Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Morfin
Morfin

Morfin

Mihail Bulgakov

Dr. Bomgard şehre atanalı birkaç ay olmuştur ki, taşradaki eski yerine gönderilen arkadaşı Dr. Polyakov intihar eder. Ölmeden önce arkadaşına bıraktığı günlükte Polyakov, ölümüne…

Dr. Bomgard şehre atanalı birkaç ay olmuştur ki, taşradaki eski yerine gönderilen arkadaşı Dr. Polyakov intihar eder. Ölmeden önce arkadaşına bıraktığı günlükte Polyakov, ölümüne sebep olan amansız bağımlılığı ağrıları için aldığı morfinin hayatını nasıl ele geçirdiğini ve sonunda gerçekle bağını nasıl yitirdiğini satır satır anlatmıştır. Morfin, Sovyet edebiyatının yasaklı ustası Bulgakov’un savaş sonrası dönemdeki morfinmanlık deneyiminden yola çıkarak yazdığı sarsıcı bir öykü.

I

Çok eski zamanlardan beri akıllı insanlar mutluluğun sağlık gibi olduğunu bilmiştir: Varken farkına varamazsınız. Ama aradan yıllar geçtiğinde yaşadığınız o mutluluğu nasıl anarsınız, nasıl anar ve özlersiniz!

Bana gelince, şimdi bakıyorum da, 1917 kışında mutluydum. Kar fırtınalı o coşkulu, unutulmaz yıl!

Kar fırtınası yırtık bir gazete parçası gibi kaldırmıştı beni, ıssız bir taşra kasabasından kente savurmuştu. Taşra kentinin nesi var diye soracaksınız, değil mi? Ama biri benim gibi bir buçuk yıl bir yere gitmeden günlerini kışın karların içinde, yazın seyrek, tekdüze ormanlarda geçirmişse; benim gibi bir hafta öncesinin gazetesini, sevgilisinden gelen açık mavi zarfı açar gibi, yüreği heyecanla çarparak açmışsa; benim gibi iki atlı bir kızakla on sekiz verst öteye doğuma gitmişse, beni ancak o anlar, diyebilirim.

Gaz lambası belki huzur verir insana, ama ben elektrikten yanayım.

İşte sonunda tekrar görmüştüm insanı ayartan o elektrikli ampulleri! Küçük kentin sıra sıra köylü kızaklarıyla dolu anacaddesi tabelalar ve kırmızı flamalarla süslüydü: Bir çizme, altın sarısı bir pretzel; “burada her zaman” –yurdumda pek çok olan bayram günleri hariç– otuz kapiğe tıraş olabileceğinizi yazan Basel berberinin camında, domuz gibi küstah bakışlı, saçları tuhaf kesilmiş bir delikanlının resmi.

Hâlâ içim titreyerek hatırlarım Basel’in peşkirlerini. Almanca ders kitabımızda, bir yurttaşın çenesinin altındaki büyükçe frengi çıbanının yer aldığı bir sayfayı hatırlatırdı bana.

Ne var ki o peşkirler dahi bozamıyor hatıralarımı!

Sokak başında gerçek bir polis dururdu; tozlu bir vitrinde tepsiye sıra sıra turuncu kremalı pastalar dizilmiş olurdu. Meydan taze saman kaplıydı, insanların kimi yaya, kimiyse kızakla geçiyor, aralarında konuşuyorlardı; bir kulübede dünün sarsıcı haberlerinin olduğu Moskova gazeteleri satılıyordu, biraz öteden Moskova trenleri ıslıklaşırdı. Sözün kısası, uygarlıktı bu, Babil’di, Nevski Bulvarı’ydı!

Hastaneden söz etmeye gerek yok. Cerrahi, iç hastalıkları, bulaşıcı hastalıklar, doğum üniteleri vardı. Pırıl pırıl bir otoklavın, gümüş gibi parlayan muslukların olduğu, dişleri, burguları, önemli aletleri ustalıkla tasarlanmış bir ameliyathanesi vardı. Hastanede bir başhekim, –benim dışımda– üç stajyer doktor, birkaç feldscher,  sonra ebeler, hastabakıcı kadınlar, bir dispanser ve laboratuvar vardı. Hem de ne laboratuvar! Zeiss mikroskobu, çeşit çeşit boyaları olan bir laboratuvar.

Öyle etkilenmiştim ki ürpermiştim, içim buz kesmişti. Aralık ayı akşamlarında hava kararırken hastanenin tek katlı binalarında elektrik ışıklarının sanki bir emirle hep birden yanmasına alışmam birkaç gün sürdü.

Işık gözlerimi kamaştırıyordu. Banyolarda sular gürül gürül akıyordu; eski, ahşap termometreler sulara batıp çıkıyordu. Çocuk intaniye koğuşundan gün boyu iniltiler, acı dolu ince ağlama sesleri, hırıltılı tıkanma sesleri geliyordu. Hemşireler oradan oraya koşuşturuyordu.

Üzerimden bir ağırlık kalkmıştı. Dünyada olup biten her şeyin uğursuz sorumluluğunu üzerimde hissetmiyordum artık. Patlamış bir fıtığın suçlusu ben değildim; ters doğum yapacak bir kadını kızakla getirdiklerinde yüreğim hoplamıyordu; ameliyat gerektiren iltihaplı meme zarları hiç ilgilendirmiyordu beni. İlk kez, sorumluluğunun birtakım sınırları olan bir insan olarak hissetmiştim kendimi. Doğum mu? Elbette, şuradaki alçak binaya geçin lütfen – sondaki, tül perdeli pencereli oda; orada şişman, kızıl bıyıklı, saçları seyrelmiş, sempatik bir doğum doktoru bulacaksınız. Bu onun işidir. Kızakları tül perdeli pencereye doğru çekin. Açık kırık mı? Başhekimimize görünün. Akciğer iltihaplanması mı? Dahiliyede Pavel Vladimiroviç’e gidin.

Ah, ne harikadır büyük hastaneler, tıkır tıkır işleyen bir makine gibi! Ölçüsü önceden belirlenmiş yeni bir vida olarak girmiştim makineye ve çocuk bölümünü devralmıştım. Difteri, kızıl artık tüm günümü alıyordu. Ama yalnız­ ca gündüzlerimi. Geceleri uyumaya başladım; beni kalkmak zorunda bırakacak, tehlikeli, kaçınılmaz karanlığa dalmamı gerektirecek meşum gece tıkırtıları artık gelmiyordu penceremden. Akşamları kitap okumaya başladım – başta difteriyle, kızılla ilgili kitaplar; ama sonra Fenimore Cooper’a da tuhaf bir merak geliştirdim. Masanın üzerindeki elektrikli lambaya alıştım; semaverin altlığına düşen gri kömürlere, soğumuş çaya ve uykusuz geçen onca ayın sonunda gelen uykuya da.

Dolayısıyla, 1917 yılının kışında ıssız, kar fırtınalı bir taşra hastanesinden o şehre atandığım için pek mutluydum.

II

Bir ay çabucak geçti, arkasından ikinci bir ay daha, sonra üçüncü bir ay daha. 1917 sona erdi, 1918 Şubat’ı oldu. Yeni hayatıma alışmıştım ve o uzak beldeyi yavaş yavaş unutuyordum. Tıslayan gaz lambasının yeşil siperi de, yalnızlığım da, kar yığınları da zihnimde kayboldu. Nankördüm işte! Hastalıklarla tek başıma, hiçbir yardım almadan savaştığım, bir Fenimore Cooper kahramanı gibi kendi gücümle en zor durumlardan sıyrıldığım o ücra yeri unutmuştum.

Aslında kimi zaman, güzel bir uyku çekeceğimi düşünerek yatağa girdiğim zaman tam uykuya dalacağım sırada bazı silik şeyleri hatırlar gibi oluyordum. Yeşil bir parıltı, göz kırpan fener, kızakların gıcırtısı… kısa bir inilti, sonra karanlık, tarlalarda kar fırtınasının derinden gelen uğultusu… sonra bu hatıra da kaybolur, giderdi.

“Şimdi kim var benim yerimde acaba? Benim gibi bir genç doktor, herhalde. Öyle ya, ben görevimi yaptım! Muryovo, sonra Gorelovo Hastanesi’nde. Şubat, mart, nisan, hadi mayıs da olsun diyelim – sonra stajım sona erecek. Yani mayıs sonunda bu güzel kentten ayrılacak ve Moskova’ya döneceğim. Devrim beni kanatlarına alırsa, belki tekrar bir yerlere gitmem gerekecek… ama ne olursa olsun, o taşra hastanesini bir daha görmeyeceğim… Hiçbir zaman… Moskova… klinikler… asfalt, ışıklar…”

İşte böyle düşünüyordum.

“Ama taşrada çalışmış olmam yine de iyi oldu. Cesaretimi kazandım, korkmuyorum artık… Ne hastalıkları iyi ettim! Yalan mı? Psikolojik rahatsızlık gelmedi hiç… gelmiş miydi? Aslında, izin verin… kendini içkiye veren şu tarım uzmanı vardı. Onun tedavisini berbat ettim gerçi… Delirium tremensti onunki. Psikolojik rahatsızlıktan sayılmaz mı? Psikiyatri kitapları okumak lazım… gerçi boş ver… sonra, Moskova’da yaparız. Şimdilik öncelik çocuk hastalıkları, özellikle de çocuklara ne reçete yazılacağı. Körolasıca şey! On yaşında bir çocuğa ne ölçüde aminopirin vermek gerekirdi? 0,1 gram mı, yoksa 0,15 mi? Unuttum. Peki ya üç yaşındaysa? Yalnızca çocuk hastalıklarının bile derdi yeter. Elveda, pratisyenlik! Peki, bu akşam neden bu kadar çok hatırlıyorum orayı? Yeşil ışık… Öyle ya, orayla hesabı mı kestim, bütün bağlarımı temelli kopardım… neyse, yeter artık… uyuyayım.”

“Size bir mektup var. Elden teslim etmişler.”
“Verin bana.”
Hastabakıcı kapımın önünde duruyordu. Hastane armalı beyaz önlüğünün üzerine, yakası aşınmış bir palto giymişti. Ucuz mavi zarfın üzerinde kar taneleri erimişti.
Esneyerek sordum:
“Acilde bugün siz mi nöbettesiniz?”
“Evet.”
“Başka kimse var mı?”
“Yok, ben yalnızım.”
“Eğer birasta gelirse…” –öyle esnemiştim ki, “bir hasta” böyle çıkmıştı ağzımdan– “haber verin bana. Biraz daha uyuyacağım…”
“Olur, doktor bey. Gidebilir miyim?”
“Evet, evet. Gidebilirsin.”

Hastabakıcı gitti. Kapı gıcırtıyla kapandı; yatak odama terliklerimi yere pat pat vurarak döndüm, yürürken de zarfı açmaya çalışıyordum. Zarftan benim beldemin, hastanemin adresinin mührü vurulu, buruşmuş bir reçete formu çıktı. Unutamadığım o antetli kâğıt… Gülümsedim.
“Çok ilginç… bütün gece o belde hastanesini düşünürken birden karşıma çıkan şey… Önsezi midir nedir…” Damganın altında kurşunkalemle yazıldığı şüphesiz bir reçete vardı. Bazı Latince sözcükler zor okunuyordu; diğer kelimelerin üzeri çizilmişti.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıMorfin
  • Sayfa Sayısı56
  • YazarMihail Bulgakov
  • ISBN9789750740374
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Genç Bir Köy Hekimi ~ Mihail BulgakovGenç Bir Köy Hekimi

    Genç Bir Köy Hekimi

    Mihail Bulgakov

    Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1916 yılında üniversiteden diplomasını alan genç doktor Bulgakov gönüllü olarak Kiev’de çalışmaya gitti. Smolensk bölgesinin küçük bir köy hastanesinde çalışmak,...

  2. Kol Manşetinde Notlar ~ Mihail BulgakovKol Manşetinde Notlar

    Kol Manşetinde Notlar

    Mihail Bulgakov

    Kol Manşetinde Notlar, 20. yüzyıl Rus edebiyatının büyük ustası Bulgakov’un edebiyat dünyasına yıldırım gibi düşen öykülerini içeriyor. Bulgakov’un keskin, sert ve neşeli diliyle Kiev...

  3. Usta ile Margarita ~ Mihail BulgakovUsta ile Margarita

    Usta ile Margarita

    Mihail Bulgakov

    Yabancılarla sakın konuşmayın! Stalin’in ülkesini demir yumrukla yönettiği günlerde Profesör Woland adında tuhaf görünümlü bir yabancı, arkadaşlarıyla Moskova’yı mesken edinir. Paranoyaya teslim olmuş halkın,...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Küçük Prens ~ Antoine de Saint-ExuperyKüçük Prens

    Küçük Prens

    Antoine de Saint-Exupery

    Altı yaşındayken Gerçek Öyküler adlı, balta girmemiş ormanlardan söz eden bir kitapta korkunç bir resim görmüştüm. Boğa yılanının bir hayvanı nasıl yuttuğunu gösteriyordu. Resmi...

  2. Mavi Köpeğin Gözleri ~ Gabriel Garcia MarquezMavi Köpeğin Gözleri

    Mavi Köpeğin Gözleri

    Gabriel Garcia Marquez

    Görünmez bir güneş omuzlarımızı ısıtmaya başladı. Ama güneşin varlığı bile ilgimizi çekmiyordu. Mesafe, zaman ve yön kavramımızı kaybetmiş halde orada, nerede olduğunu bilmedi ğimiz...

  3. İncir Ağacının Ölümü ~ Erendiz Atasüİncir Ağacının Ölümü

    İncir Ağacının Ölümü

    Erendiz Atasü

    Türk edebiyatının en verimli ve tartışma yaratan yazarlarından biri olan Erendiz Atasü, ilk baskısı 2008 yılında yapılan öykü derlemesi İncir Ağacının Ölümü’nde hem toplumsal...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur