Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Mavi Kan
Mavi Kan

Mavi Kan

S. A. Musoski

“Körü körüne bağlı olduğunuz gerçekler, ya koca bir yalandan ibaretse?” Kanlar arası sınıfandırmanın olduğu topraklardan Liam İmparatorluğu’nda maviler üst ırkı, soyluları simgeliyordu. Hâkimiyet kurdukları…

“Körü körüne bağlı olduğunuz gerçekler, ya koca bir yalandan ibaretse?”

Kanlar arası sınıfandırmanın olduğu topraklardan Liam İmparatorluğu’nda maviler üst ırkı, soyluları simgeliyordu. Hâkimiyet kurdukları toprakları bırakıp buraya gelen kırmızılar ise yaşamlarını zor şartlar altında sürdürüyorlardı. İmparatorluğun en stratejik eyaleti Wendwick’in önemli isimlerinden birinin torunu olan Albert ise mavilerin içinde, soylu gibi yaşayan bir kırmızıydı. Bu gerçeği kimse bilmemeliydi. Fakat hayatının tamamını diken üstünde geçiren Albert için bir gün her şey tepetaklak oldu ve bu sırrı soyluların gözü önünde ortaya çıktı. Artık onun için kaçmaktan başka bir yol kalmamıştı. Bu yolculukta bazı gerçekleri öğrenirken değişimi kaçınılmaz olmuştu.

Şimdi ise hayat Albert için farklı akıyor, inandığı doğrular bir bir yok oluyordu. Bu çarpık düzene karşı sadece kendi hayatı için değil, başkalarının hayatları için de mücadeleye girecekti. Ya başaracaktı, ya da bunu deneyen diğerleri gibi yok olup gidecekti.

***

Bu kitaptaki kişi ve kurumlar tamamıyla hayal ürünüdür. Gerçek hayatla ilgisi yoktur.

***

Mavi Kan
S. A. Musoski

Çok soğuk…
Bedenimin artık soğuk yüzünden yandığını hissedebiliyorum ama bu bana asla engel olmamalıydı.
Sığınabileceğim tek yere, tarafsız bölgedeki terkedilmiş ve neredeyse pencerelerinde cam bile olmayan izbe evlerden birine geldim.
Bu evleri yıllar öncesinden hatırlıyorum. Fakat o zamanlarda küçük ve yapıları itibariyle o kadar güzel görünüyorlardı ki büyülenmemek elde değildi. Tek katlı, küçük balkonları olan şirin ve gösterişten uzak ahşap evler… O gösterişli malikâneler asla bu evlerin yerini tutamazdı. Tabii o zamanlar…
Şu an mektubu yazdığım anlarda, son demlerini yaşayan kırmızı kalemimi tutarken bile zorlanıyorum. Eski tarihli bir gazetenin ilan sayfasında boş kalan beyaz yerleri kullanmaya çalışıyorum ama rüzgâr kâğıdın sabit durmasına izin vermiyor. Babanın evlendiğimiz zaman bana taktığı yüzük zayıflamamdan dolayı, mektubu yazarken parmağımdan düşüyor.
Üç gündür doğru düzgün yemek yemedim. Evden kaçarken yanıma aldığım birkaç ekmek parçası ve birkaç meyveyle yeni hayatımın yeni başlangıcına tutunmaya çalışıyorum.
Şikâyet mi ediyorum? Hayır. Bunları sana yazmamın nedeni, mücadelemi her şeye rağmen sürdürmekteki isteğim ve kararlılığımdandır. Evet, kaçma kararının sonuçlarını bile bile gözümü kırpmadan verdim.
Eğer bu mektubu sana ulaştırabilirsem, okumayı öğrendiğin zaman, benim ne kadar mücadeleci olduğumu anlamanı ve aynı mücadeleyi senin de göstermeni istiyorum.
Biliyorum, başlarda bana çok kızacaksın belki nefret bile edeceksin ama gün geldiğinde sana olup biteni anlamak istersen beni bulman çok kolay olacak.
Senin ve şu dağılan ailemizin kurtulmasını sağlayacak tek şey buydu. Birkaç gün daha, sonra ilk hedefime ulaşacağız ve seni bekleyeceğiz. Biliyorum, beni bulacaksın.

Sevgiler
Ellen Rousso Villacorn

***

Bölüm 1

Ormanın bu kadar büyük ve alabildiğine derin bir yeşili olduğunu, defalarca aynı yerlerden geçtiğimi görünce anladım. Sürekli farklı yönden gittiysem de çıktığım yer hep aynı gibi geliyordu. Yeşil uzun uçsuz bucaksız orman… Soylu askerlerin peşimden geldiğini biliyordum ama bunu en soylu halleriyle, ses çıkarmadan ve nazikçe yapıyorlardı. Yirmi dört senedir onlarla beraberim, işlerini son derece asil bir şekilde gerçekleştirdikleri konusunda hiç şüphem olmadı.
Yeterince kez aynı yerlerden geçtikten sonra, yıllardır, fırsatım olmasına rağmen neden bu ormanı keşfetmediğimden hayıflanarak, büyük ve etraftakilere göre daha geniş olan çam ağacının dibine oturdum. Soylu askerlerinin beni yakalayacak olmasına aldırış etmeden birkaç dakika soluklanmak istiyordum.

Sabahın ilk ışıklarından beri kaçıyorum, kaçarken de uzun uzun neden bir sonuca varamadığımı tartıyordum. Soylularla yaşarken sonuca varmamın pek önemi yoktu. Denemem yeterli oluyordu. Durum şimdi biraz daha farklıydı.
Soyluların arasında önemli mertebelere sahip bir adamın torunu olduğunuzda, başka insanlar tarafından size hissettirilen ikiyüzlü ve içten pazarlık duygularını çok net bir şekilde yaşıyorsunuz. Bu nedenle de başarısızlığa uğrasanız bile hiçbir zaman kötü bir eleştiriye maruz kalmıyorsunuz. Hal böyle olunca, tamamen emin olduğum başarılarım haricinde, pek emin olmadığım ama iyi olduğumu düşündüğüm olaylarda asla bu kişilerin gerçek yüzlerini göremiyordum.

Yorgunluktan olacak, oturduğum yerde uyuya kalmışım. Uyandığımda ise, kahverengi kızıl karışımı saçlarım, toz toprağın etkisiyle siyaha dönmüş olmalıydı. Yüzümün kendini kamufle eden askerlerinki gibi kirli olduğunu ve bu sayede mavi gözlerimin ortaya çıktığını da tahmin ediyordum.

Soyluların bende en sevdiği ya da daha doğrusu etkilendiği şeyin, dedemin statüsünün dışında, mavi gözlerim olduğunu biliyorum. Bunu birçok kez ya kendilerini bana sevdirme çabalarından ya da gerçek hisleri olarak, söylediklerini belirtsem yalan olmaz. Zaten soyluların mavi anlayışıyla tek bağdaşan şey gözlerimin rengiydi. Fakat gençliğimin ve konumumun avantajlarını kullanmaya yeni yeni başlamışken, kırmızı kan olduğum ortaya çıkmıştı.

Her zaman bir B planımız var derdi dedem. Zaten durumu bilen sayılı kişilerden biriydi. Onun B planına odaklı yaşayıp büyüdüğüm için belki de bugün kaçma işleminde başarısız oluyordum.

İstediğim sonuca tam anlamıyla ulaşamıyordum. Soylular parmak girişleri olmayan keten bez parçalarından eldiven yapıp bileklerimden ellerime takmışlardı. Düşmesinler diye de bileklerimden iple sıkı sıkıya sabitlemişlerdi. Hâlâ soylu muyum değil miyim tartışmasının ilk saatlerinde beni bir soylu olarak değerlendirdikleri için oldukça nazik davranıyorlardı.

Ben onlara karşı o kadar nazik olamadım… Bugüne kadar öfkemi kontrol etme konusunda başarılıydım ancak bu saatten sonra gerek yoktu. Sanırım birkaç askere fiziksel olarak üstünlük sağlayarak soylu mertebesinden tamamen çıkarıldım.
Umurumda da değildi aslında. Yıllarca, sivillerden -soylular kendilerini bütün toprakların askerleri diye ilan ettikleri için kırmızılara sivil diyorlardıbiri olduğumu bile bile, amansızca soylu kültürüyle yetiştirildim ve bunun bana göre olmadığını kendimi keşfettiğim ilk zamanlardan beri biliyordum. Bir yandan durumun ortaya çıkmasına seviniyordum ama öte yandan bilinmezliğin içinde tamamen kaybolmuş olmanın verdiği korkuya kapılıyordum. Kaçsam bile nereye veya kime giderim? Büyük bir soru işaretiydi.

Koşuşturmaktan artık yürüyecek halim kalmamıştı. Yeni yeni yürümeyi deneyip başaramayan, birkaç adım attıktan sonra yere düşen, ağlayan ama yılmayan, sonra hedefe ulaşmak için emeklemeye devam eden bebekler gibi sendeliyordum. Bir müddet sonra gücüm tükenmiş ve yüz üstü yere yığılmıştım. Toprağın az önce dinen yağmurdan aldığı kokuyu duyabiliyordum. Artık kaçmanın bir amacı yoktu. Dedemin söylediği gibi bir B planı da yoktu. Yapayalnızdım. Elimde büyük bir çaresizlikle yattığım yerde yorgunluktan uyumayı ve uyandığımda yakalanmış olmayı diledim. Belki de yakalandıktan sonra hiç uyanamayacaktım!

Kaç dakika geçti hatırlamıyorum ama bir ses duydum. Askerlerin sesine benzemiyordu, sanki ninni mırıldanan bir kadın gibiydi. Bir süre sonra ses daha çok belirginleşti, bu çok tanıdık gelmişti. Son kalan enerjimle dirseklerimden destek alarak başımı kaldırdım ve sesin geldiği yöne doğru çevirdim.

Dümdüz beyaz, kısa kollu, kollarında, etek uçlarına ve yakasında beyaz danteller olan giysisiyle, beline kadar kızıl saçlarıyla, incecik kırılacakmış gibi duran vücuduyla bir kadın çalıların arasından bana doğru yaklaşıyordu. Yüzünde acıyla karışık bir ifade vardı. Sanki beni gördüğüne sevinmiş ve bu yüzden acısını bastırırcasına gülümsüyordu.

Bir ninni söylemeye başladı. Biraz dinledikten sonra ne olduğunu hatırladım. Bu eski dadım Bayan Dolores Rimons’un küçükken bana söylediği ninninin aynısıydı. Kadına dikkatlice bakmaya başladım ama Bayan Rimons’la uzaktan yakından alakası yoktu.
Sonra evdeki eski fotoğraflar aklıma geldi. Dedemin sakladığı ve malikânenin kilerindeki gizli bölmede bulduğum fotoğraflar… İçlerinde kaybolmuşken beni yakalayan, zaten ruh hali annem öldükten sonra bir daha düzelmeyen babamın tepkisizliği beni cesaretlendirmiş ve fotoğraftakilerin kim olduğunu sormuştum. Yine tepkisiz bir şekilde “annen” cevabını alınca içten içe karnıma bir kramp girmişti. Bu güne kadar tek bir tane kalmadığı söylenen annemin fotoğrafını bulduğum gibi yanıma almış ve dedemle büyük kavga etmiştim.

Ninni söyleyen kadın o fotoğraftakilere çok benziyordu. Sadece biraz daha zayıf ve çelimsizdi. Belki de ben annem olduğuna inanmak istiyordum. Ona karşı öfkeliydim çünkü dedem hiçbir neden yokken bizi bırakıp gittiğini sonra da öldüğünü anlatmıştı. Öte yandan onu sebepsizce seviyor ve sitem etmek istiyordum. Aslında sanırım duygumun tam karşılığı buydu.

Ben bunları düşünürken ninninin sesi azaldı ve annemin görüntüsü yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Kalkıp, ona doğru yönelmek ve tüm olup bitenin nedeninin öğrenmek için yanına koşmak istedim. Ama kalkamıyordum, toprak sanki beni içine doğru çekiyordu. Sanki işe yarayacakmış gibi gitmesin diye bağırmaya başladım. Soylu askerlerin sesimi duyacağı endişesinden epey uzaktaydım.

“Bekle! Bu kadar yaklaşmışken, gidemezsin, buna hakkın yok!”

Yine o mutsuz gülümsemesiyle bana el salladı, bir gün yine görüşeceğiz dedi ve ormanın içinde kayboldu. Elimi yumruk yapmış toprağı dövüyordum. Bütün hıncımı gitmeme izin vermeyen topraktan çıkarıyordum.
Bir müddet sonra annemi görmeye başladığım anlardaki halime, yarı uyku pozisyonuna döndüm. Askerlerin ritmik bir şekilde adım atışını, o koordinasyonu artık çok yakından duyabiliyordum.
“Sizden daha büyük bir çaba beklerdim Bay Villacorn. Söylediklerinden daha güçsüz çıktınız. Hayal kırıklığımı gizleyemeyeceğim.”

Muhtemelen komutanlardan biri konuşuyordu ama yüzüne bakacak kadar dahi halim yoktu. Birkaç askere kaldırın şunu diye seslendikten sonra, onlar da kollarımdan ve bacaklarımdan hiç de kibar olmayacak bir şekilde tutarak kaldırmaya çalışıyorlar fakat be-
ceremiyorlardı. Hayatımın kıymeti şu anlarda pek önemli olmadığından bana ne yaptıkları umurumda değildi. Omzumda derin bir ağrı hissettim;

“Efendim, uyanmanız gerek yoksa okula geç kalacaksınız.”

Üstümdeki yükün nedeninin yakın korumam Seth’in beni uyandırmaya çalışırken uyguladığı –ona göre hafifşiddetten kaynaklandığını anladım.
Aynı rüyayı her gördüğümde, finali sürekli Seth yapıyor ve her nasılsa omuzumu ağrıtmayı başarıp beni uyandırabiliyordu.
Sağ kolumun üstünde doğruldum ve yarı açıkgözlerle Seth’e baktım. Uzun boylu, soyluların en gözde askerlerinden biriyken; şimdi ise kırklı yaşlarının başında, gri siyah karışımı saçları, iri siyah gözleri ve anlamını bilmediğim kollarını kaplayan dövmeleriyle, agresifliği yüzünden ordudan uzaklaştırılmış bir yakın korumaydı. İşlediği suçlar yüzünden aldığı cezaya karşılık iyi hal indirimi nedeniyle ordudan kovulmadı ama geri dönmesi için bana 5 sene bakmakla görevlendirildi.
Her ne kadar başlarda pek anlaşamasak da görevinin bir yılı bitmişti ve sorduğum bazen anlamsız bazen gereksiz sorulara verdiği mantıklı cevaplarla ve olaylara farklı bakış açısıyla bakma anlamında akıl hocam olmuştu. Şu an belli konular hariç en büyük sırdaşlarımdan biriydi. Belli konular hariç çünkü kendime bile itiraf edemediğim, dedemin, doktorumun ve babamın bildiği, bir kırmızı kan olarak mavi kanlı soyluların içinde yaşama maceramı kimseye anlatamazdım. Belki de biliyordur ama bana bir şey söylemedikçe ben onu bilmiyor olarak kabul etmeye devam etmeliydim.

Bana verilen, yanlışlıkla kanımın akması ihtimaline karşı rengini belli etmeyecek koyu kıyafetleri giymeye, yaz kış giydiğim koyu eldivenleri takmaya devam etmeliydim. Çünkü ben buyum, çünkü ben soyluların tahammül edemeyeceği sırları olan, arada kalmış çaresiz bir bireyim. Bu rolü ben seçmedim. Bana kalsa burayı çoktan terk edip kırmızıların hâkimiyetindeki topraklara giderdim. Ne yazık ki benim yerime çoktan karar verilmişti, bu yüzden arafta sıkışmış ruhlar gibi soylularla siviller arasında kalmıştım.
Her gün yaptığım gibi banyomdaki aynaya uzun uzun baktım. Kendime her baktığımda kim olduğum sorusunu defalarca soruyordum. Dedem, sürekli, zamanı gelince her şeyi öğreneceksin senin için bir planımız var diyordu ama planın ne olduğundan hiç bahsetmiyordu. Geçmişimle de ilgili bilgilerin bu kadar saklı olması ister istemez buraya ait olmadığım hissini güçlendiriyordu.

Ama neden buradayım? Soylular sivilleri hiçbir zaman kendileriyle aynı statüde görmezlerken, ben neden onlarla birlikte yaşıyorum? Neden beni de kırmızıların burada görüldüğü alt sınıf mertebesinde görülmüyordum? Annemin ve babamın soylu olduğu su götürmez bir gerçekti. Bütün testler benim anne ve babamın çocuğu olduğunu kanıtlıyordu. Güçlü başka bir neden daha vardı mutlaka ama bana bunu kimse anlatmadı. Ben de uzun yıllar önce sormayı bıraktım çünkü kendime zarar veriyordum. Ergenliğimin ilk yıllarında, sürekli kan rengim değişti mi diye kontrol etmek için beyaz tenimde kesikler açıyor ve istediğim sonucu görmeyince öfkelenip her yeri dağıtıyordum. Vücudumun büyük bir kesiminde kalan yara izlerinin nedeni hep bu kesiklerdir. Sonra bir gün, belki de olgunlaştığımdan belki de fazlaca David Stillaf romanı okuduğumdan olsa gerek, isyan etmeyi bıraktım. İçe kapanık yetiştiğim için çevremde az insan vardı ve ben bu insanları acımasızca üzüyordum. Durumun daha fazla devam etmemesi gerekiyordu.
O dönemde Stillaf romanları ciddi anlamda yardımcı olmuştu çünkü sürekli soylu ve sivilleri sentezlediği romanlar yazıyordu. Soylulara göre imkânsız olan iki taraf arası evlilik ya da ittifak gibi konuları işliyordu. Soylular tarafından şiddetle karşı çıkılsa da David Stillaf, soylularda azımsanmayacak bir yetkinliğe sahipti ve yazdığı kitaplar sevilmese de basılmak zorundaydı.

Kolumdan omzuma doğru olan bütün yara izlerine dokunarak bir süre daha eskileri düşündüm. Beni dibe çektiklerini bile bile düşünmek, geçmiştekinin aksine, beni şimdi daha da güçlendiriyordu.

Bölüm 2

Okulun tek sevdiğim yanı, güzeller güzeli sevgilim Rona’nın da benimle aynı yerde okuyor olmasıydı. Busternik’te hayallerinin üniversitesinde bale eğitimi almaya niyetliyken, beni burada yalnız bırakmamak adına son seçeneklerinden biri olan tarih ve strateji bölümünde okuyordu. Ona defalarca hayallerinden vazgeçmemesi gerektiğini, hayatın neler getireceğinin belli olmadığını anlatmama rağmen dinlemedi ve bana sormadan kayıt yaptırdı. İlişkimizin yürümeyeceğini ve sonunda beni bırakacağını şu an sadece ben biliyordum ve o yüzden hayatını yaşaması konusunda özgür bırakmıştım. Ve evet, ayrılmayı beceremeyecek kadar da korkaktım.

Aramızda bir yaş fark var ve ben ondan bir sene önce üniversiteye girmiştim. Onun geldiği döneme kadar okul cehennem gibi bir yerdi. Zihnimdeki bulanıklıklar ve paranoyalar nedeniyle doğru düzgün arkadaşlık kuramıyordum. Sadece Brain vardı. Garip bir şekilde onda, dedemden veya babamdan hissetmediğim şefkat duygusunu hissetmiştim. Sanki bugün kırmızı olduğumu söylesem, bunu dert etmeyip çözüm yolu bulabilecek gibiydi. Yine de söyleyemezdim, zoraki sırları saklamak zorundaydım.

Rona okula başladığından beri ise oraya ayrı bir hevesle gidiyordum. Rona gerçek anlamda derslerine çalışan ve ciddiye alıp bu yüzden okuyan bir kızken ben sadece randevu yeri olarak görüyordum çünkü okuduğum bölümü sevmiyordum. Zorla dayatılan siyaset bilimini ben seçmedim. Dedem iyi bir bürokrat olmamı ve durumumun dezavantajlarını en iyi böyle yok etme şansımız olduğunu düşünüyordu. Ben okulu bitirecektim ve dedemin muhteşem planı işleyecekti.

Okula yine zar zor yetiştim. Bugün sabahtan Rona’nın dersi olmadığı için, bu dört duvar arasına erken gelme özenini pek göstermiyordum. Fakat tam tersi durumda, görevlilerden bile erken giderdim. Sanırım bunu bana aşk yaptırıyor.
Onu ilk gördüğüm zamanı dün gibi hatırlıyorum. Okulun ilk günüydü ve ben yine umutsuzca büyük bahçedeki göletin önündeki banklarda etrafıma bakına bakına oturuyordum. Büyük kapının orda yeni kayıt olan öğrenciler toplu halde giriş yapıyorlardı.
İşte tam orada gözüme sadece o çarptı. Kızıl, küt ve dümdüz saçları, tıpkı bir manken gibi uzun bacakları, göz alıcı iri gözleriyle içeri doğru yönelirken hızlı kalp atışlarımı durdurmak zamanımı aldı. O günden sonra ara ara denk geliyordum ama konuşmayı hiç denemedim. Bunun nedeni cesaretsiz oluşum ya da o güne kadar yaşadığım arkadaş edinmedeki beceriksizliğim değildi. Yapım gereği anı yaşamaktan uzak, sürekli geleceğimi sorgulayan biri olmuşumdur. Bu yüzden de Rona’yla birebir tanışmayı hep erteledim. Tanışmayı düşündüğüm zamanlarda hemen aklıma bir adım ötesi geliyordu ve vazgeçiyordum. Arkadaş edinmedeki paranoyalarım Rona’yla tanışmak istediğim zamanlarda da beliriyordu ama arkadaşlarım olsaydı ve onları kaybetseydim, Rona’yla arkadaş olup onu kaybetme korkusu kadar büyük olmazdı. Ben bu riski alamayacak kadar korkaktım.

Ama kader ağlarını kendi istediği şekilde örüyor ve buna engel olamıyordunuz. Bir gün yine okulun geniş balkonunda atlamayı ve bu işi tamamen bitirmeyi düşündüğüm anlarda, sıkı sıkı korkuluklara tutunup git gel yaşıyordum. Hava güneşli ve sıcaktı. Dönemin bitmesine çok az kalmıştı.

“Neden eldivenler?”
Sesin geldiği tarafa bakmadan önce karşıya baktım. Birkaç saniye sonra da kelimelerin geldiği yöne…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Üç Kadın ~ Robert MusilÜç Kadın

    Üç Kadın

    Robert Musil

    Bir insana güvenmediğinde sadakatin en açık işaretleri bile sadakatsizliğin işaretlerine dönüşür, güvendiğinde ise sadakatsizliğin elle tutulur kanıtları bile yanlış anlaşılan, büyüklerinin haksız yere cezalandırdığı...

  2. Köpek ~ Pilar QuintanaKöpek

    Köpek

    Pilar Quintana

    Damaris minik dişi yavruya çok farklı davranacağı konusunda kendi kendine söz verdi. Çünkü bu kendi köpeğiydi ve Rogelio’nun ona diğer köpeklere davrandığı gibi davranmasına,...

  3. Macera ~ Jack LondonMacera

    Macera

    Jack London

    Jack London, bir kez daha karanlığın yüreğine yolluyor bizi. Bu kez, Conrad’ın romanında olduğu gibi Kongo’da değil, sömürgeciliğin istasyonlarından biri olan Pasifik’teki Solomon Adaları’ndayız....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur