1930 yıllarında, Pennsylvania’daki bir çiftlikten Avrupa’ya dehşetli bir yol kat eden Banning Jainlight, dünyanın en şeytani adamının erotik hikâye tedarikçisine dönüşerek tarihin ve İkinci Dünya Savaşı’nın akışını değiştirir. İlk başta bir Viyana penceresinde kayıp bir erotik rüyanın yansımasına rastlar ve sonra Yirminci Yüzyıl’ın sarsılmış ve gizli vicdanıyla yüzleşir.
Daha önce Sıfırkent isimli eserini yayımladığımız Steve Erickson bu romanında zaman ve mekânın geleneksel sınırlarından sıyrılıyor, okuru bir başka Yirminci Yüzyıl’a götürüyor, medeniyetin az görünen yüzünü keşfe davet ederken zamana ve tarihe de alternatif bir bakış açısı sunuyor.
“Kötülüğün hâkimiyetinin veya yıkılışının böylesi bir yüzyılda ancak bir sapma olabileceğini, çünkü bunun karman çorman beyaz saçlı, ufak tefek başka bir Alman’ın yeni, dizginlenemez şiirleriyle tüm Mutlakları yazıp süpürdüğü, yüzyılın kara saatinin yelkovanının ve rakamlarının alınıp götürüldüğü yüzyıl olduğunu biliyordum. Tanrı’nın anladığı hiçbir zaman kıstasının mevcut olmadığı bir zaman: Böyle bir zamanda anılar onları icat eden hararetten fazlasını ifade etmezler: Bu türden anıların ve bu türden saatlerin önünde iyilik, geçip giden bir trenin içinde hareketsiz dursa da kırların gözlerinin önünden hızla akıp geçen bir adam gibi görür kötülüğü.”
*
YİRMİSİNDEKİ GELİ LEPİSKA SAÇLIYDI, yüz hatları güzeldi, tatlı bir sesi, erkeklerin çekici bulduğu şen şakrak bir yaradılışı vardı. Hitler ona hemencecik âşık oluverdi. Geli’yi her yere götürüyordu, toplantılara ve konferanslara, uzun dağ yürüyüşlerine, Münih’teki kafelere ve tiyatro salonlarına. Hitler 1929 yılında Münih’in en şık ana caddelerinden Prinzregentenstrasse’de dokuz odalı lüks bir daire tutmaya karar verdiğinde burada Geli’ye kendi odası verildi. … Hitler’in yeğeniyle evlenmeye niyetlenmiş olması muhtemeldir. O zamanlar Hitler’e yakınlığıyla bilinen partiden dostları, sonraları … evliliğin kaçınılmaz gözüktüğünü söylemiştir. Hitler’in Geli’ye körkütük âşık olduğundan en ufak şüpheleri yoktur. Geli’nin hisleri hakkında ise ancak tahmin yürütülebilir. …Dayısının hislerine karşılık verip vermediği bilinmez; muhtemelen vermemiştir, sonlara doğru ise bu hislerin karşılık bulmadığı kesindir. Hitler ve Geli arasında kaynağı ve niteliği hiçbir zaman tam olarak öğrenilememiş bir uçurum açılmıştır. … Dayı ve yeğen arasındaki aşka kara bir gölge düşüren şey her neyse, ikilinin tartışmaları gitgide şiddetlendi ve 1931 yazının sonlarına doğru Geli şan derslerine devam etmek üzere Viyana’ya döneceğini duyurdu. Hitler gitmesine izin vermedi. İkili arasında komşuların da tanıklık ettiği bir olay yaşandı. …Geli Raubal ertesi sabah odasında silahla vurularak öldürülmüş olarak bulundu. Savcı ayrıntılı incelemelerin ardından olayın intihar olduğuna hükmetti. … Hitler yasa boğulmuştu. Gregor Strasser daha sonra canına kıymasın diye iki gün, iki gece Hitler’in yanından ayrılamadığını anlatmıştır. Geli Viyana’da toprağa verildikten bir hafta sonra Hitler oraya gitmek için Avusturya hükümetinden özel izin aldı; koca bir geceyi Geli’nin mezarında ağlayarak geçirdi. Hitler aylarca teselli edilemedi. Geli’nin ölümünden üç hafta sonra Hitler [Alman Şansölyesi] Hindenburg’la ilk görüşmesini gerçekleştirdi. Bu, Hitler’in büyük ödül, yani Reich şansölyeliği için oynadığı ilk kumardı. Hitler’in bu tarihî önem taşıyan olay sırasında aklının başında olmayışını –bazı arkadaşları Nazi lideri için pek de iyi geçmeyen görüşme sırasında Hitler’in akli melekelerinin tam olarak yerinde olmadığını söyler– kendisini yakından tanıyanlar sevgili yeğenini kaybetmesine bağladılar. …Hitler daha sonra Geli Raubal’ın ömrü boyunca sevdiği tek kadın olduğunu söyleyip durmuş, ondan hep büyük hürmetle –ve sıklıkla gözyaşları içinde– bahsetmiştir. …Berlin’deki şansölyelik binasına her daim genç kadının portreleri asılmış, her yıl doğum günü ve ölüm yıl dönümünde resimlerin etrafı çiçeklerle süslenmiştir. Herhangi bir insanı sevebilme yetisinden yoksun gözüken acımasız, kuşkucu bir adam olarak Hitler’in genç Geli Raubal’a duyduğu tutku, kendisinin tuhaf yaşantısının gizemlerinden biridir. Her gizem gibi bu gizem de mantık yoluyla açıklanamaz, yalnızca aktarılabilir. Adolf Hitler’in Geli’nin ölümünün ardından on dört sene sonraki intiharına kadar evliliği hiçbir zaman ciddi olarak düşünmediği neredeyse kesindir.
WILLIAM L. SHIRER
The Rise and Fall of the Third Reich (Üçüncü Reich’ın Yükselişi ve Çöküşü)
1
KIYIDAKİ KAYIKHANE İLE DAVENHALL Adası arasında yol alırken yaşanan bir an vardı hep. O anda, suyun üstünde, sisler içinde süzülen tekneden başka hiçbir şey olmuyordu; gökyüzünde güneş veya dünya üzerinde kendisini kara parçası olarak nitelendirebilecek hiçbir şey olmuyordu sanki. Genç adam günde üç defa turistleri anakaradan adaya ve sonra tekrar geri anakaraya taşıyan ihtiyarın yanında çalışmaya başladığında bunu fark etmedi ilkin. İhtiyar Zeno yedi hafta sonra öldü. Genç adamın adı Marc’tı. Marc işi devraldı ve ilk seferinde tam da o ânın içine doğru yol aldı, güvertede, sislerin içinde, her şeyden habersiz turistlerin arasında Evrenin neresindeyim ben be? diye bağırıverecekti. Nihayet griliklerin arasında Davenhall Adası’nın dış çizgileri belirdi. Sonraki günlerde o an, yolculuğun herhangi bir noktasında –tam yarısında veya adaya varmak üzereyken– yaşanmaya devam etti, ada öylesine aniden beliriyordu ki Marc tekneyi kıyıya çarpacağını zannediyordu. Bazen o an, yolculuğun o kadar sonuna doğru yaşanıyordu ki Marc o ânın hiç yaşanmayacağını sanıyordu. Marc’ın o ânın verdiği korku veya ıssızlık duygusunu hissetmediği tek bir sefer bile olmadı. Herhangi bir gezi programının ancak başka bir zamandan gelen, başka bir yerin saatinden çalınmış bir Ölü Deniz parşömeni kadar anlam ifade edebileceği o anda, teknenin etrafından ellerindeki gezi programına dalmış turistlere bakardı. Belki bu andan önce var olmuş bir yerin veya gelecekte yaşanacak bir ânın ait olduğu yerin saatiydi o saat ama içinde bulunulan o ânın saati değildi. O ânın değil.
2
BU AN, MASUM BİR hayattaki ilk sapmaydı. Marc, Davenhall Adası’ndaki Çin mahallesinde büyümüştü, mahalledeki tek beyaz kadın ve –öyle varsaymak gerekir ki– kasabaya kısa süreliğine gelmiş beyaz erkeklerden birinin oğlu, mahallenin tek beyaz çocuğuydu. Bu adam Marc adayı sonsuza dek –veya Marc öyle olduğunu zannediyordu– terk etmeden yirmi küsur sene önce adaya turist olarak gelmiş olabilirdi. Marc’ın gözleri yeşildi. Saçları gün ortası güneşi kadar beyazdı, sarı değil, beyaz; rengi hiç koyulaşmamıştı saçlarının. Küçükken annesinin Yunan Judy’nin ana caddenin tam ortasındaki yerinin karşısındaki otelin ikinci katında bulunan odasındaki aynasının karşısına oturur, gözleri kasabadaki diğer herkesinki gibi kısık olsun diye onları kenarlarından tutup çekerdi. Karşısında hiç gözlerini kısmak zorunda kalmadığı, saçlarının bütün rengini kendi içine çekiveren bir karanlığın içine doğmuş olması dışında genlerinde hiçbir terslik yokmuş gibi. Annesinin de içine doğmuş olması gereken bir karanlıktı bu, gerçi annesinin saçları Marc’ınkiler gibi kar beyaz olmadığına göre o kadar zifiri ve bitimsiz bir karanlık değildi onunki, dudağının üst köşesindeki küçük yara izi dışında hiçbir şeyi bembeyaz değildi kadının. Annesini o küçük yara izi kadar iyi anlatan bir şey daha yoktu Marc için. O yara izine bakarak annesinin ne hissettiğini veya yara izinin annesinin hislerine dair anlattığını düşündüğü şeyleri ölçüp biçerdi. Annesi onu odasındaki aynanın karşısında Çinli gibi gözükmeye çalışırken yakaladığında yara izi hafif yukarı kalkıp eğlenmeyle telaşlanma arası bir ifade takındı; Marc bunu gördü ve o hareketi bir daha yapmadı. Annesi geceleri süt ısıtır ve onlarca dilin tek bir ormanın içinde harmanlanmasını andıran tuhaf aksanıyla Marc’a kitap okurdu. Annesinin okuma sesi dışında ikisinin de ilgisini çeken herhangi bir şey barındırmayan kitaplardı bunlar. Marc’a kitap okumak, kadının nadiren yaptığı annelik eylemlerindendi, gerçi bu, böyle şeyler yapmadığında kadının Marc’ın annesi gibi hissetmediği anlamına gelmemeli. Gerçek şu ki kadın Marc’a fena bir şekilde hazırlıksız yakalanmıştı; Marc doğduğunda büyükanne olacak yaştaydı. Marc’ı doğurduğunda artık bebek sahibi olmanın ancak teoride mümkün olabileceğini düşündüğü bir noktadaydı. Bu yüzden de Marc’ı biraz teorik bir çocuk gibi görüyordu. Zihninde yarattığı olağandışı bir hayali nasıl gözlemleyip muhakeme ederse Marc’ı da öyle gözlemleyip muhakeme ediyordu. Kendisine karşı acımasızca dürüst olduğu zamanlarda hâl böyleyken Marc’ı derinden sevmesinin gerçekten mümkün olup olmadığını sorardı kendine; bu soruya yanıt verebilecek kadar acımasızca dürüst olamazdı hiç, gerçi o cesareti gösterebilseydi yanıtın evet olması da kuvvetle muhtemeldir. Her halükârda süt ısıtma ve kitap okuma, kadının kendi hayal gücünün derinliklerine dalmasını ve samimi bir inançla bu hayal gücünün bir parçası olmasını sağlayan eylemlerdi.
3
BAZEN DE UYUYAKALIRDI KADIN, oracıkta, Marc’ın yatağında. Marc annesinin içmiş olabileceğini düşünürdü zaman zaman. Böyle anlarda uyumadan uzanır, düşünürdü, gözlerini kara tavana dikmiş bir çocuk olurdu ve koridordaki adımların sesini tam bu anda duyardı. Doğrulur, kapının altındaki boşluktan ışığa bakar ve adımlara kulak verir, kapının önüne gelince durduklarını fark ederdi. Bildiği kadarıyla otelde asla tek kelime etmeyen ve hiç ortalıklarda görülmeyen ufak tefek Çinli bir hanım olan müdireden başka kimse yaşamıyordu; zaten koridordaki adımlar iri birine aitti. Çok iri birine. Marc yıllarca, gecenin bir yarısı, kapısının hemen önünde bu görünmez devin ayak seslerini duymuştu. Otelde bizden başka birileri daha yaşıyor, demişti annesine. “Kim?” diye sormuştu annesi. Doğrudan, Hayır, deseydi, Marc onun yalan söylediğini anlardı. Marc’ın Davenhall Adası’ndaki yaşamının sesleri, geceleri koridorda beliren ayak sesleri, kışın ağaçların çıkardığı sesler ve pirinç dükkânının arkasında bulunan, tamamen kendi başına çalışan siyah-beyaz bir ünite olan, etrafa onları yerden kazıyıp, barında servis ettiği viskinin içine katan Yunan Judy’den başka hiç kimsenin umurunda bile olmayan buz kalıpları saçan buz makinesinin boğuk uğultusuydu. Judy birkaç sene önce işin başına geçmiş genç bir kadındı; asıl adı Garcia’ydı, Yunan falan değildi. Yunan Judy’nin dokunmadığı buzlar kasabanın pisliğini emmiş ışıl ışıl camlar gibi yerde öylece dururdu. Yunan Judy’nin barında ihtiyar Zeno’nun teknesiyle gelen turistlere viski ve bira, biftek ve soğan servis edilirdi. Yaşamın tek bir noktada toplanmış kızıl uğultusu öğleden sonra dörtten itibaren berrak ve oryantal bir sessizliği yararak barın içinden yükselir, barda bazen anne babasıyla gelmiş çocuklar gören Marc, son tekne kalktıktan sonra turistlerin geride bıraktıkları ıvır zıvırı toplar, bunları sokağın karşısındaki otelin üst katındaki yatağının altına saklardı. Yıllarca dış dünyaya ait bu eşyaların annesinin bilse evde barındırmayacağı kaçak mallar olduklarını zannettiyse de annesi aslında bu eşyaların varlığından gayet haberdardı ancak gizliliğin cazibesinin bir çocuk için ne denli elzem olduğunu biliyordu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKara Saatin Devirleri
- Sayfa Sayısı357
- YazarSteve Erickson
- ISBN9786057496120
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir İdam Mahkumunun Son Günü ~ Victor Hugo
Bir İdam Mahkumunun Son Günü
Victor Hugo
Victor Hugo (1802-1885): Fransız edebiyatının en ünlü yazarlarından biri olan sanatçı, edebi ününü şiirleri ve oyunları ile kazandı. Romantik akımın en tanınmış adları arasında...
- Artemio Cruz’un Ölümü ~ Carlos Fuentes
Artemio Cruz’un Ölümü
Carlos Fuentes
Meksika Devrimi’ne, toprakların köylülere dağıtılması uğrunda savaşan, idealist bir genç asker olarak katılan Artemio Cruz, devrimin giderek yozlaşması sonucunda zengin bir toprak ağası olup...
- Koyasan ~ Darren Shan
Koyasan
Darren Shan
Korku edebiyatında yepyeni bir sayfa açmak… Dünya çapında fenomen haline gelmiş 12 kitaplık Ucubeler Sirki serisinin ödüllü yazarı Darren Shan’dan çok özel bir korku kitabı: Koyasan Ölüm...