
Yirminci yüzyılın en önemli Alman yazarlarından biri olarak kabul edilen Arno Schmidt, Nazi Almanya’sında yaşadığı yabancılaşmanın da etkisiyle, insanın insana düşman olduğu ve savaşın dehşetinin hüküm sürdüğü bir dünyada insan türünün geleceği üzerine kafa yorar. Karamsar dünya görüşünün yanı sıra bireyciliğiyle de nam salan Schmidt, gündelik dili dönüştürerek kendine has bir üslup, ayrıca sözcüklerin gerçek anlamlarını ve birbirleriyle bağlantılarını ortaya koyduğunu düşündüğü kendi yazım kurallarını yaratmıştır. 1949’da yayımlandığında büyük heyecan yaratan Leviathan ya da Dünyaların En İyisi, yazarın ölmüş bir Alman subayın günlüğü şeklinde kaleme aldığı öyküsüdür. İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde, kayıp asker ve sivillerden oluşan bir grup insan buharlı bir trende buluşur. Bazıları Tanrı’ya inancını korurken kimi de yazgısına boyun eğmiştir. Ancak cepheden; insanın kötülüğünün damgasını vurduğu bu dünyadan kaçma çabası umutsuz bir girişimdir. Dünyayı Leviathan adlı canavar yaratmış, onun yırtıcı doğası insanoğluna geçmiştir. 1951 tarihli Kara Aynalar’da ise Üçüncü Dünya Savaşı’nın yol açtığı kıyametin ardından sağ kalan bir adam yeryüzünde tek başına dolaşır durur. Bütün kurallar askıya alınmış, bütün yasaklar kalkmıştır. Yedi yıllık yalnızlıktan sonra, bu nükleer savaştan sağ kurtulan tek kişinin kendisi olmadığını fark eder.
*
Berlin 20th May 45
BETTY DEAR!
I’m quite in a hurry (but thinking always of You and the kids, of course). The town is fearfully smashed, rather like a bad dream; well: They asked for it and they got it. The Russians look a good jolly sort and are amiable to deal with. We all expect them to join now against the damned Japs, and that’ll settle that too, I’m sure. Hope to see You again quite soon.
JOHNNY
The watches and bracelets well, stow them away; I had to throw them into the box absolutely at random, hope they’ll not be badly damaged. The German insignia and MSS I got from a Russian Lcpl for a souvenir (gave to him some cigarettes in return). 1000 kisses. –
J.
14.2.45
Başım bir çanın dalga dalga kabaran çanağı gibi zonkluyor ahh -. Avurtlarım şişiyor, ağzım çarpılıyor. Ahh! -. Daha sonra
Çelik miğferde hafif bir çukur bile yok; rayların oradan atılan bir kurşun sekti geçti herhalde. Neyse ki yeniden düşünebiliyor, kıpırdayabiliyorum. Bütün şehir (ve buradaki tren garı) hâlâ bombardıman altında; sadistçe: buraya bir salvo, oraya beş, sonra sil baştan. Yıkıntıların tozundan kapkara kar. En yoğun bombardımanlar doğuda ve kuzeyde (Kreuzberg ve Kerzdorf taraflarında); piyade savaşı oralarda aralıksız devam ediyor. Bir tek 11,25 mm (kalibre) tabancam kaldı; dolu, cebimde de birkaç mermi. Zamanı tahmin etmek imkânsız böyle günlerde; hep aynı puslu hava, hep aynı siyah çitler. (Saat 14.16). Buradan hemen tüymem gerekiyor; Ratzeburg’a gitmem emredildi. Bahnhofstraße’yi görmek ne harika; her köşesini bildiğim bir yer; her gün geçerdim buradan; 28/29 yılının takır takır kışında, açık mavi soğuk ilkbaharda, kestane sıcağı yaz yeşilliğinde, sık sık rüyalarıma girer kıyıdaki güz çağıltılı Kwisa kıyısındaki plaj. Bir yerlerden bir lokomotif bulmalı aslında, raylar henüz sağlam sayılır (lokomotif sürmeyi bilmem ki ben; öylesine aklımdan geçiriyorum işte. Harekete geçmek yerine). 15:00
Az ilerde üç dekovil duruyordu; biri çakılla doluydu, bir de yük vagonu, arkasında da raylı bir iş makinesi (adam kalınlığında çelik araç; geçerken şöyle bir gördüydüm). Yük vagonunda yeterince biçare vardı zaten; evvelki gece, saat 22:00’de şehrin tahliye edildiğini söylediler. Onlar da hâlâ sanıyorlarmış ki… İki asker (birinin kafasında kanlı bir sargı); genç bir kız arsızca gözlerini gösteriyor; bir papazla ailesi.
15:10
(Vagonun arkasında): Anında tanıdım onu! (İlk başta sadece annesini, o zayıf, yaşlıca kadını görmüştüm). Kahverengi, bol bir kürk manto giymişti, siyah janjanlı. Sonunda dönüp
baktı. Yine hayretle ve buz gibi bir alayla havaya kaldırdı hemen sol kaşını, çenesini havaya dikti; sonra büyük bir bavulu kaldırıp vagona koydu. (Aynı anda bakım onarım atölyesinde dört patlama birden oldu; bunlardan biri o kadar yakındaydı ki, kendimizi yere atamadan önce havanın basıncıyla sendeledik. Ev yüksekliğinde duman mantarları fışkırdı kömür tozundan; taş ve metal parçaları havada uçuştu. Karda, onun o koyu renk saçları.) İlerdeki paramparça hangarlardan iki adam iki büklüm dışarı fırladı; yere yığıldılar, iyice büzülüp etrafa bakındılar, rayların üzerinden sürünerek yaklaştılar. Mavi ketenden kirli tulumlarına bakılırsa tesviyeci bunlar (“milyonlarca kişi Greiff3 kıyafetleri giyiyor”, 232/3/11, aman ne güzel!) Hemen seslendim: “Hiç lokomotif kaldı mı burada? Sürebilir misiniz?” Kesik kesik soluyarak boş versene gibilerden bir el hareketi yaptılar. İçerde yeterince vardı! Ama çoğu hava saldırılarında delik deşik edilmişti. Sürebilirlerdi, evet (hatta içlerinden biri lokomotif tesviyecisiydi). Ama ne su vardı ne de kömür… O, elleri ceplerinde, sallana sallana yaklaştı yanımıza, omuzları ve başıyla öbür tarafa, sokağın karşısına işaret etti: “Şurada kömür var.” Hâlâ dehşet içindeki teknisyenlerle epey bir konuşup tartıştık ama yine de en iyisi harekete geçmekti; biz erkekler kömürü çuvallarla taşıdık.
Uzun bir alacakaranlık. Kömür taşıyoruz. Karanlık çöküyor yavaş yavaş, bir ressamın gecenin rengini tereddütle karıştırması gibi. Taşıyoruz. Tozlu sarı. Taşıyoruz. Dumanlı kırmızı. Taşıyoruz. Gecenin ilk yıldızı bir harabenin penceresinden pis pis göz kırparken; şişko, cırtlak sarı, bir banker. Taşıyoruz. Gökyüzü berraklaşmış, yaklaşan soğuğu muştuluyordu.
18:00’den sonra belki otuz kere nefes nefese gidip gelerek taşıdık kömürü (bu arada makineli tüfekler de çatıları tarıyordu); gruba birkaç kişi daha katıldı, üç yaşlı adam ve HJ4 üniformalı iki genç (“firar”a yardıma ilk başta yanaşmadılar tabii). Lokomotife bağlı vagonda, tahminimce 10 ton kömürümüz var. Biri ateşi beslemeye başladı; lokomotifi su pompasının altına götürmeyi becerebilirsek belki de olacak bu iş. Kadınlarla çocuklar bir sığır vagonuna gidip atlardan kalan bayat samanı getirdiler; leş gibi kokuyor, kesin pire kaynıyordur. En öndeki köşeye çöküyorum, yanımda da Anne Wolf; Anne Wolf. Vagonda komutayı ele aldığı için bunu da o ayarlamış olmalı. Gümbürdeyip zangırdıyor şehir.
20:00
Tekrar gidip baktım, kara demirin tepesindeki alev alev bir surattan cılız bir ses parladı: “Yarım saati daha var!”; pistonlar dönüyordu. İstasyon binasında yüzümü gözümü yıkadım; su hâlâ akıyordu. Camlar karanlıkta parıl parıl parlıyordu, masalar devrilmiş, kırık. Bekleme salonları: Ne çok oturdum, ne çok durdum bu salonlarda, Lauban, Görlitz, Greiffenberg; gözümü ayırmadan izlerdim insan kalabalıklarını; dip dibe oturur, çene çalar, yer içer, etrafta dolanırlardı; her şeyi not ederdim: loş lambaları, renk renk içecekleri, Salem paketlerinin kuvvetli kırmızı ve altın rengini; peronların ışıklı buğusunu; trenlerin aydınlık pencereleri boncuk boncuk dizilirdi geceye. – Fakat felaket esiyor burası; hemen sıvışmalı. Vagonda Yola çıkmaya kalkmamız çılgınlık aslında; 500 metre ilerdeki raylar havaya uçurulmuş olabilir. Karşımda diğer iki asker uzanıyor, kız da ikisinin arasında (en pespayesinden bir terzi kız tipi); postacı üniformalı yetmişlik bir ihtiyar (108 yaşında ama hâlâ örsün başında, üstelik de tüm kazancını WHW’ye veriyor! hep öyle yazmaz mı gazetelerde!); onun yanında, yedi çocuğunun ortasındaki papaz (yedi; eh, o da güvenemeyecekse Tanrı’ya kim güvenebilir ki? İki kişi de kapıya yakın tarafa uzanmış olmalı). Bizim tarafta ben ve Anne dışında annesi ve yeniyetme iki kız öğrenci var; bir de, yarım düzine roketatarla birlikte şu iki HJ kahramanı (caka satmak için silahlarını yastık yapıp başlarının altına koymuş, miskin miskin sigara içiyorlar; aman ne güzel; gençler bizim geleceğimiz, n’est ce pas?) Ayrıca, diğer iki yaşlı adam ve ihtiyar kadın (kırsaldan geldiği belli; köşeden hep bir “caanım bereketli topraklar” lafı duyuluyor Silezyalıların iğrenç biçimde uzattıkları “a”yla: “Ah, o caanım bereketli topraklar!” Extra Silesiam non est vita”).
Az önce
Bir sürü manevradan sonra yavaş yavaş ilerledi lokomotif; vagonları birleştirirken küfrediyorlardı. Son vagonu çıkarmak için deli gibi uğraştık ama boşuna, her şey paslanıp sıkışmış; lokomotif sürücüsü seslendi: “Çıkarın şu travers kırıcıyı” “Bak sen, travers kırıcı da var demek! Drontheim’daki haftalık haber bülteninde görmüştüm onu; o zaman doğuda ‘devreye sokulmuştu””. Fikir çok basit: tonlarca ağırlıktaki “kullanışlı” çelik kanca, öndeki lokomotif ilerlerken traversleri tek tek kavrayıp ortadan ikiye kırıyor. Kolaycacık oluyor, lokomotifin hızına göre, kendiliğinden. O zamanlar üstünde sırıtkan birkaç asker de vardı (“Şu anda filme çekiliyorsunuz”), halbuki suratlarının dehşetle çarpılmış olması gerekirdi! Gözlerim yuvalarından fırlamış, sinema koltuğuna tutunmak zorunda kalmıştım; Cervantes gelmişti…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıLeviathan – Kara Aynalar
- Sayfa Sayısı120
- YazarArno Schmidt
- ISBN9786254299940
- Boyutlar, Kapak 12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hizmetçinin Sırrı ~ Freida Mcfadden
Hizmetçinin Sırrı
Freida Mcfadden
“Misafir odasına girme.” Parmak uçlarıyla kapıya dokunurken Douglas Garrick’in yüzü gölgelendi. “Karım… çok hasta.” Muhteşem çatı katı dairelerini gezmeye devam etsek de kapalı kapının...
- Kronos ~ Witold Gombrowicz
Kronos
Witold Gombrowicz
Özgün yazınsal ve entelektüel kimliğiyle Polonya’nın en yıkıcı ve aykırı yazarı Gombrowicz’in (1904-1969), pek çok eleştirmene göre başyapıtı kabul edilen ve devasa bir parşömene...
- Geceye Bürüneceğim ~ Terry Pratchett
Geceye Bürüneceğim
Terry Pratchett
“Sen şansa inanır mısın?” dedi Düşes. “Ben, şansa inanmak zorunda kalmamaya inanırım,” dedi Tiffany. Çünkü kudretli bir cadı olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Tiffany...