Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kızıl
Kızıl

Kızıl

Stefan Zweig

Zweig gençlik dönemi yapıtlarından Kızıl’da öğrenim için Viyana’ya giden genç bir tıp öğrencisinin büyük kentin gerçekliğine uyum sağlama ve yetişkinliğe adım atma sürecini anlatır….

Zweig gençlik dönemi yapıtlarından Kızıl’da öğrenim için Viyana’ya giden genç bir tıp öğrencisinin büyük kentin gerçekliğine uyum sağlama ve yetişkinliğe adım atma sürecini anlatır. Kendini birdenbire ailesinden uzakta soğuk bir odada yapyalnız bulan bu “çocuksu” genç adam, zamanla girdiği bunalımın etkisiyle hayallerinden, başlangıçta büyük bir hevesle sarıldığı tıp eğitiminden vazgeçme noktasına gelmiştir. Tam da o günlerde kızıla yakalanan ve yardımına ihtiyaç duyan bir kız çocuğu onu hayata geri çağırır…
1908 yılına ait bu anlatı, Zweig’ın daha o zamanlar çoktan bir novella üstadı olup çıktığının kanıtıdır adeta. Üstelik, yazarın sonraki yapıtlarında sıklıkla karşılaştığımız bir temanın peşine henüz kariyerinin başındayken düştüğünü; gaddar bir dünyada varoluşunu sürdüremeyecek kadar kırılgan insanların acılarını baştan beri dert edindiğini ortaya koyar.

Stefan Zweig (1881-1942): Viyana’da varlıklı bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Zweig, yaşamı boyunca Avrupa’nın hızlı değişimine tanıklık etti. 1934’te Nazilerin baskısı yüzünden Avusturya’dan ayrıldı. Önce İngiltere’ye, 1940’ta da Brezilya’ya göç etti. Satranç, Amok Koşucusu, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, Olağanüstü Bir Gece gibi unutulmaz novellaları ona büyük bir ün kazandırdı. Roman, şiir, öykü, deneme, biyografi ve oyun gibi farklı türlerde çok sayıda yetkin ürün verdi. Psikolojiye ve Freud’un öğretisine duyduğu ilgi onu derin karakter incelemelerine götürdü. Önemli denemeleri arasında Üç Büyük Usta (1920); Kendileriyle Savaşanlar (1925) ve Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar (1928) sayılabilir. Ungeduld des Herzens (1938; Sabırsız Yürek) adlı bir psikolojik romanı da mevcuttur. Yazara ün kazandıran bir başka yapıtı Sternstunden der Menschheit’tır (1928; Yıldızın Parladığı Anlar). Zweig ayrıca Joseph Fouché, Marie Antoinette ve Mary Stuart’ın nesnellikten çok sezgiye dayanan biyografilerini kaleme aldı. Avrupa’nın Hitler’e köle olduğunu görerek umutsuzluğa kapılan Zweig, 1942’de ikinci eşiyle birlikte intihar etti.

*

Memlekette arkadaşları, Viyana’ya gittiğinde Josefstadt’ta oda tutmasını söylemişlerdi. Üniversiteye yakın ve üniversite öğrencilerinin oturmayı sevdiği bir yerdi, çünkü sakin ve biraz da eskilerden kalma bir semtti, ayrıca gelenekten gelen alışkanlıkla öğrencilerin yaşadığı merkeze dönüşmüştü. Böylece o da eşyasını geçici olarak bıraktığı istasyondan başlayarak önüne gelene sormuş, yağmurda arkalarından birileri kovalıyormuş gibi koştururken ona gönülsüzce bilgi veren bütün o telaşlı insanların yanından geçip, tanımadığı gürültülü sokaklara girip çıkarak oraya gitmişti.

Sonbahar havası göz açtırmıyordu. İğne gibi batan bir sağanak aralıksız çağıldıyor, boz renge dönüşmüş ağaçların titreşen kurumuş son yapraklarını sürükleyip götürüyor, bütün yağmur oluklarından gümbür gümbür iniyor ve hüzne bürünmüş göğü milyonlarca kurşuni damara ayırıyordu. Rüzgâr, bazen dalgalanan bir bez gibi yağmuru önüne katıyor, duvarlara doğru şaklatarak savuruyor ve şemsiyeleri kırıyordu. Çok geçmeden sokaklarda ağızlarından dumanlar çıkan atların çektiği sarsılarak giden siyah arabalardan ve yoldan koşarak geçenlerin hızla uzaklaşan tek tük gölgesinden başka bir şey kalmamıştı.

Genç üniversite öğrencisi ev ev dolaşıp, sayısız merdiveni inip çıkarken berbat yağmurdan bir süreliğine kaçabildiği için memnundu. Pek çok oda gezdi, ama hiçbirini beğenmedi. Bunun sorumlusu yağmur ve odaların hepsine kasvetli bir görünüm verip içlerini sağlıksız boğucu bir havayla dolduran soğuk ve kurşuni ışıktı belki. Yamulmuş rutubetli merdivenleri çıkarak ulaştığı odalardaki sefaleti ve pisliği görünce içinde bunaltıcı bir duygu uyanmıştı; yıkık dökük, aşınmış küçük kasaba evlerinin cephelerinin ardına gizlenmiş büyük hüzünlerin ilk sezgisi gibiydi bu. Genç adam arayışını sürdürürken gitgide umutsuzluğa kapılıyordu.

Sonunda seçimini yaptı. Josefstadt’ın yukarı kısmında, Gürtel* yakınlarında, oldukça eski ama oturaklı ve orta sınıfın huzurunu yansıtan geniş bir binada kendine kalacak bir yer seçti. Basit bir odaydı burası, aslında istediğinden küçüktü, ama pencereleri büyük, içinde o sırada yağmurdan hışırdayan ve soğuktan usulca titreyen birkaç ağacın bulunduğu eski dış mahalle avlularından birine açılıyordu. Bu ürkek son birkaç yeşil, genç adamı memleketinin bahçelerinin tamamen yitmiş anılarına götürüp onu cezbetmişti; bir de holde zili çaldığı sırada bir kanarya kafesinde ötmeye başlamış, o odayı gezdiği sürece kıvrak namelerle şakımaktan bıkıp usanmamıştı. Delikanlı bunu iyiye yormuş, ayrıca ev sahibesini de sevmişti; yaşlıca, kederli bir kadındı, memurluk yapan kocasını kaybettiğini anlatmıştı. Küçük kızıyla birlikte perişan durumdaki tek odada yaşıyordu, bitişikte ise varlığı giriş kapısına iliştirilmiş kartvizitinden anlaşılan başka bir üniversite öğrencisi genç kalıyordu.

Akşam olmasına birkaç saat kalmıştı, delikanlı bu süre içinde nicedir özlemini çektiği yabancı kenti aceleyle biraz gezmek istiyordu, ama rüzgârın kamçıladığı yağmur çok geçmeden hevesini kırmıştı. Bir kahvehaneye girdi, bilardo masasındaki beyaz topun kırmızı topun peşi sıra koşmasını uzun süre dalgın dalgın izledi, çevresindeki yabancıların konuşmalarını duydu ve boğazında ağır ağır büyüyüp dile gelmeye çalışan acıtıcı düş kırıklığını yenmeye çalıştı. Sonra sokaklarda bir kez daha dolanmayı denedi, ancak yağmur çok şiddetliydi. Üzerinden sular aka aka sırılsıklam halde bir lokantaya girdi, akşam yemeğini canı hiç istemeden hızla yiyip, odasına döndü.

Şimdi odasında durmuş çevresine bakınıyordu. Birkaç eşya yan yana dayanmış ve unutulmuş gibiydi, hiçbirinin diğeriyle içsel bir bağı, zarafeti ve enerjisi yoktu: Biri yaklaşacak olsa iç geçiren öne doğru meyil vermiş iki eski dolap, üzerindeki yıkanmaktan solmuş örtüsüyle bir yatak, loş odanın karanlığında sıkıntılı sıkıntılı sallanan beyaz bir lamba, her yeri dökülen eski Viyana tarzı bir soba… Aralarda birkaç tablonun renkli baskısı ve fotoğraflar asılıydı, birbirleriyle ilgisiz solmuş şeylerdi bunlar, birbirlerini belki hiç tanımadan yıllardır burada bakışan yabancı yüzlerdi. Engebeli döşemeden titreten bir soğuk kabararak yayılıyor, odanın tam olarak kapanmayan tek penceresi rüzgâr ve yağmur cama vurdukça huzursuz edici bir gürültüyle tangırdıyordu.

Delikanlı soğuktan titredi. Bu modası geçmiş ıvır zivır arasında bir yabancıydı. Bu yatakta kimler yatmış, bu koltuklarda kimler dinlenmişti, şimdi onun solgun çocuk yüzünün korkuyla ve neredeyse ağlamaklı bir ifadeyle ona baktığı aynaya kimler bakmıştı? Oradaki hiçbir şey geçmişi ve yaşanmışlığı çağrıştırmıyordu, her şey yabancıydı ve delikanlı bu soğuğun kanına işlediğini hissetti.

Hemen yatmalı mıydı? Saat dokuzdu. İlk kez yabancı bir yerde uyuyacaktı. Evlerinde muhtemelen herkes altın sarısı hoş ışığın aydınlığında yuvarlak masanın çevresine oturup sakin bir sohbete dalmıştı. Biliyordu, sarışın kız kardeşi Edith birazdan ayağa kalkıp piyanonun başına geçerdi, hüzünlü bir sonat ya da ağabeyinin isteği doğrultusunda herhangi neşeli bir vals çalardı. Başka zamanlar piyanonun yanında gölgede duran, kız kardeşi yerinden kalkıp ona gönülden iyi geceler dileyinceye kadar sesler eşliğinde düş gören kendisi neredeydi o gün?

Hayır, uyuyamazdı henüz. Bu arada aldırttığı bavulunun başına gidip, zaten birkaç parça olan eşyasını çıkardı. Ailesi her şeyi özenle yerleştirmişti; delikanlı intizamı bozarken bu işi onun için sevgiyle yapmış olan elleri anımsadı. Kitapların arasında bulduğu bir sürprizle, kız kardeşinin fotoğrafıyla sevinçli bir şaşkınlık yaşadı; genç kız fotoğrafın üzerine içten bir satır yazı yazıp gizlice bavula koymuştu. Aydınlık bir ifadeyle gülümseyen bu yüze delikanlı uzun süre baktı, sonra yurtsuz kalmış adama sevimli sevimli bakıp onu avutsun diye fotoğrafı çalışma masasının üzerine yerleştirdi. Ama fotoğraftaki gülümseme sanki gitgide donuklaşıyormuş ve genç kız bu karanlıkta onunla birlikte hüzünleniyormuş gibi bir hisse kapıldı. Derken fotoğraf ona öylesine sıkıntılı görünmeye başladı ki, oraya bakmaya cesaret edemez oldu.

Bu kasvetli, boğucu odadan yine mi çıkıp gitmeliydi? Pencerenin önüne geldi, yağmurun aralıksız yağdığını gördü. Damlalar bulanık camın üzerinde birikiyor, başka damlalar onları sürükleyip götürünceye kadar öylece bekliyor, sonra pürüzsüz çocuk yanaklarından süzülürcesine hızla akıp gidiyordu. Dört bir yandan sürekli yenileri geliyor ve yeniden akıp gidiyordu, sanki dışarıda bütün dünya derdini milyonlarca gözyaşıyla döküyordu. Delikanlı belki yarım saat öylece ayakta durdu. Boğuk bir elemle usulca mırıldanan bu oyun, damlaların bu ardı arkası kesilmeyen süzülüşü, sızlanan ağaçların anlaşılmaz melodisi – sicim gibi akan gözyaşlarının şu şaşılası fotoğrafı yüreğini derinden vurmuş, “gözyaşı” diye çığlık atan delice bir hüzün çökmüştü üzerine.

İçinde ne varsa dışavurmak istedi. Viyana’daki ilk akşamı bu muydu? Oysa düşlerinde, kız kardeşiyle ve arkadaşlarıyla yaptığı sohbetlerde kaç kez önceden yaşamıştı bu akşamı. O anlarda belli şeyler düşünmezdi, ama sanki bütün bu görkem ertesi sabah kaybolacakmış, henüz ilk saatlerden unutulmaz şeyler yaşanmalıymış gibi delice ve aydınlık bir şeyi, ışıltılı sokaklardan fırtına gibi geçmeyi, ileri, yalnızca ileri gitmeyi düşlerdi. Kendini gülümseyerek sohbet ederken, coşkuyla şarkı söylerken, şapkasını döndüre döndüre havaya kaldırırken ve kalbi küt küt atarken görürdü. Ama şimdi donuk bir camın önünde öylece durmuş, soğuktan titriyordu; yalnızdı ve damlaların aşağıya doğru süzülüşünü izliyordu -iki ve şimdi üç ve yeniden iki—, gözlerini dikmiş damlaların kendilerine görünmez raylar yaratmasına ve bunların üzerinde dönerek aşağıya inişine bakıyordu; kendi gözyaşlarının da ansızın akıp, üşümüş ellerinin üzerine düşmemesi için gözlerini kıstı. Yıllardır özlemle beklediği bu muydu?

Zaman nasıl yavaş geçiyordu. Demode saatin ahşap gövdesi üzerindeki ibresi fark edilemez bir yavaşlıkla ilerliyordu. Delikanlı bu yabancı odada gece korkusunu, yalnızlıktan duyduğu şu açıklanamaz çocukça kaygıyı gitgide daha ürkütücü bir biçimde hissediyordu, artık inkâr edemeyeceği çılgınca bir vatan hasretiydi bu. İçinde milyonlarca yüreğin attığı şu kocaman kentte tek başınaydı ve şakır şakır yağan hain yağmurdan başka ona kulak veren ya da bakan yoktu; oysa o hıçkırıklarla ve gözyaşlarıyla boğuşuyor, bir çocuk gibi davranmaktan utanıyordu, karanlığın arkasında durmuş ona çelik gözleriyle insafsızca bakan bu kaygıdan kendini nasıl kurtaracağını bilmiyordu. Tek bir sözcük duymanın hasretini o an olduğu kadar hiç çekmemişti.

O sırada bitişikte bir kapı gıcırdayıp hızla kapandı. Sinerek yere çömelmiş olan delikanlı ayağa fırlayıp kulak kesildi. Yan tarafta kalın ama eğitilmiş bir ses Burschenverein’da* söylenen bir şarkının yarım bir dörtlüğünü mırıldanıyordu; ardından sürtünen kibrit çöpünün vınlamasını ve belli ki şimdi yakılan lambanın evrilip çevrilmesinden çıkan sesi duydu. Bu olsa olsa komşusuydu, ev sahibesinin sözünü ettiği, mezuniyet sınavını vermeye hazırlanan şu hukukçuydu. Delikanlı derin bir soluk aldı, çünkü terk edilmişlik duygusunun bir an için yatıştığını hissetmişti. Holden, bir aşağı bir yukarı yürüyen komşusunun ağır ve çakı gibi adımlarının gıcırtıları geliyordu, şarkı gitgide daha anlaşılır olmuştu ve bunları gizlice dinleyen delikanlı ayakta durup böylesine titreyerek kulak kesildiği için ansızın utanmıştı. Çıt çıkarmadan usulca masanın başına döndü, bitişikteki kişinin onu duvarın arkasından izlemesinden korkar gibiydi.

Derken içerideki ses sustu ve bir aşağı bir yukarı yürümeler de kesildi. Komşusu anlaşılan oturmuştu. Bu arada, vızıldayan damlalar yeniden ona seslenmeye başlamıştı ve yalnızlığı içinde barındırdığı bütün korkularla birlikte karanlıkta onu gözetliyordu yine.

Sıkıntıdan boğulacakmış gibi oldu. Hayır, yalnız kalamazdı şimdi. Doğruldu, yatmaktan yanaklarında oluşan kızarıklığın geçmesini bekledi, hafifçe öksürerek sesini kontrol etti, ardından dışarı çıkıp usulca komşusunun …

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Satranç ~ Stefan ZweigSatranç

    Satranç

    Stefan Zweig

    Rastlantı sonucu eline geçidiği bir kitapla satrancın inceliklerini öğrenerek bu oyunu bir tutkuya dönüştüren ve giderek bu tutkusu yüzünden beyin hummasına yakalanan Dr. B.’nin...

  2. Bir Kadının 24 Saati ~ Stefan ZweigBir Kadının 24 Saati

    Bir Kadının 24 Saati

    Stefan Zweig

    …İnsanlar ilk söze başlamakta güçlük çekerler. Tamamen açık ve doğru konuşmak için iki günden beri hazırlandım. Bunu başaracağımı da umuyorum. Belki bir yabancı olan...

  3. Afrika’nın Hiçbir Yerinde ~ Stefan ZweigAfrika’nın Hiçbir Yerinde

    Afrika’nın Hiçbir Yerinde

    Stefan Zweig

    Gerçek bir yaşam öyküsüdür Afrika… 1938 yılında Yahudi asıllı küçük bir ailenin Nazi hışmından kaçarak o zamanların İngiliz sömürgesi Kenya’ya sığınması ve yeni bir...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Satranç ~ Stefan ZweigSatranç

    Satranç

    Stefan Zweig

    "Satranç daima kendini geliştiren ama kısır, hiçbir sonuca varmayan bir düşünüş tarzı, hiçbir şey hesap etmeyen bir matematik, eserleri olmayan sanat, materyalden mahrum bir mimari ve buna rağmen varlığının tüm kitaplardan ve eserlerden daha kalıcı olduğu ispatlanmış, bütün milletlere ve zamanlara ait, hangi Tanrı’nın can sıkıntısı gidermek, duyuları keskinleştirmek, aklı zorlamak amacıyla yeryüzüne gönderdiğini hiç kimsenin bilmediği tek oyun değil mi?"

  2. Süper Brokoli Çocuk ~ Frank Cottrell-BoyceSüper Brokoli Çocuk

    Süper Brokoli Çocuk

    Frank Cottrell-Boyce

    Bir kahramana ihtiyacın varsa, aynaya bakmaya ne dersin? Frank Cottrell-Boyce’un, içimizdeki süper gücü harekete geçiren sürükleyici romanı Süper Brokoli Çocuk; okuru nehir sularından gökdelenlerin tepesine fırlatan,...

  3. Hayallere Kapılma ~ Celeste BradleyHayallere Kapılma

    Hayallere Kapılma

    Celeste Bradley

    RITA ödüllü yazar Celeste Bradley’den unutamayacağınız bir seri: YALANCILAR KULÜBÜ KURAL #2: Hayallere Kapılma Acımasız bir casusun sosyeteye kibirli biri olarak girmesi hiç de...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur