu daha önce söylemişlerdi: duvarlarda, kocaman siyah-beyaz posterler, tam kırk yıl öncesinin fotoğrafları, fotoğraflarda filmin görünen/görünmeyen üç kahramanı: Hemingway, Spencer Tracy ve hikâyesi filme alınan o Kübalı balıkçı… Film burada başlamıştı işte, belki şu köşe masada. Spencer Tracy, güneş yanığı yorgun yüzüyle hikâyesini anlatmaya başlıyordu genç bir gazeteciye; elinde evirip çevirdiği yarılanmış bir içki kadehi, yıl 1958, filmin adı The Old Man and The Sea…
Masalardan birine oturup mönüyü açıyorum, mönüdeki her yemek Hemingway’in adıyla başlıyor. Hemingway salatası, Hemingway’in levrek buğulaması… Rom ve kahve söylüyorum sadece, derken yeniden duvarları doldurtan fotoğraflara dönüyorum. Hemingway, iri cüssesi ve kır sakallarıyla son derece mütebessim, ölüm dışı bir yaratık kadar havaî, upuzun açtığı kollarından biri Spencer Tracy’nin omzunda, biri hikâyedeki gerçek balıkçının… Aniden gözüm, denize bakan iki kişilik bir masada tek başına içkisini yudumlayan o yaşlı adama ilişiyor. Görünürdeki yaşı yetmiş civarı ama kayış gibi dinç ve sağlıklı. Önünde, rengi yeşile çalan bir bardak içki, içkinin içinde nane sapları… Hep denize bakıyor yaşlı adam, fasılasız denize bakıyor… Ben, hem ona bakıyorum hem fotoğraflardaki gerçek Kübalı balıkçıya… İkisinin birbirine ne kadar benzediğini düşünürken birden irkiliyorum; hayır, bu gördüğüm benzemekten çok daha fazlası!.. Rom ve kahvemi getiren garsona soruyorum heyecanla… Garson beni doğruluyor.
“Peki kaç yaşında bu adam?..”
“Geçen hafta 102 yaşına girdi senyör!”
Kübalı yaşlı balıkçı hâlâ denize bakıyordu. Gözleri hüzünlü müydü, yoksa bana mı öyle geldi bilmiyorum. Neyi bekliyordu, neyi hayal ediyordu?.. Hemingway, bastığı yeri sarsan dev adımlarıyla içeri girebilir ve garsona şöyle seslenebilir miydi her an:
“Hey ahbap… Herkese benden bir içki!”
***
Yaşayan bir Hemingway kahramanıyla, dünyanın uzak bir köşesinde karşılaşmamdan bu yana yaklaşık sekiz yıl geçti… Bu kitabın önsözünü yazmam istendiğinde, kütüphanemde uzun bir sıra oluşturan Hemingway’in kitaplarına şöyle yeniden bir baktım ve o yaşlı Kübalı balıkçıyı hatırladım; yapıtlarını, bazen baştan sona, bazen yer yer ama dönüp dolaşıp defalarca okuma sebebim, belki de artık eskimeye yüz tutmuş bu uzak anıda gizliydi: Dünyanın neresinde olursa olsun bir Hemingway kahramanıyla –gerçek ya da kurmaca– herhangi bir anda yüz yüze gelebilme ihtimali!
Tek başına bu ‘ihtimal’ bile bence onu tragedya yazarlarının sonuncusu olarak düşünmemize yeterlidir. Hemingway’in kahramanları, öncelikle ‘yalnız’ insanlardır; ancak ‘onların’ yalnızlığı, hayatı uzaktan, ürkek gözlerle izleyen insanların alıştığımız türden içe dönük yalnızlığına hiç benzemez; dahası, oldukça ‘gürültülü-patırtılı’ bir yalnızlıktır: Kaderlerinin karşısına tek başına yiğitçe dikilir ve nerdeyse dünyayı ayağa kaldırırlar. Kimi faşistlere karşı savaşan bir devrimcidir, kimi arenada boğa güreşçisi; kimi boksördür, kimi denizlerin ve çöllerin sonsuzluğunda her an yitip gidebilecek birer avcı…
Kadınsız Erkekler, Ülkü Tamer’in tertemiz çevirisiyle, Hemingway’in unutulmaz lezzetteki öykülerinden bir deste getiriyor önünüze.
Devamı ve merakı, önünüzdeki sayfalarda…
Hadi başlayın!
Ahmet Yurdakul
Haziran 2006
YENİLMEYEN
Manuel Garcia, Don Miguel Retana’nın yazıhanesine çıkan merdivenleri tırmandı. Bavulunu yere koyup kapıyı vurdu. Cevap gelmedi. Koridorda duran Manuel, odada birinin olduğunu sezinledi. Kapının ardından sezinledi bunu.
Kulak kabartarak, “Retana” dedi.
Cevap gelmedi.
Tamam, orada, diye düşündü Manuel.
“Retana” dedi, kapıyı yumrukladı.
Biri, “Kim o?” dedi yazıhaneden.
“Ben, Manolo” dedi Manuel.
Ses, “Ne istiyorsun?” diye sordu.
“İş istiyorum” dedi Manuel.
Anahtar birkaç kere döndü, kapı açıldı. Manuel, elinde
bavulu, içeri girdi.
Odanın öteki ucunda, masa başında ufak tefek bir adam oturuyordu. Başının üstünde, Madridli birinin doldurduğu bir boğa başı duruyordu; duvarlarda çerçeveli fotoğraflarla boğa güreşi afişleri vardı. Ufak tefek adam, oturduğu yerden Manuel’e baktı.
“Seni öldürdüler sanıyordum” dedi.
Manuel parmaklarıyla masaya vurdu. Masada karşısında oturan ufak tefek adam ona baktı.
“Kaç corrida’ya katıldın bu yıl?” diye sordu Retana.
“Bir” diye cevap verdi Manuel.
“Sadece o corrida’ya mı?” diye sordu ufak tefek adam.
“O kadar.”
“Gazetelerde okudum” dedi Retana. İskemlesine yaslanıp Manuel’e baktı.
Manuel, doldurulmuş boğaya baktı. Daha önce birçok kere görmüştü onu. Bir çeşit ailevi ilgi duyuyordu bu boğaya. Dokuz yıl önce kardeşini, usta bir güreşçi olacağa benzeyen kardeşini öldürmüştü. O günü hatırlıyordu Manuel. Boğa başının asıldığı meşe kalkanın üstünde pirinç bir levha vardı. Manuel okuyamıyordu levhayı ama kardeşinin anısına bir şeyler yazılı olduğunu sanıyordu. İyi bir çocuktu kardeşi.
Şunlar yazılıydı levhada: “Veragua Dükü’nün, caballo’ya karşı 9 yara alan, 27 Nisan 1909’da Novillero’da Antonio Garcia’nın ölümüne sebep olan boğası ‘Mariposa.’”
Retana, onun boğa başına bakmakta olduğunu gördü.
“Pazar günü için Dük’ün yolladıkları büyük bir fiyaskoya sebep olacak” dedi. “Hepsinin bacakları berbat. Kahvede ne konuşuyorlar?”
“Bilmem” dedi Manuel. “Şimdi geldim.”
“Evet” dedi Retana. “Bavulun elinde.”
Koca masanın arkasında, iskemlesine yaslanarak Manuel’e baktı.
“Otur” dedi. “Çıkar kasketini.”
Manuel oturdu; kasketini çıkarınca yüzü değişiverdi. Soluktu yüzü, kasketinin altından görünmesin diye tokayla tutturduğu coleta’sı4 garip bir görünüş veriyordu ona
“İyi görünmüyorsun” dedi Retana.
“Hastaneden yeni çıktım” dedi Manuel.
“Ayağını kestiler diye duymuştum” dedi Retana.
“Kesmediler” dedi Manuel. “İyileşti.”
Retana masanın üstünden eğilip Manuel’in önüne tahta bir sigara kutusu itti.
“Bir sigara iç” dedi.
“Sağ ol.”
Manuel sigarayı yaktı.
Kibriti Retana’ya uzatarak, “Sen?” dedi.
Retana elini salladı. “Hayır. Ben sigara içmem.”
Retana sigara içişine baktı Manuel’in.
“Niye bir işe girip çalışmıyorsun?” dedi.
“Çalışmak istemiyorum” dedi Manuel. “Ben boğa güreşçisiyim.”
“Artık boğa güreşçisi kalmadı” dedi Retana.
“Boğa güreşçisiyim ben” dedi Manuel.
“Arenada olduğun zamanlar” dedi Retana.
Manuel güldü.
Retana bir şey söylemeden, Manuel’e bakarak oturuyordu.
“İstersen gece güreşine sokayım seni” dedi Retana.
“Ne zaman?” diye sordu Manuel.
“Yarın gece.”
“Kimsenin yedeği olmam” dedi Manuel. Hep yedekler ölürdü arenada. Salvador bu yüzden ölmüştü. Parmağıyla masaya vurdu.
“Başka iş yok elimde” dedi Retana.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKadınsız Erkekler
- Sayfa Sayısı176
- YazarErnest Hemingway
- ISBN9789752201743
- Boyutlar, Kapak13,3 x 19,5 cm, Amerikan Kapak
- YayıneviBilgi Yayınevi / 2018
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Geçmişin Kanı (Kan Günlükleri Serisinin 2. Kitabı) ~ Samantha Young
Geçmişin Kanı (Kan Günlükleri Serisinin 2. Kitabı)
Samantha Young
Tek isteği kurtulmaktır… Fakat kurtuluşa giden yol hiç kolay değildir! Annesinin soyunu araştırmak için İskoçya’ya giden Eden, kısa süre içinde kendini karmaşık işlerin içinde,...
- Homo Faber ~ Max Frisch
Homo Faber
Max Frisch
İnsanların yaşantıdan söz ederken neyi kastettiklerini kendi kendime çoğu kez sormuşumdur. Bir teknisyenim ve her şeyi olduğu gibi görmeye alışkınım. Onların sözünü ettiği şeyi...
- Deli Kadın Hikayeleri ~ Mine Söğüt
Deli Kadın Hikayeleri
Mine Söğüt
Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım.Sizi saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten şeylerden ibaret,doğurmaya mahkûm,çocuklarını kaybetmekle mühürlü,yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım.İçlerine açılan...