Annesinin ölümünden sonra İrlanda’ya dönen Elizabeth Keane’in aklında yalnızca hayatının o karanlık ve kasvetli dönemine veda etmek vardır. Çocukluğunun geçtiği evde annesinin varlığı kaybolmakta, ev gereksiz eşyalarla dolup taşmaktadır. Bir yandan ise kendi hayatında beklenmedik gelişmeler olmaktadır. Geçmişiyle bir an önce vedalaşmak ve Amerika’daki hayatına geri dönmek isteyen Elizabeth, evde bulduğu eski mektuplar aracılığıyla gerçeği keşfedecek, kendi kimliğini de şekillendiren sırlardan haberdar olacaktır.
*
ÖNCE
Sessizliğe hasret kalmıştı. Rüzgârın kükremesi dalgaların rastgele ritmiyle çalkalanıp başının içine doldu. Edward, her sabah bu seslerle uyanıyor, geceleri sızlayan kollarıyla battaniyesini üzerine çektiğinde aynı gürültü yığını bu defa rüyalarını dolduruyordu. Ne zaman huzur bulacaktı? Edward Foley, çayırla deniz arasındaki sınırı belirleyen küçük kayalar üzerinde, kamburunu çıkarmış, öylece duruyordu. Bulutlar, yıldızlarla ayı gökyüzünün elinden almışlardı. Bu da seslerin karanlık örtüsünü daha da kalınlaştırıyordu. Gözyaşları kurumuştu ama şimdi yüzü bir kez daha kıyıya vuran köpüklü dalgaların tuzlu serpintisiyle ıslanıyordu. Arkasından ara sıra, birtakım sesler geliyordu. Sonra bir araba kapısının çarpıldığını duydu. Keşke düşünebilecek durumda olsaydı. Geleceği düşünmek zorundaydı. Şimdi ne yapması gerekiyordu? Kimsenin artık genç diyeceği bir yaşta olmasa da, henüz kırk birinde, hayatının sona erdiğini ilan edemezdi. Uzun zaman önce dalgalar tarafından götürülen ağabeyi James’i düşündü. Vazgeçme lüksü yoktu ama Edward’ın yapmak istediği tam olarak buydu. Gelgit onu almaya gelene dek, olduğu yerde dizlerine sarılmak ve oturmak istiyordu. Rüzgârın ve dalgaların ıslak çıtırtıları arasında bir motorun çalıştığını duydu ve etrafındaki nemli otların üzerinde önce kırmızı, sonra mavi renkte ışıklar parladı. Kafasını çevirdi ve ambulansın meyve bahçesinden yola doğru, yavaşça ilerleyişini izledi; aptal gibi hissederek. Hangi hakla mutlu olmayı bekliyordu ki? Aniden onun için yazılmış olan hikâyenin sonu gelmiş gibi göründü. Ayağa kalktı ve eve doğru baktı. Evin bütün ışıkları yanıyor ya da yanıyormuş gibi görünüyordu. Denizden tekneyle geçenler, evde parti verildiğini düşünebilirlerdi. Edward parlak pencerelerin ardından, eve adını veren kale kalıntılarının belirsiz gölgesini ancak seçebiliyordu. Foley ailesinin sayısız ferdi, on yıllardır bu topraklarda yaşamıştı, şimdi ise tüm bu tarih, geleceğe pamuk ipliğiyle bağlıydı. Geri dönmesi gerektiğini biliyor ama annesini görme fikrine katlanamıyordu. Onu mutfak masasında otururken hayal etti. Bu görüntüde, annesinin önünde tabağıyla birlikte bir fincan, masanın diğer tarafında da kendine ait bir kupa çay vardı. Annesinin sonsuz söz akışı sessizliği doldururken, gerçekte ne düşündüğünü kendisine söyleyen ise yüzündeki o ifade olacaktı. Her nasılsa her şey onun hatasıydı. Annesinin yüzünde, James öldüğünde ona attığı bakışın aynısı olacaktı; onu hâlâ sevdiğini ancak onu asla affetmeyeceğini söyleyen bir ifade. Edward’ın annesi, yaşadığınız şeyler artık çok fazla üzerinize geldiğinde sizi kucağına alıp hoplatacak ya da bağrına basıp rahatlatacak türden bir kadın değil, güçlü, becerikli ve kararlı bir kadındı. Edward eğer tüm bunları atlatacaksa annesine ihtiyacı olduğunu biliyordu. Yakasını gecenin uğultusuna doğru kaldırıp evin ışıklarına doğru, çayırda yürümeye başladı. Emin olduğu bir şey vardı. Annesinin her zaman bir planı olurdu.
ŞİMDİ
1
Ana caddede iki sıra Noel lambası yere sarkıyordu. Kimisi kırmızı, kimisi yeşil ama çoğu patlamış ampuller sağanak yağmurun altında, terkedilmiş bir hâlde sallanıyorlardı. Elizabeth Keane küçük kiralık arabasını köprünün üzerinden şehre sürerken, biraz New York – Dublin yolculuğunun üzerinde yarattığı yorgunluktan ama özellikle de ocak ayının ilk haftasındaki yağışlı bir Buncarragh öğleden sonrasının hatırlattığı anılar yüzünden içini çekti. Parlak hediyeler çoktan unutulmuş, kutunun dibindeki birkaç Quality Street şekerlemesi isteksizce karıştırılıyordu, öğleden sonra televizyonda gösterilen filmlerin cazibesi çoktan ve sahiden tükenmiş ve her ev artık okulların yeniden açılmasının beklendiği birer bekleme salonu hâline gelmişti. Buradan ayrıldığından beri geçen yirmi yıl içerisinde değişen bir şey olup olmadığını merak etti; muhtemelen yoktu. Çocuklar artık telefonlarla oynuyorlardı şüphesiz, televizyonda yüzlerce kanal olmasına rağmen Bridge Sokağı’ndan başlayıp, aşağı doğru uzanan sıralı evlerden dışarı sızan aşırı can sıkıntısını neredeyse hissedebiliyordu. Yolculuğunun bu kadar hızlı geçmesine şaşırmıştı. Burada büyürken Dublin ona çok uzak bir büyük şehir gibi görünürdü. Şimdiyse ışıl ışıl yeni otoyol sayesinde, Kilkenny’nin kuzeyinden hemen birkaç çıkış sonrasında Buncarragh’a ulaşılıyordu. Ülke mi küçülmüştü yoksa Amerika onun uzaklık anlayışını mı değiştirmişti? Geçmişe kök salmış, uyuşuk ve gri taşra kasabalarına giden yeni, temiz ve mavi yol tabelaları, parlak harfleri ve kilometreleriyle, yönlendirdikleri yerlerle her nasılsa bir çelişki içerisinde görünüyorlardı. Bu yolculuğu son kez mi yapıyordu? Şimdi, annesi de öldükten sonra burayla arasında gerçek hiçbir bağ kalmamıştı. Elbette hâlâ birkaç kuzeni, dayısı ve yengesi vardı ama onlarla hiç yakın olmamışlardı. Hem ev de satıldıktan sonra buraya geri dönmek için bir sebebi var mıydı ki? İleride, küçük Metodist kilisesinin parmaklıklarının hemen solunda, aile dükkânı olan Keane ve Oğulları’nı görebiliyordu. Elizabeth kendini bildi bileli burası değişmemişti; dükkânın ismi binanın cephesine süslü püslü bir alçıyla yazılmış ve ona çiğ tavuğu hatırlatan sönük bir renge boyanmıştı. Pencerelerden içeriye bakmak için yavaşladı. Kapıların solunda yapay Noel ağaçlarından bir koruluk ve sağ taraftaki vitrinde ise birkaç düz ekran televizyon ile üç adet parıldayan siyah, krom bebek arabası vardı. Arabayla tam kapının önünden geçtiği sırada açılan kapıdan, yersizce gösterişli bir kadın dışarı çıktı. Siktir. Bu kadın, kuzeni Paul’un karısı Noelle’di. Dükkânı artık onlar işletiyordu. Acaba Noelle onu görmüş müydü? Elizabeth dikiz aynasından uzun ince bir kolun sallandığını gördü. Hay Allah, kadın şahin gözlü olmalıydı. Elizabeth kendi kendine sızlandı; kimseye görünmeden Convent Hill’e kadar gitmeyi ummuştu fakat artık durmak zorunda olduğunu biliyordu. Ailenin bu tarafı, kendisinin burnu havada bir kaltak olduğunu düşünüyordu zaten. Arabayı ters yöne çevirip parlak sarı saçlarını yağmurdan korumak için başının üzerinde bir Keane ve Oğulları poşeti tutan Noelle’in yanına çekti. Noelle’in düzgün fiziğini herkesin beğenisine sunan daracık kot pantolonunu ve kısa anorak montunu süzdü. Bu kadının üç çocuk doğurmuş olması nasıl mümkün olabilirdi? Elizabeth kendi üzerindeki kapüşonluyu, oğlu Zach’in bir saç stilinden ziyade bir saç tıraşı olduğunu söylemekten büyük zevk aldığı, aralarda beyazların da olduğu kırpılmış koyu renkli saçlarını düşündü. Yolcu camını açmayı becerene kadar bazı yanlış düğmelere basarken, makyajsız, uykusuz yüzünün ne kadar kötü göründüğü konusundaki endişelerini cesurca kafasından atmaya çalıştı ve cama doğru eğilerek dışarı seslendi. “Selam Noelle! Berbat bir gün, değil mi?” “Öyle. Öyle. Sen olduğunu anlamıştım! Saçından tanıdım önce.” Noelle, kendi sezgilerinden ne kadar memnun olduğunu gösteren küçük bir çığlık atarak “Zorlu bir yolculuk yapmış olmalısın. Geleceğini bilmiyorduk,” dedi, sesinde hafif suçlayıcı bir tonla. “Kendim de bilmiyordum,” diye yalan söyledi Elizabeth. “Zach arkadaşlarını görmeye gitti. Ben de dönem başlamadan önce gelip ev işini halledeyim diye düşündüm.” Bir yalan daha. Oğlu, batı yakasında yaşayan babasını ziyarete gitmişti. Neden gerçeği söylememişti ki? Kendini utandırmaktan mı yoksa Noelle’den mi çekiniyordu? “Bize önceden haber vermeliydin. Senin için ısıtmayı açardık. Akşam yemeği için gelirsin artık, değil mi?” “Çok naziksin ama gelmeyeyim. Dublin’den gelirken yolda ufak bir şeyler atıştırdım ve şimdi cidden uyumak istiyorum. Yarın ararım. İçeri girmelisin Noelle, sırılsıklam oluyorsun.” “Peki, eğer eminsen. Oraya gittiğinde fikrini değiştirirsen mutlaka gel. Hâlâ Noel yemeklerini yiyoruz! Tabii bu yıl anneni misafir etmeyi özledik.” Noelle, dizlerini yaralamış bir çocuğa göstereceğiniz türden bir üzüntü ifadesiyle parlak kırmızı dudaklarını aşağı sarkıttı. “Her neyse, evine hoş geldin!” Elizabeth zorla gülümseyip el salladı. Peşin hükümlü kaltak! Noelle, Elizabeth’i az önce kendisinin sebep olduğundan daha fazla suçlu hissettirmenin mümkün olmadığını anlamıyor olabilir miydi? Hem ölmekte olan bir kadının bekâr çocuğu olmak hem de binlerce mil ötede yaşayan bekâr bir ebeveyn olmak arasındaki korkunç mücadele nihayet sona ermişti ve Elizabeth bu durumdan aslında memnun olduğunu kabul ediyordu. Arabayı vitese takıp yeniden yola koyuldu. Yol, bir bank ve iki çöp kutusundan ibaret, arnavut kaldırım döşemeli daracık bir alan olmasına rağmen Yeşillik olarak adlandırılan yere çıktı. Yeşillik’in ardında, kasabanın yegâne trafik lambası kırmızıya dönüp ıslak, ıssız sokağa baktı. Sile-
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKoruyucu
- Sayfa Sayısı
- YazarGraham Norton
- ISBN9786058050099
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dersler ~ Ian McEwan
Dersler
Ian McEwan
Yıl 1959: Soğuk Savaş dünyaya tüm kasvetiyle çökmüşken on bir yaşındaki Roland Baines’in hayatı değişmek üzeredir. Kaldığı yatılı okulda yalnızlığa alışmaya çalışan Roland, piyano...
- Nana ~ Émile Zola
Nana
Émile Zola
Nana, 19. yüzyılın büyük Fransız romancısı Émile Zola’nın, bir ailenin tarihini anlatan yirmi romanlık dizisinin en ünlü eserlerinden biridir. Dizinin bütünü içinde bağımsız bir...
- Eyub – Basit Bir Adamın Romanı ~ Joseph Roth
Eyub – Basit Bir Adamın Romanı
Joseph Roth
Çarlık Rusya’sında ailesiyle zor koşullar altında yaşayan Mendel Singer, hayatını Eyub misali Tanrı’ya adamıştır. Kaderine Tanrı’nın yön verdiğine inanan Mendel, günün birinde Amerika’ya göç...